7 Haziran 2011 Salı

Editör'den...

Adam, Pazar sabahı kalktığında bütün haftanın yorgunluğunu çıkarmak için pijamalarını giyer ve eline gazetesini alır.

Baba, oğlunu bu hafta sonu sinemaya götürmeye söz vermiştir ama hiç dışarıya çıkmak istemediğinden bir bahaneyle oğlunu başından savmak ister. Birden, gazetenin promosyon olarak verdiği dünya haritası gözüne ilişir. Önce dünya haritasını keserek küçük parçalara ayırır ve oğluna :

Eğer bu haritayı birleştirip düzeltebilirsen seni sinemaya götüreceğim.”der. içinden de “Oh be, kurtuldum! Coğrafya profesörü bile getirsen, bu haritayı akşama kadar düzeltemez” diye düşünür. Aradan on dakika geçtikten sonra oğlu, babasının yanına koşarak gelir. "Baba haritayı düzelttim artık sinemaya gidebiliriz” der.


Adam önce oğlunun söylediğine inan(a)maz. Ama haritanın tamamlandığını görünce, hayretler içinde! “ Bunu nasıl yaptın?” diye sorar. Çocuk şu cevabı verir: “Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan resmi vardı, insanı düzelttiğim zaman dünya da kendiliğinden düzeliverdi.

Sınır Dergisi, böylesi bir çocuk pratiğine olan özlemle yazın hayatına başladı. Bu özleme hasret yüreklere ulaşmaya çalıştı. Evrensel körleşmeye karşı sanatı ve kültürü bir dik duruş olarak sergileyen, bildiği ve kavradığı için sorumluluk hisseden kalemlere uzattı beyaz sayfalarını. Aklın ve bilimin hakim olduğu yerde şiddete yer olmayacağına bütün benliğiyle inanan bilim adamlarından ortak aklın görevlerini, sorumluluklarını ve çabalarını taşıdı cümlelerine.

Yeşeren Ölüm’ün, Biten Aşk’ın, Protez Başlıklar’ın ve Beyaz Şarkı’nın, Kuru Düş Temennisi’nin, Sen’in ve Açılan Kapıdan Çıkanlar’ın ardından bir güzel dilek bıraktı kendinden sonrasına…


Dergimizin yazın hayatının güzelliklere vesile olması dileğiyle…


Editörden...
Sınır Dergisi / Sayı 1 / Ocak Şubat 10

6 Haziran 2011 Pazartesi

Açılan Kapıdan Çıkanlar

Biri olmak, farklı olmak sonra kendine bakmak yüreğine, ruhuna ve alıp eline yüreğini, avucunda görmek atışlarını, taşıdıklarını; ardından açılan kapılara bakmak içerilerde görmek sevgiyi, aşkı, umudu, dostluğu, başarıyı… başlamak anlatmaya…

Sevgi; “her şeyin özü, kaynağı başı” bağlılık, sadakat büyük ihtiyaç. gerek yok tanımlamaya, kendini bilen bilir zaten içten olan görmüştür her zaman yanında ve hissetmiştir…
Açılan kapıdan çıktı SEVGİ…

Aşk; “vazgeçilmezin adı” ne yaparsan yap aşkla yap dedim..aşk… her şey…
Açılan kapıdan çıktı AŞK…

Umut; kaybetmedin mi varsın. her şey.. her an yanında ve her başlangıçta gözükmekte..
Açılan kapıdan çıktı UMUT…

Dostluk; içten gülümseyiş, büyük beraberlik ve “dostluk senin parmağın kesildiğinde benimkinin kanamasıdır”..
Ve açılan kapıdan çıktı DOSTLUK..

Başarı; “dünden hızlı olmak”... “başaran her kişi hiç düşmeyenler değil, bir kere daha ayağa kalkabilenlerdir..”
Ve de açılan kapıdan çıktı BAŞARI…

Hepsi zincir gibi bağlandı birbirine ve dışındaydılar açılan kapının. belki de herkes farkındaydı sevginin, aşkın, umudun, dostluğun, başarının ama farklı olanlar ama kendini bilenler başka tanımladılar, yorumladılar. çok şey yazıldı bu güzel kavramların üzerine. sadece bir tanesi bir kitap olacak kadar büyük. insanı da insan yapacak kadar gerekli, önemli kavramlar. sadece bunlar değil başka kavramlar da oluşturabilir zincir yumağını ve çıkabilirler açılan kapıdan ama ben bunları çıkarttım ve ardına koydum… bir cümlelik açıklama… daha fazla yazamazdım çünkü farklı hissedilir herkeste ve farklı ele alır herkes…

Şifa ÖNER
Sınır Dergisi / Sayı 1 / Ocak Şubat 10

Amida’da Yaşadım Oldum Olası!

hikâyenin orta yerinde der ki;
tarih günümüzde gizlidir
ve biz tarihin henüz başladığı yerdeyiz.


amida’dır memleketim, kendimi bildim bileli.
bildim bileli kendimi amida’da yaşadım.
epeycedir.
yani siz deyin ki yıllar yılı dünyanın bir dolu diyarını,
elimde tespih boynumda keşkül dolandığımı söylerler ya!
yalan değil!
vallahi de billahi de doğrudur.
emin olun yalan değil,
çokça gezdiğim, gezindiğim doğrudur.
ama oralarda, o uzak diyarlarda gezindiğimde de amida’da yaşadım.
ne zaman bu eziyet seyahat bitecek de döneceğim memlekete,
dedim kendime.
kendimi bildim bileli amida’da yaşadım ben.
kimi kez;
sokaklarımda karanlığın acuzeleri,
korkunun kolluk neferleri,
acımasız cellatlar,
gözlerini kan bürümüşçesine dolaşır,
infaz edecek adam ararlardı!
kurşun sesleri duyulurdu güpegündüz,
şehrim amidanın sokaklarında
insan bedenine girerken kurşunun
tok sesini
kendi bedeninizde hisseder
hisseder de acı duyardınız
hiçbir şey yapamadan.
yaşardım yine bu şehirde
yaşamaya devam eder(d)im
kendimi bildim bileli amida’da
göğsümü verir(d)im kimi kez,
kızgın temmuz güneşine,
mezopotamya’nın olanca yakıcılığını
içime gömmek istercesine…
sonra bazalt taşı şehre armağan etmiş
dağa döner(d)im yüzümü,
uzun kış gecelerinin ayazı
kendime getirsin diye beni.
amida’da yaşadım ben, kendimi bildim bileli.
ömür bu!
vefa ederse ömrüm bundan sonra da amida’dır vatanım.
yaşayacağım bundan sonra da amida’da…


Şeyhmus DİKEN
Sınır Dergisi / Sayı 1 / Ocak Şubat 10

Aşk Bitti

                                                              Tablo / Hicran ASLAN
Öperken ağzıma üflediğin sandık tozu
Artık mabet…


Ayıraç…

Ey sorgu sonrası hücre!
Duvarında pusula bir zaman.
Beni gizine,
Beni tarihine kat
Ve söyle;
Direnci arttıran nedir?
Karanlığa düşürdüğün inciler,
Neyin hayalini kurar düşerken?

