
Bedri usta, elindeki bir tahta parçasını doğrama makinesinde kesmeye çalışıyordu.
Ölü ağaç ve tiner kokusunun sindiği dükkânı “ne olacağını merak eden” bir ruh haliyle seyre dalmıştı çocuklar…
Babaları ile Bedri usta arasında geçen “pazarlık” nihai bir mutabakata varmıştı.
Babaları, Barış’ın ve Umut’un etlerini Bedri ustaya bırakıp, kemiklerini de kendisiyle beraber götürüp çıkmıştı dükkândan…
O esnada, insanın et ve kemikten öte, bir de düşünce ve duygu gibi iki şeye sahip olduğunu, ama neden bu duygu ve düşüncelerin paylaşılmadığını düşünmüşler miydi?
Etin ve kemiğin dışında kalan duygu ve düşünceler asıl sahiplerine, yani “Barış’a ve Umut’a” kalmıştı… Her ne olursa olsun, bu pazarlıktan iyimser bir şeyler de çıkmıştı…
Birileri, “bir insanın yalnızca kendisine ait olan kısımlarını” alamıyordu…
Alamazdı!
Sabah geldikleri marangoz dükkânında, ikindi ezanına kadar çalışmaya başlamışlardı…
Bedri ustanın soğuk yüzüne, çocukların “sıcak mevsimi” geldiği için, dükkâna kısa bir sürede alışmışlardı. İkindi ezanından sonra, marangoz dükkândan çıkıp, evlerinin sokağında olan caminin Kuran kursuna gidiyorlardı… Babaları caminin hocasıyla da, tıpkı Bedri ustayla yaptığı bir pazarlık sonucunda, “kalan etlerini hocaya bırakıp” kemiklerini de kendisi alıp, onları caminin kursuna kaydetmişti.
Tüm babaların, neden hep kemiği tercih ettiklerini, onların belki de, birer “kemik koleksiyoncusu” olduklarını düşünmüşlerdi.
Bedri ustanın marangoz dükkânında, çocukların ilgisini çekebilecek olağanüstü durumlar gerçekleşmiyordu. Kapı onarımları ve ölü ağaçlardan yapılan çatı merdivenleri, her günün değişmez programıydı. En çok sevdikleri şey, Bedri ustanın ciddiyeti eşliğinde kendi hünerleriyle yaptıkları Kuran sehpasıydı.
Caminin içindeki Kuran kursunda ise, kendilerini şaşırtan olaylar sık aralıklarla gerçekleşiyordu. Caminin bahçesinde duran bir bölmede, kocaman bir tabut saklıydı.
İmamın, bölmeden tabutu çıkarması ve tekrar geri getirmesi arasında çok farklar vardı.
Geri geldiğinde, gittiği yeri gözyaşı ve hüzün içinde bırakıyordu tabut. Caminin bitişiğinde duran mezarlıktan anlamışlardı ki, ne yapıyorsa şu tabut yapıyordu.
Barış ve Umut, tabutun adına ölüm demeye başladılar. Caminin imamı tarafından, yerine itinayla konulan tabuta gösterilen yoğun ilgiye çok kızıyorlardı…
Sonradan o beldenin sahip olduğu tek tabutun, o tabut olduğunu öğrenmişlerdi.
Ölüm (tabut) arada bir “dış göreve” çıkıyordu. Geldiğinde kendisinden hiç bir şey eksilmemişti. İmam tarafından özenle saklanılıyordu. Oysa gittiği yerleri “eksiltmekle” kalmayıp, o “eksilenlerin ardından kalanlar-ı” da, acının karanlık kuyularına atıyordu…
Çocuklar, anneleri tarafından “sabah işe gideceklerinden dolayı” odalarına gönderildi.
İkisi de aynı şeyleri düşündükleri için, huzursuzdular… Gözlerine bir türlü uyku girmeyen Umut, Barış’a dönüp:
—O “ölümü” öldürebiliriz. Dedi.
Barış hafifçe gülümseyerek:
—Ne garip değil mi? Ölümü yok etmek için bile, öldürmeye başvuruyoruz?
—Ama ben ölümün bir daha “oradan çıkmamasını” istiyorum. Dedi Umut.
Barış, biraz düşündükten sonra, ilk fırsatta “ölümü öldürmeleri gerektiğine” karar verip, uygun zamanı bekleyeceklerini söyledi.
Sabah gittikleri marangoz dükkânında, yine rutin işlerini yapıp camiye gitmişlerdi.
Kursun öğrencileri arasında en suskun olan çocuğun suskun kimliğine, bir de adsız bir hüzün eklenmişti. Bunu fark eden Barış ve Umut kardeşler, çocuğa “niçin bu kadar üzüntülüsün?” sorusuna, “yakında babamın öleceğini söylüyorlar” karşılığını almışlardı.
Suskun çocuğun babasının hastalığı ailesinin içinde sürekli konuşulduğu için, kendisini şimdiden “acının karanlık kuyusuna çıkacağı yolculuğa” hazırlıyordu… Yine “ölüm” itinayla saklanılan bölmeden çıkarılıp “birilerini eksiltmeye” gidecekti… Suskun çocuk bunun farkındaydı…
İşleyecekleri cinayetin ardından herhangi bir izin kalmamasını isteyen kardeşler, yetişkinlere has okşayıcı bir ses tonuyla “merak etme, artık kimse ölmeyecek!” dediler, kendilerinden büyük, küçük