Bitmesin diye başvurduğumuz bütün olabiliteler…

Hatırladıklarının gözlerinden sızgınlığı zulüm ederken yaratmak için didindiklerime, kaç doz unutmak aldım bilmiyorum…
Bu tefrika yaratanla yaratılanı birbirine kırdırıyor… Unut!
Ben olmazsam acıkacak gözlerin, bana aktardıklarınla doyuyorsun…
Kaç doz ölüm kuşandım bilmiyorum?
Kendini bir ayine hazırlarken ayinde bizi karşılamak için bir telaşta…
İkimizde birbirimize hazırlanıyoruz besbelli…
Sonsuza dek yaşamak değil, sonsuza dek ölü olmak özlemi…
O zaman hafızan bitecek, gözlerinde acıkmayacak hırsla…
korseyle toparlayıp, şekle koymaya çalıştığımız bu ilişkinin sarkık bedeni…
Teyellediğimiz onca sökük…
Aşınmış contalardan laçkalaşmış gidip gelmelerimiz.
Zokayı yiyip, askıda kaldığımızı his ettiğimiz bu düğüm ilişki, bizi koca denizimizden küçük bir tekne havuzuna mahkûm etti…
Sonra imdada çıktığımız günler ,kafasını şişirdiğimiz dostlar…
Belki biri çilingir olurda açar kalbimizin kilidini, umutlandığımız günler bitti…
Bitmesin diye başvurduğumuz bütün olabiliteler…
Alakoklaşan ağzımızın tadı…
Bitti…
Gözlerini doyurunca bırakacağız birbirimizin yakasını…
Okşandıkça ortaya çıkan ikimizde de şiddeti sürekli değişen leopar desen…
Aslan ve antilop…
İkimizde bu tefrikada yiyişen olduk…

Giderken…

Soğukkanlılaşıp zehirlileşirken,
Sürüngenleşirken yaşamı yürütmek için
Yapman gereken işlerde,
Niye bırakıp gidemez ki insan…
Ayaklarına saygı duyabilmek için biraz.

Bütün sesler gürültü olacak kadar kirletilmişken
Kapamalı kulakları
Tınılara saygı duyabilmek için biraz…

Ah uzuvlarım yeniden ruhuma dönün
Bedenime saygı duyabilmem için biraz…

Her yerde koca bir akustik yetersizlik…

Sonra tefecilerden sabır dilendik, geri ödeyemeyeceğimizi bile bile…
Her şey günde milyon kez tükeniyordu çünkü…
Çığlıklarımız için bir alan yoktu dünyada…
Her yerde koca bir akustik yetersizlik…
Yinede yıkanmaya direniyordu bu sonsuz ölü.
taaki o koca panikten sonra dinince kalabalık ve başımız bütün şiddetiyle değince mezar taşına anladık geri dönüşü yoktu bunun…
Aşkımızı yıkarken musalla taşında…
Son bir saygı duruşuymuş tüm olup bitenler…
Bir ağıt- bir yas seremonisiymiş bize hazırlanan ayin…

Şimdi arzuhalciler yazıyor bu ölünün gözlerini…
Yorgunluğumuzu…
Küskünlüğümüzü bütün mevsimlere…
yazılgan bir aşk ancak ölü olur…
Yaşarken yetişemezsin ki hızına…

Sonrası…

Korkmak kaçın sancılarından,
Hadi git…
Gez savrul, tanımadığın insanlarla sohbete dur.
Hiç görmediğini buyur et masana…
Başka şehirlerin dokusuna hüznünü sür
Gözlerinin anlamını bırak akan bir suyun yamacına
Gölge ol…
Eşyalar gibi yabancı kıl
Ağladıklarının dilini
Doğu ol!
Doğu…
Sır avuçlasın ellerin.
Yine benim ol
Sesine bir sigara tut
Bir tane daha…
Bir tane daha…
Unutamadıklarımın silgeci ol…
Tenimiz olmuşken biriktirdiklerimizin rengi
Güneş ol!
Yak beni bütün dillerde
Arındır,
Sonra çocuğun kıl.

HİCRAN ASLAN
Sınır Dergisi/Sayı 1 / Ocak Şubat 10

Beyaz Şarkı

gümüşi ufuklar vurur alnımın çatına
öne doğru eğilir başım
zaman zeminde yaşanır
gül mevsiminde
madem ki yerdekilerle anlaşamadın
aşk mevsiminde yerin olmadı
sığınacak tek yerin var
yer altı…

yer altı üstünden daha hayırlıysa
yaşanmaya değer ne varsa
hepsinin adına
çağır yanına
beyaza bürünmüş gelinler gibi gelirim
belki üryan ya da giyinik
tanıyamazsan eğer
ihanet değer soluk dudaklarıma…


ahmet yalçınkaya
Sınır Dergisi / Sayı 1 / Ocak Şubat 10

Bir Yitirilişin Acı Hatıraları

Koca bir çınarın devrilişi gibi yere yıkıldı, o gün üstüne çöken o yassı bulutları bir türlü atamamıştı üzerinden ve vücudu titriyordu. belki yeter demeliydi artık belki de bırakmalıydı kendini; avuçlarındaki toprağı sıkıca kavradı ve bir hamle daha yaptı ayağa kalkmak için ama nafile; bir yanı yokmuş gibi sola devrildi...

Halbuki onun yeri hep solu değil miydi, solunu gösterirken ona bir yandan yerin yanımdır, diğer yandan ise yanın yerimdir karşılığını alıyordu... Tüm yaşantısı boyunca onun yeri diye herşeyden herkesten koruduğu o sol yanı neden şimdi yarı yolda bırakıyordu onu, neden ilk önce o yanı çökmüştü..

Tüm yaşadıkları film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti, oysa bir zamanlar bunları düşünürken aldığı mutluluğun ve zevkin haddi hesabı yoktu şimdi ise anlamsız kifayetsiz kalıyordu herşey; tüm yaşadıkları hüzünleri ve mutlu günleri önünde duruyormuşçasına bomboş gözlerle baktı önüne, nefes alış verişi yavaşlamaya başladı ve göğsünde bir bası hissetti ardından yavaş yavaş kapandı gözleri, gözünden dökülen tek damla yaş dudaklarından süzülürken şu kelimeleri bırakıverdi dudaklarından süzülen gözyaşının damlasına ‘Bin yıl daha yaşamak isterdim ve seni bin yıl daha ayrılıklar içinde sevmek..


Kimi zaman bir bedende çift kişilik barındırıyor, kimi zaman derinden yaralıyor yüreğini etrafında olup bitenler.. Nitekim tüm olup bitenin toplandığı tek yer aynı yürek ve aynı bedendi, tüm gün boyunca her ne kadar bunları düşünmemeye çalışsa bile, gece yatağına uzandığı zaman düşündüğü beyin, ağladığı göz ve titreyen eller kendi elleriydi...

Oysa Bir Umuttu Sadece…


Orhan DİNÇ
Sınır Dergisi / Sayı 1 / Ocak Şubat 10

Kadının Toplumdaki Yeri

Kadının toplumdaki yerini değişik aşamalarda dillendirebiliriz,

- bireylerin kendi bakış açıları
- evrensel bakış açıları

Evrensel bakıldığında tarihin analizinde m.ö. neolitik yaşamda kadının rolü doğal yaşamın olmazsa olmazlarındandı. Yaşamını avcılıkla sürdüren bireyler, bunların pişirme ve lezzete dökme marifetlerini kadına borçludur. Tarımı ilk icat eden ve doğal otlardan hekimliği keşfeden de kadındır. Ondandır ki hâla halk dilinde (koca karı) ilacı diye tabir edilse de gerçek eczacılık idi. Ama şimdi yakın tarihi gözlemlediğimiz zaman yörelere göre kadına bakış açısı değişmektedir. Orta doğu kadını, erkeğin egemen olduğu bir sisteme oturmuş durumdadır. Batı Avrupa kültüründe ise pek farklı bir durum yok aslında. Çünkü batı kültürü kadını, onlara göre ne kadar özgür gözükse de maalesef kapitalizmin tesirine kapılmış ve reklam panoları haline gelmiştir. Çünkü giyimi moda ve marka; makyajı gösteriş ve kendini karşı cinse beğendirme çabaları, onun özgür olduğu anlamına gelmez. Orta doğu kadını, kendisinin eksiklikleri ile erkeklerin kendini devamlı iktidar gücü içinde görmeleri, erkekleri egemen kılmasını sıradanlaştırmıştır.

Kadının toplumdaki masumiyeti küçük satırlara sığmaz. Bu söylediklerim kadını küçümsetici bir imaj taşımıyor. Yalnız evrensel dengenin süre gelen alışkanlıkları yüzünden kadınlarımız hep arka plana itilmiştir.

Ülkemizdeki kadının yeri ise çok ayrıdır. Aşiretçilik sisteminin egemen olduğu kesimlerde istek dışı evlilikler kadınlarımızı çıkmazlara sürüklemiştir. Bu yüzden kadın intiharlarının rekor düzeye çıktığı ülkemizde hâla kadının intiharını ayıplayıcı ve ahlak dışı görmektedir. Ama hiç kimse kadını intihara sürükleyen nedenleri araştırma çabasına girmemiştir. Al bu da türk kadını klasiği!

Dokuz ay karnında taşıdığı, ölünceye kadar bebek olarak görüp gözünden sakındığı çocuklarının geleceğini yönlendirmede rolü hiç olmayan kadın ne kadar özgürdür?

Bence kadın çocuğunun gitmesi gereken okuldan kuracağı yuvaya kadar söz sahibi olmalıdır. Sadece çarşı pazara gitmekle veya pazarlarda kendi başına alışveriş yapması onun özgürleşmesi anlamına gelmez. Kısacası kadın, evrensel bir bütünlük içerisinde ahlaki değerler altında erkeklerin sahip olduğu veya kendisini sahip hissettiği tüm değerlere sahip olmalıdır.

Yakup Almaç
Sınır Dergisi / Sayı 1 / Ocak Şubat 10

Kuru Düş (Temenni)

Yaşlı bir ağacın
Gölgesine uzansam
Hışırtılı yaprak ninnileriyle
Deliksiz bir uykuya dalsam
Sen düşüme uğrasan
Ben hiç uyanmasam
Birileri de akılsızlık edip uyandırmasa
Yıldızları mı dökülür göğün
Kim ne kaybeder
Bu kuru düşten?

Veya bir yolun kenarına uzansam
Asfaltın ziftinden kurtulmuş
Küçük çakıl taşının gölgesinde
Bir hayat düşlesem
Çocukların yüzüne kan sıçramayan
Bir hayat düşlesem
Kim ne kaybeder
Bu kuru düşümden?


Sacit Vergili
Sınır Dergisi / Sayı 1 / Ocak Şubat 10

Kürt Sorununun Çözümü Geçmiş Tarihi Kavşakların Bilmesini Gerektirir

        Uzunca bir süredir Kürt sorunu üzerine kafa yormakta olan bir sosyolog olarak bilim insanlarının, özellikle de sosyal bilimcilerin, sosyologların, bu sorundan dolayı bunca kan dökülürken bile, araştırma yapmamalarını, kafa yormamalarını, konuşmamalarını yadırgamamak mümkün değil. Oysa bilim adamları olarak iki açıdan bu sorunla ilgilenmek gerekirdi: İlki, zaten sosyologun bir görevi de sosyal olay ve olguları incelemek ve araştırmak olduğundan bir sosyal vaka olarak konuyla ilgilenmeliydiler. Diğer bir değişle bu tür olay ve olguları araştırmak ve incelemek bir lütuf değil, sosyologun görevidir. İkinci olarak, bu ülkede yaşayan bilim insanları olarak bu meselede bunca sorun yaşanırken -kimi istisnalar hariç- bilim insanlarının hiçbir şey yokmuş gibi davranması etik değildir. Tersine böyle bir durumda, çalışma yapmak, aklın ve bilimin ışığı ile yol göstermek bilim adamı sorumluluğunun ötesinde ahlaki bir sorumluluktur.

      İşte bu nedenlerle genelde bilimcilerin özelde ise sosyal bilimcilerin bu sorun karşısında derin bir suskunluğa gömülmüş olmalarını anlamak ve anlayışla karşılamak mümkün değildir. Hatta biraz daha ileri gidip bu konuda onları suçlu ilan etmek bile mümkündür. Çünkü hem görevlerini yerine getirmemişler, hem de aklı devre dışı bırakmak isteyen şiddete adeta zemin hazırlamış, yürürlük bulmasına istemeden de olsa katkıda bulunmuşlardır. Çünkü ben şuna hep inandım, eğer bir yerde akıl ve bilim hakim olursa şiddete yer olamaz. Sırf bu nedenle bile bilim insanlarını sorumluluklarını yerine getirmedikleri için sorumlu buluyorum. Tabi ki bizim bu saptamalarımız karşısında biri çıkıp da “böyle davranmanın nedenleri var” diyebilir: İlgisizlik ve kayıtsızlığın ötesinde, özgür bilim yapma ortamın olmaması, resmi ideolojinin baskısı, bu sorunlarla cebeleşmenin ödettiği bedeller, bunların hepsi var, amenna. Ama aynı zamanda aydın olarak bir bilim insanın bunları kırmak ve aşmak için çaba sarf etmesi gerekmez mi? Ülkenin ortak aklı olarak onlar yapmayacak da bu görevleri kim yapacak, kimler yerine getirecek? Özerk bir üniversite, özgür bilim için bilim insanı mücadele etmeyecek de kim edecek, bunu yapacak olanlar gökten zembille mi inecekler? O nedenle susmanın, konuşması gerekirken konuşamamanın, araştırma yapmamanın makul bir gerekçesi olamaz. Susmak, katılmak ve onaylamak anlamına da gelir aynı zamanda.

       Hiç kuşkusuz bu durum sadece üniversite yönetimlerinin değil aynı zamanda orada görev yapan bilim insanlarının da içinde bulunduğu durumu göstermesi bakımında ilginç ve manidardır. Birinci olarak bunu belirteyim.

       İkinci olarak bu sorunun baş gündem oluşturduğu bu günlerde bazı gerçeklere objektif bir biçimde ışık tutarak gerçeğin anlaşılmasına ve dolayısıyla çözüme katkı sunmak istedim.
Kürt Sorununun kalıcı bir çözüme kavuşturulması için bütün gerçeklerin konuşulup tartışılmasında sayısız yarar vardır. Yıllarca uygulanan red ve inkarın sorunu büyütmekten başka bir işe yaramadığı gibi bugün de sorun tartışılırken bazı gerçekleri görmezden gelmek ya da üstünü örtmek veya halının altına süpürmek bir fayda sağlamayacaktır. Bu nedenle tarihsel gerçek, sosyolojik durum demokratik çözüm için gereklidir.
                     

       Türkler ve Kürtler açısından bahsi geçen önemli kavşaklar, buluşma veya ayrışma noktaları olarak öne çıkan tarihi dönemeçler, önemli olayların gerçekleştiği yer, zaman ve mekanlara işaret ediyor: Bu nedenle Malazgirt, Çaldıran, Cizre, Erzincan ve Erzurum gibi yerler birer tarihi sembol olarak öne çıkıyor. Bu tarihi mekânları her iki halk açısından da, buluşma veya ayrışma noktaları bakımından beş büyük kavşak olarak değerlendirmek lazım Uzun yıllar birlikte yaşamanın temelleri bu kavşaklarda atıldığı gibi ayrışma ve çatışma noktaları da buralarda yaşanmıştır. Bu geçmiş doğru bilinmeden doğru bir gelecek kurulamaz. Örneğin Malazgirt, Çaldıran birlikte yaşamanın kavşakları olurken, Cizre ayrışmanın tohumlarını ekiyor, Erzurum başta birliği kurmanın teminatı iken sonradan aynı zamanda isyanların çıkış noktası haline geliyor. Neden? Bu sorular cevaplanmadan bu günü doğru okumamız mümkün görünmüyor. Ayrıca bu kavşaklara her iki halk açısından birlikte bakmanın yanında ayrı ayrı bakıldığında farklı anlamlar içerdiğini de belirtmek gerekiyor.

     Örneğin, Türkler açısından bakıldığında, Malazgirt büyük önem taşıyor; çünkü Malazgirt savaşı ile Selçukiler Anadolu’ya yerleşip yayılıyor. Çaldıran ile bir türlü koruyamadığı doğu sınırını Kürtlerle “etten kaleler” biçiminde korumaya alıyor Osmanlı. Botan’da (Cizre) imparatorluğu merkezileştirmek adına uygulanan baskı politikaları sonucunda Botan Beyliği ortadan kaldırılıyor ama birlik, beraberlik de bu girişimle dinamitleniyor. İlk başkaldırı, ilk ciddi çatışma burada baş gösteriyor, bir daha da eskisi gibi olmuyor, olamıyor. Erzincan’da kurduğu üst ile, II.Abdülhamid’in uyguladığı “sadakat politikası”, tekrar Kürtleri kendine (Halifeye) ve saltanata bağlamayı başarıyor. Erzurum’da ise Mustafa Kemal, hilafetin de etkisi ile Kürtlerle kurduğu ittifak neticesinde Kurtuluş hareketini doğuda Kürtlerin desteği ile başlatıyor ve sonuca gidiyor, ama sonrasında malum gelişmeler yaşanıyor. Bunlar Türk cephesinden bakılınca görünenlerdir.

    Kavşakların bir de Kürt cephesi var ki, Kürtler açısından Türklerinki kadar mutluluk verici değildir. Malazgirt’in kapılarını Türklere açan Kürtler bu eylemleriyle Türklerin bu coğrafyada sadece egemen bir devlet olmalarını değil, aynı zamanda Kürtler üzerinde de zamanla yerleşip kurumsallaşacak bir egemenliğin kapısını açmış oldular. Bu ilişki Malazgirt’te başlıyor, Çaldıran ile pekişiyor. Kürtlerin verdiği büyük destek sayesinde sadece Şia tehdidi durdurulmuyor, aynı zamanda Kanuni Süleyman’ın deyimi ile bu sınırda Şia yayılmasına karşı “Kürtlerden Kaleler” oluşturuluyor. Doğu sınırının Kürtlerle güvenceye alınması Kürtlerin bir müddet güven içinde ve özerk biçimde yaşamalarını sağlıyor, ama Osmanlının da bu güvenceden dolayı Batıya daha rahat açılmasına, sefer etmesine yol açıyor. Botan’da II. Mahmut ve Abdülmecid’in uyguladığı baskı politikaları sonucunda Kürtlerle kurulan ittifak bozuluyor. Burada yüzyıllar boyu Kürtlerin yoğun desteği ile büyüyüp kurumsulaşan güç, kendisini büyüten halkın tepesinde patlıyor. Bundan sonra yer yer iyileşme emareleri görülse bile gerçek kardeşlik ve ittifak bir daha iyileşip kendine gelemiyor. II. Abdülhamidin Panislamist politikası sadece Kürtleri Ermenilere karşı başarılı bir biçimde kullanmakla kalmıyor, aynı zamanda Kürdü Kürde karşı da başarılı bir biçimde kullanıyor. Aynı politika Erzurum’da devam ediyor. Ancak Kurtuluş savaşı bitip işin rengi ortaya çıktığında tekrar ayaklanmalar baş gösteriyor; beraberinde kan ve bastırmalar geliyor.

       Çağın ve konjonktürün de yardımı ile ortaya çıkmış olan Kürt sorunu uzunca bir dönem üstü betonlanarak buzdolabına konuluyor. Konjonktür değişince buzlar çözülüyor, sorun bütün boyutları ile tekrar ortaya çıkıyor. Bu kez de yönetenler sorunla doğrudan yüzleşmek istemiyor. Bu yaklaşım sorunu çözmek yerine içinden daha da çıkılmaz hale getiriyor.

      Geldiğimiz noktada iki kavşak daha beliriyor: Biri Kürtlerin Güney Kürdistan dedikleri Kuzey Irakta ortaya çıkan Erbil merkezli yeni bir Kürt oluşumunun dengeleri alt üst eden yapılanmasıdır. Öbürü bunun da etkisi ile Türkiye’de artık her iki tarafın da olan bitenden ders alarak sorunu çözmede gerçek bir demokrasi kavşağında buluşup buluşmayacaklarıdır. Öyle görünüyor ki bu her iki halk açısından da son bir tarihi dönemece işaret ediyor. İşte bu nedenlerle sadece tarihsel gerçekler üzerinde durmak yeterli değil, aynı zamanda bu güne uzanan sürecin sosyolojik boyutlarını irdelemek ve sonuçta ortaya çıkması muhtemel çözüm(ler) üzerinde durmak gerekir.

       Çözümün esas rengi bu son tarihi kavşakta belli olacak. Bu da iki halkın ve özellikle onların iradeleri üzerinde söz söyleme yetkisini elinde bulundurduğunu iddia eden siyasal güçlerin kabiliyet, cesaret, samimiyet ve basiretine bağlı görünüyor.

       Prof. Dr. Ahmet Özer
       SDÜ; Sosyolog
       Sınır Dergisi / Sayı 1 / Ocak Şubat 10

Ölüm De Yeşerir

Babaları, Barış’ın ve Umut’un elinden tuttuğu gibi, onları beldenin “çarşı merkezi” sayılan alanında marangozluk yapan, Bedri ustanın dükkânına götürmüştü…

Bedri usta, elindeki bir tahta parçasını doğrama makinesinde kesmeye çalışıyordu.

Ölü ağaç ve tiner kokusunun sindiği dükkânı “ne olacağını merak eden” bir ruh haliyle seyre dalmıştı çocuklar…

Babaları ile Bedri usta arasında geçen “pazarlık” nihai bir mutabakata varmıştı.

Babaları, Barış’ın ve Umut’un etlerini Bedri ustaya bırakıp, kemiklerini de kendisiyle beraber götürüp çıkmıştı dükkândan…

O esnada, insanın et ve kemikten öte, bir de düşünce ve duygu gibi iki şeye sahip olduğunu, ama neden bu duygu ve düşüncelerin paylaşılmadığını düşünmüşler miydi?

Etin ve kemiğin dışında kalan duygu ve düşünceler asıl sahiplerine, yani “Barış’a ve Umut’a” kalmıştı… Her ne olursa olsun, bu pazarlıktan iyimser bir şeyler de çıkmıştı…

Birileri, “bir insanın yalnızca kendisine ait olan kısımlarını” alamıyordu…

Alamazdı!

Sabah geldikleri marangoz dükkânında, ikindi ezanına kadar çalışmaya başlamışlardı…

Bedri ustanın soğuk yüzüne, çocukların “sıcak mevsimi” geldiği için, dükkâna kısa bir sürede alışmışlardı. İkindi ezanından sonra, marangoz dükkândan çıkıp, evlerinin sokağında olan caminin Kuran kursuna gidiyorlardı… Babaları caminin hocasıyla da, tıpkı Bedri ustayla yaptığı bir pazarlık sonucunda, “kalan etlerini hocaya bırakıp” kemiklerini de kendisi alıp, onları caminin kursuna kaydetmişti.

Tüm babaların, neden hep kemiği tercih ettiklerini, onların belki de, birer “kemik koleksiyoncusu” olduklarını düşünmüşlerdi.

Bedri ustanın marangoz dükkânında, çocukların ilgisini çekebilecek olağanüstü durumlar gerçekleşmiyordu. Kapı onarımları ve ölü ağaçlardan yapılan çatı merdivenleri, her günün değişmez programıydı. En çok sevdikleri şey, Bedri ustanın ciddiyeti eşliğinde kendi hünerleriyle yaptıkları Kuran sehpasıydı.

Caminin içindeki Kuran kursunda ise, kendilerini şaşırtan olaylar sık aralıklarla gerçekleşiyordu. Caminin bahçesinde duran bir bölmede, kocaman bir tabut saklıydı.

İmamın, bölmeden tabutu çıkarması ve tekrar geri getirmesi arasında çok farklar vardı.

Geri geldiğinde, gittiği yeri gözyaşı ve hüzün içinde bırakıyordu tabut. Caminin bitişiğinde duran mezarlıktan anlamışlardı ki, ne yapıyorsa şu tabut yapıyordu.

Barış ve Umut, tabutun adına ölüm demeye başladılar. Caminin imamı tarafından, yerine itinayla konulan tabuta gösterilen yoğun ilgiye çok kızıyorlardı…

Sonradan o beldenin sahip olduğu tek tabutun, o tabut olduğunu öğrenmişlerdi.

Ölüm (tabut) arada bir “dış göreve” çıkıyordu. Geldiğinde kendisinden hiç bir şey eksilmemişti. İmam tarafından özenle saklanılıyordu. Oysa gittiği yerleri “eksiltmekle” kalmayıp, o “eksilenlerin ardından kalanlar-ı” da, acının karanlık kuyularına atıyordu…

Çocuklar, anneleri tarafından “sabah işe gideceklerinden dolayı” odalarına gönderildi.

İkisi de aynı şeyleri düşündükleri için, huzursuzdular… Gözlerine bir türlü uyku girmeyen Umut, Barış’a dönüp:

—O “ölümü” öldürebiliriz. Dedi.

Barış hafifçe gülümseyerek:

—Ne garip değil mi? Ölümü yok etmek için bile, öldürmeye başvuruyoruz?

—Ama ben ölümün bir daha “oradan çıkmamasını” istiyorum. Dedi Umut.

Barış, biraz düşündükten sonra, ilk fırsatta “ölümü öldürmeleri gerektiğine” karar verip, uygun zamanı bekleyeceklerini söyledi.

Sabah gittikleri marangoz dükkânında, yine rutin işlerini yapıp camiye gitmişlerdi.

Kursun öğrencileri arasında en suskun olan çocuğun suskun kimliğine, bir de adsız bir hüzün eklenmişti. Bunu fark eden Barış ve Umut kardeşler, çocuğa “niçin bu kadar üzüntülüsün?” sorusuna, “yakında babamın öleceğini söylüyorlar” karşılığını almışlardı.

Suskun çocuğun babasının hastalığı ailesinin içinde sürekli konuşulduğu için, kendisini şimdiden “acının karanlık kuyusuna çıkacağı yolculuğa” hazırlıyordu… Yine “ölüm” itinayla saklanılan bölmeden çıkarılıp “birilerini eksiltmeye” gidecekti… Suskun çocuk bunun farkındaydı…

İşleyecekleri cinayetin ardından herhangi bir izin kalmamasını isteyen kardeşler, yetişkinlere has okşayıcı bir ses tonuyla “merak etme, artık kimse ölmeyecek!” dediler, kendilerinden büyük, küçük çocuğa…

Aradan geçen birkaç günden sonra, herkesin kurstan dağılmasını beklemeye başladılar. En son, imamında camiden çıktığını görünce, korku ve heyecan karışımı bir duyguyla, “ölümün” saklandığı yere doğru ilerlediler.

“ölümü” saklanılan yerden aldıkları gibi, onu caminin bahçesinde çok gidilmeyen bir kuytuya götürdüler. Çalıştıkları marangozhanede gizlice aldıkları çekiçle “ölümü” öldürme ayinine başladılar. Bir süre sonra, parçalara bölünmüş olan “ölümden” arta kalan cesedi ne yapacaklarını düşündüler. Nihayet onlarda “alışılmış geleneksel defin” işleminde karar kıldılar. “Dini vecibeleri henüz tam öğrenemedikleri için” ölümü, kazdıkları toprağa gelişi güzel bir şekilde gömdüler.

Bir ara Umut, Barışa dönüp:

Toprağa ektiğimiz ölüm, sence yeşerir mi? Dedi.

—Sanmıyorum demekle yetindi Barış.

Camiden hızlı adımlarla kaçarlarken, herkesin onlara “birer katil gibi” baktıklarını düşünüyorlardı. Oysa herhangi bir iz yoktu üstlerinde… Bazen işlenilen bir şeyin ihbarcısı, izler değil, insanın kendisi oluyordu.

Yüzleri sararmış bir şekilde eve döndüklerinde, annelerinin yoğun ısrarlarına rağmen hiçbir şey yemeden, kendilerini odalarına attılar. Uyumak istiyorlardı… Yoksa bu cinayeti başkalarının söylemesine gerek kalmadan, kendileri ihbar edeceklerdi…

Kaçamıyordu insan kendinden… Ancak uyurken “ bazen az da olsa gidebiliyordu”…

Sabah işe gitmek için uyandıklarında, caminin imamını ve Bedri ustayı, anneleriyle konuşurken gördüler… Göğüs kafesinde duran kalpleri, onlarca okla yaralanmış, acıyla kükreyen bir aslanın, hapsolduğu tuzağı pençeleriyle yırtmaya çalışması gibi çarpıyordu.

Kaçmak istiyorlardı, ama kaçabilecek bir yerleri yoktu… Uyurken az da olsa kaçmışlardı…

Ama bu yetememişti…

Anneleri “nasıl olur” gibi telaşlı bir şeyler geveliyordu.

İmam da “olay mahallinde” unutulan çekici gösterip, sonra da Bedri ustayı işaret edip bir şeyler söylüyordu… Cinayet planlandığı gibi yürümemişti…

Etlerinin sahibi olan bu iki adam, kemiklerinin sahibi olan adamın araziye çıktığını öğrenip, evden ayrılmışlardı. Ucuz kurtulduklarını düşünmemişlerdi. Yüce divanın akşam kurulacağını iyi biliyorlardı. O gün akşama kadar, marangoz dükkânına ve camiye gitmeden, babalarının eve dönmesini beklediler.

Babaları gelmeden “avukatları olan” annelerine durumu izah etmişlerdi.

Bir ara yine Umut, Barışa dönüp;

—Ölümü kaybettikleri için üzülenlerde varmış, Dedi…

Barış uzunca düşündükten sonra;

—Demek ölümün ölmesi bile “bir kayıpmış” diyebildi…

Akşam eve dönen babaları, kendileriyle konuşmadan, annelerinin de savunma dilekçesine bakmasızın, sonucu açıkladı. (öyle ya, etleri Bedri ustaya ve imama, kemikleri kendisine ait olan bu adam) ne konuşabilirdi ki, “hiç kalmış” çocuklarla…

Bedri ustanın yanında, hiç dinlenmeksizin bir tabut (ölüm) yapacaklardı…

Umut haklı çıkmıştı. Ölüm yeşerebilen bir şeydi.

Sabah gittikleri dükkânda, asık suratla kendilerini bekleyen Bedri ustanın emredici ses tonu eşliğinde, tabut yapmak için uygun tahtaları omuzlamaya başladılar…

Öğle saatlerine doğru, suskun çocuk, azılı haydutların görüşme gününe giden bir ziyaretçinin çekingen tavırlarıyla, Bedri ustaya ürkekçe:

—Umut ve Barış buradalar mı diye sordu?

Bedri usta, sende nerden çıktın dercesine “evet buradalar, ne soracaksan sor ve çık” dedi…

Suskun çocuk, ölüm imalatı yapan iki kardeşin yanına sokulup:

—Her şeyi duydum. Sizden bir şey isteyebilir miyim?

Ancak suskun çocuğun duyabileceği alçak bir sesle, iki kardeş aynı anda “iste dediler”…

Suskun çocuk:

—Bu tabutu biraz küçük yapabilir misiniz? dedi.

Umut:

—Neden?

—Belki, bu tabut küçük olacağı için, babamı içine koyamayacaklarını anlayıp, onu mezarlığa götürmezler. dedi.

İki kardeş, sorunun şokunu üstlerinden atmaya çalışıyorken, Bedri usta, çocuğu kolundan tuttuğu gibi onu dükkândan dışarı çıkardı..

Görüşme bitmişti…


M. Mahsum ORAL
Sınır Dergisi / Sayı 1 / Ocak Şubat 10

Protez Başlıklar

Geçmişini düşündüğünde çok da içi acımıyordu. Çocukluğunda dönüp dolaşıp sakat damgası yemiş olması kimliğine işlemişti. O artık öyle yaşıyor ve öyle soluyordu dışarıdaki havayı. Hayatın protez kollarının olduğunu o herkesten önce öğrenmişti. Biliyordu diyaloglar ne kadar kötü yazılırsa ayrılık o kadar yakındı. Eline aldı bavulunu yeni bir köprü kuracaktı hayatında ama bunu da biliyordu; yeni köprüler inşa etmek eskilerden parça çalmaktı. O da bunu yapıyordu hatta daha sert bir tavırla geride bıraktığı köprüleri hepsini yıkıyordu. Geleceğe sakat bedeni gibi yarım yamalak bir şeyler taşımak istemiyordu.

Çoğu kez kervanlar geçecekti yüreğinden, bir arkadaşının dediği gibi, onlara sokulacaktı. Onlardan kokular duyarak bedenine bir kez daha ağlayacaktı. O bedenindeki eksikliği hissettiği yerlerini başka bir şeylerle doldurmaya çalışıyordu. Çoğu kez zekice davranacaktı, insanların bedeninde ki eksikliği görmemesi için efsaneler yaratacaktı hayatına dair. Kimsenin aklına bile gelmeyecekti. Ne zaman ki o efsun bozulursa o da artık herkes gibi sevgi dilenmeye devam edecekti.

-Anne ben ne zaman kör odum?
-Ayağın kopmadan önce
-Ne yani benim körlüğümden önce ayağım mı vardı?
-Hayır, kolların vardı, ben ilk aslında kafanı gördüm doğduğunda, sonrasını hatırlamıyorum acımdan kıvranıyordum.
-Babam! ya babam nereme en çok ağlardı?
-Bilmiyorum oğlum en çok aklına ağlardı.
-Neden? Ben daha neremden yaralıyım anne söyle bana.
(annesi kendini bilmiş bir şekilde avlanılmaya bırakacaktı onu, o da avlanmadan önce avlanmayı bir cengâver gibi kavrayacaktı)

Hayatı en çok bir kadına yanarken anlayacağını umarken, hayat ona öyle bir sille çakacaktı ki o daha kaç kadın sevecekti artık bilmeyecekti. Kaç defa kanatmaya başladı düşüncelerini. Ama gemi çoktan yol almıştı. Rıhtım artık bulanık, sular bir fırtınadan kalma çöplerini kusacaktı denizin geniş karnına.

Bir soytarı gibi kendini attı sokaklara deliydi artık, meşruuydu şırıngayı alıp ne kadar saplasa da kimse ona ne alkolik ne de keş diyecekti. Çünkü o sınırlarını zorlayıp vatanın sınırına tecavüz etmişti. İnsan ister bedeninden ister ruhundan yaralı olsun bundan gayrı üretemediğini biliyordu. O kendinden geçerken yarattığı eserlerle dünyanın onu bir çırpıda midesine indiremeyeceği kadar sertti artık hazım sanması gerekiyordu.

-Anne ben ne zaman kör oldum?
-Sorularını bitirdiğin zaman.
-Anne ben neden siyahı çok seviyorum?
-Beyazı görseydin öyle demezdin…
-Anne ben neden seni artık duymuyorum?
-Kulaklarını kendinle çok yormazsan duyarsın

Sert olmak zorunda kalmıştı insanlara, kendine bir kale biçecekti. Çünkü o diğerlerinden eksikti. Ama o her gün kendi cezasını veriyordu zaten. Tanrı bile onu bağışlamıştı. Her daim bir ayin gibi karanlığı düşünmesi yetiyordu bütün cezalarına. Yarım yamalak yürüyordu yolları kim bilir kaç şiddetinde vuruşlarla bedeni sallanarak titriyordu her akşam. Dürüst olmak ona gelmiyordu. Mutlaka her acımada yüzü kendine tekrar tükürüyordu. Gece tekrar boğuldu, nefesi kesildi yine sustu ve susmaya devam edecekti. Daha ne kadar sus(a)ması gerekiyordu o bile bunu bilmiyordu. Annesi geldi aklına ona artıklarla sorularını soramayacaktı.

(bir oğul verdi ona protez bakışlı, lens yeşili gözleriyle hayat)
-Baba neden beni görmüyorsun?
-Ben seni duyuyorum oğlum…
-Baba ben neden diğer insanlar gibi yürüyemiyorum?
-Babanın gözlerinin neden kör olduğunu sorduğun için…

Mahmut PAKDEMİR
Sınır Dergisi / Sayı 1 / Ocak Şubat 10

Sen

Sen karanlıkları aydınlatan ışık,
Sen duvarları bezeyen sarmaşık,
Sen duygularınla her daim barışık,
Sen kelimelerle anlatamadığımsın.


Sen şiirde mısra, müzikte makam,
Sen şahika, güzeller yanında ham,
Sen gonca, çiçekler sana ram,
Sen kelimelerle anlatamadığımsın.


Sen usul usul akan bir nehir,
Sen rüyaları süsleyen bir şehir,
Sen şiddetli zehirlere panzehir,
Sen kelimelerle anlatamadığımsın.


Hüseyin AYDIN
Sınır Dergisi / Sayı 1 / Ocak Şubat 10

Sınırda Ve

duyguların yoğunlaştığı kapı eşiğinde
çaresiz bekleyen delikanlı gözlere
nasırlı ellerle mutluluğu işaret etmektir ve
zemheri soğuklarla ısınırken memleketim
sınırda sımsıcak tandır ekmeğidir ve
çıkmaz sokaklarda hayal edilen
en vefalı dosttan yürek sıcaklığıdır ve
leylada leylayı arayan mecnunun
suskun sevdalı bakışlarıdır ve
tek kurşunun hasret kaldığı yiğit bedeninde
anne feryadının kuyusunda bitmeyen suyun kaynağıdır ve
mahkum çocukların feri çözülmüş gözlerinde
prangalı aydınlıkların özgürlüğüdür ve
yontulmuş duygular varırken menziline yarin
en sevgiliye ram olmanın ötesinde hiçliktir ve
sevgi ihanet isyan vadilerinde koşarken
beyaz küheylan üzerinde maviliklerde dolaşmaktır ve
mevlana’nın mesnevisinde satırlar arası
ararken cananı candan vazgeçmektir ve
muhabbetin yerini bakışlara bıraktığı
yüceliğin en doruk zirvesinde başlar ve
aksadan harama uçarken melekler
kalemin tükendiği yerde itaat habercisidir ve
zalimin kadehinde yükselirken şarkılar
mazlumun avucunda ilaha yükselen hüznün adıdır ve
neyin diliyle sevgili varınca bedene
bahardan geriye kalan anıların iklimidir ve
endamına düşerken yağmur memleketimin sınırına
lal olmuş dillerin gökkuşağına özlemidir ve

Rıdvan DEMİR
Sınır Dergisi / Sayı 1 / Ocak Şubat 10

Tarumar Dersim

Halkımın gözlerinden akan hüzünle yıkandı Dersim
Ve öyle bir hüzün ki Munzur’a dönüştü dersin.

Canlar çıktığı gün ne çetin gündü
Öyle berrak hatırlarım ki sanki daha dündü.

Anneler yavrusuz,yavrular yuvasız kaldı
Kardeş dediklerimiz dersimden ne canlar aldı.

Bak bir sala daha okundu aziz minareden
Belki bir Çağla belki de bir Özcan ayrıldı Dersimden.

Halkım ağlayamaz oldu, tükendi gözde yaş
Bırakmadı zalimler ne evde aş ne de bedende baş.
                    Tablo / Arif SEVİNÇ

Güneş karardı yüzünü göstermez oldu
Dersimin zozanları sararıp soldu.

Bir yiğit çıktı ve biri daha
Kutsal bayrak çekti gark’a ve diğeri şarka

Hicranlı Zülküf der içindeki derdi
Dersimin figanını gözler önüne serdi..


Zülküf ATAKLI
Sınır Dergisi / Sayı 1 / Ocak Şubat 10

Tipi Ekmek ve Sevgi

Hava raporları hiç açıklanmasa da Zırav ana şubat ayı gelince havaya düşecek değişiklikleri hayat okulundan öğrenmişti.

Onun için geceden esmer ununu naylon leğene döktü ve her zamankinden daha fazla yoğurmaya başladı. Esmer unun içine biraz da fabrika unu serpiştirmeyi unutmadı ama. Yoğurduğu leğeni güzelce örttü ve dinlemeye bıraktı. Annesinden miras bu iş baba evi mesleği sayılırdı tabi o zamanlardan bu güne hamur teknesi yerine naylon leğen geçmiş bir tek.

Sabah ilk işi uyanıp tandırı tutuşturmak ve kızdırmak olacaktı.

Yorgundu, yoğurduğu hamurun verdiği bu yorgunlukla kırk yıldır aynı yastığa baş koyduğu hayat arkadaşının yaşlı uykusunun yanına uzanıverdi. Dışarıda rüzgâr dolaşıyordu sesi gelip duvarlara çarpıyor ve saçakları kızdırıyordu. Evdeki herkes bir bir uykuya geçmiş bir tek o kalmıştı uyanık. Biraz sonra içerideki yaşlı uykunun ve dışarıdaki deli rüzgârın kollarında uyumaya geçti sımsıcak gözleri.

Rüzgar şiddetini arttırınca yağan karı savuruyor tipiye çeviriyordu. Aynı saatlerde yola çıkan bir minibüs dolusu yolcu mahsur kalır. Bekledikleri saatler boyunca korkmuş, ölüm akıllarına gelip oturmuş, üşümüş ve acıkmışlardı. İçlerinden biri saatlerdir süren bekleyiş sonunda ölüm olacağını kabullenmiş ve hiç olmazsa kurtulmak için bir çaba deyip mahsur kaldıkları yere yakın bir yerleşim birimine topluca yürümeleri halinde kurtulabileceklerini kabul ettirir.

O önde diğer yolcular arkada kısa yolu tipiye direne direne bitirip evlerin olduğu bölgeye gelirler. Bağırışlarına ahali uyanır bu bağırışlara bir iki saat önce gözlerini uykuya teslim eden Zırav ana da kayıtsız kalmaz ve kuş uykusu kadar hafif uykusundan uyanır.

Gelen bu bağırışlara anlam vermek için dışarıyı gözetler ancak tipi pencerenin bütün camlarını kapatmıştır. Yatakların altındaki tabancayı çıkartır kuşağına yerleştirir ve kapıya çıkar. Bu mahsur kalan yolcuların durumunu bilmeden alır içeriye, misafir odasındaki sobayı hemencecik tutuşturur.

Bu arada gelinleri ve oğulları da yardıma gelir çok geçmeden hiç dinlemediği bu insanların hikâyesini oda ısınmaya başlarken dinler. Korkudan ve açlıktan dolayı kendilerini güvende his eden bu insanlara sabahın doğmasına daha vakit varken kimisi uykuya geçti kimisi şaşkınlıkla mutluluk arasında sendeleyip durdu.

Bu bağırışları duyan ahalinin de gelmesiyle oda tıka basa dolmuştu çoktan.

Hep birlikte aç olan bu yolculara sofrayı serdiler peynir ekmek, yanına da yeni demlenmiş sımsıcak çaylar konulunca açlık giderilmeye çalışıldı. Doyduktan sonra herkes oturduğu yerde gözlerindeki uykusuzluğu gidermeye çalıştı.

Artık sabah olmuş ve Zırav ana tandırını ateşlemişti. Evin bu misafirlerine ve çoluk çocuğuna yetecek kadar ekmek pişirmesi gerekiyordu. Ortanca gelini de gelip esmer unun ekmeğine yufka açmaya başladı ve çok geçmeden, durmadan devam eden tipinin savurduğu yerlere taze ekmek kokusu yayılmaya başladı.

Zırav ananın tandırı tutuşturduğu sıralarda Aylin öğretmen de okulda sobayı tutuşturuyordu. Daha çocukların gelmesine zaman vardı fakat dışarıda ki havaya baktı ve bu hava tekin değildi çocuklar evlerinden çıkmadan ulaşmalıydı onlara. Birkaç evi dolaştı elleri sızlamaya başladı yürünecek gibi değildi. Müezzinin evine geldiğinde aklına geleni yapmaya karar verdi. Ve cami hoparlöründen ilan etti.

Bu fedakâr Anadolu kızı Zırav ananın esmer ekmeğinin ne zaman pişeceğini biliyordu neredeyse sızlayan parmaklarından ötürü ağlayacaktı ki Zırav ananın yanına vardı. Minnacık burnu kızılcık olmuştu. Aylin"i böyle görünce dayanamadı yüreği kendi öz evladı imiş gibi paralandı yaşlı gözlerinin pınarı doldu ve dedi; ay belga daramîn ağacımın yaprağı ben seni nasıl unuttum gel hele gel! (Tandırın başındaki sedir kütüğüne oturttu) çav evinamîn aşk gözlüm gel otur bakalım.

Bir yandan ekmeği pişirirken bir yandan da Aylin"e güzellemelerini diziyordu. Son yufkaları da tandıra yapıştırıp kalktı yerinden dolu ekmek leğenini alıp eve götürdü tandır evinden.

Döndüğünde gelinlerin misafirlere yapmış olduğu yemeğin kokusu da yayılmıştı etrafa. Artık tipi de hırçınlığını bırakmış sesi soluğu kesilmişti.

Tıpkı dışarıda açan hava gibi Aylin öğretmen de açılmıştı o vakte kadar.

Misafirlerin yemeklerini gelinler hazırlarken o da kızı kabul ettiği Aylin öğretmeni alıp odasına götürdü içli çörek, yoğurt ve pekmezi serdi beraberce karınlarını doyurdular. Yaşamın ve sevdanın bütün renklerini o gün o odada konuştular.

Kapanan yol açılıp misafirler yolcu edilecekti.
Evlerin olduğu yerden yola kısa bir mesafe vardı, eli kürek tutan herkes mahsur kalan misafirleri yolcu etmek için yol açmaya başladı. Dün gece yağan karın ve rüzgârın oluşturduğu sırtların üstünden kürdiler bir biri peşinden hep bir ağızdan söyleniyordu. Çok sürmeden aracın kaldığı yere gidildi. Minibüsün yolcuları uğurlandı ve geri dönüldü.
Dönüş yolunda doğaya karşı verilen mücadelenin mutluluğu gökyüzüne şarkılar ve kürdiler eşliğinde çıkmaya devam ediyordu.
Evde ise kapanan yolların, tipinin, yağan karın aksine anne ve kızların sevdasıyla iklim ilkbahar olmuştu çoktan.

İrfan SARI
Sınır Dergisi / Sayı 1 / Ocak şubat 10

Unuttuk

Bir akşamı daha bulduk demli bir çayın dibinde.
Güneş alabildiğince silik adımlarla koşuyor gecenin kalbine doğru.
Ve her caddenin sonunda zılgıt eden, kifayetsiz iyi akşamlar beklentisi.
Aynı böyle bir gece ayrıldık uzaktaki Kürtçe kokan topraklardan.
Bir gece kopup teselli bulmaya geldik.
Yalnızlığın telaşında unuttuk gözlerimizin rengini.
Bir gecede unuttuk isimlerimizi bir gecede.
Artık etrafta ne leylak kokusu,
ne de leylak kokusuyla ıslanan demli çay muhabbetleri var.
Her şey bir gecede oldu ve kimse bilmedi.
Her şey o gecenin telaşında unutuldu.
Artık ne gaz lambaları var kendi karartılarımızda,
ne de gölge oyunları sessiz bir aile portresiyle...


Cafer Gönülçeken
Sınır Dergisi / Sayı 1 / Ocak Şubat 10

Zaman

Nasıl kalemin ucundan kaçabilir yalnızlık,
Yüreğinize sevgisini sığdıramadığınız onca insan zamana yenilip giderken…

Günlerdir üzgünüm. Herkesten bir parça anı topladım ve elime aldığım küçük bir valizle çok geçmeden geri döndüm yolumdan. Sadece siyah beyaz bir fotoğrafta kalsın istemedim çocukluğum…
Kime baksam ifadesi zor bir keder taşınıyor gözlerime. Biliyorum ki bir gün bütün mekânlar bana yabancı kalacak.
İlerleyen zamana karşı güçsüz, bir karmaşanın içinde, dünyayı sorgulamaya başlayan bir çocuk kadar cümlesizim.
Artık örmüyor uzun, karanfil kokulu bir avluda saçlarımı kimse. Kapı eşiğinde değil mavi takunyalarım. Yıllar oldu kumral saçlarımdan çekip gideli güneş.

Epeydir Narları dalından kendim topluyorum, uzadı boyum. Küçüklüğümde kaldı her biri göz nuruyla dikilmiş kadife kumaştan elbiselerim.

Belki de geç anladım… Çoktan yaşlanmış çocukluğumun eli bükülmez kahramanları…
Ben büyümüşüm.
Kimisi sonsuzluğa uğurlanmış kimisi hasta yatağında…
Bir zamanlar bize yaşamı öğreten bu insanlar suskunluğun yamacında.

Zaman kendini hissettirmeden, hızla geçerken yanı başımızdan ve ben büyüdükçe,
Kim çalacak duvarda asılı sazın tellerini… Kim toplayacak bana her yaz zerdaliyi, inciri…
Kim anlatacak göğü, denizi yeni baştan… Eskiden olduğu gibi… Kim masalım olacak, Kim tutacak ellerimden, Kim gurbetim olacak her hüzün vakti…

Günlerdir konuşmuyorum kimseyle…

Konuşursam sanki kendim de yiteceğim, geleceği yüklediğim düşlerimde.
Uzun uzun düşünmüyorum hiçbir şeyi… Günlerdir erteledim kendimi… Ben de kabullendim nasıl olsa zaman denilen o koca yenilgiyi…

Kalemin ucuna takıldıkça yalnızlık, bu gün daha çok seviyorum geçmişimi…


Elif GÖZEL
Sınır Dergisi / Sayı 1 / Ocak Şubat 10

Kadın ve Şehir

                                           Self Portrait / Bacon Francis
Bir kadın, sigarasını bastırıyordu
Şehrin iç organlarına
Sönen yalnız şehirdi


Olanca kalabalığa rağmen
Yaşadığı sadece yalnızlıktı
Aynasında gördüğü
Öfkesinde büyüttüğü
Yalnız şehir

Musa'lara asiye'ler aranıyordu
Sıkı yönetim ilan edilen
Her bir Firavun sarayında
Bir kadın sarayı gözlüyordu
Özlediği sadece Musa'ydı


Bir kadın, şehri tekmeliyordu...


Lütfi Demir
Sınır Dergisi / Sayı 1 / Ocak Şubat 10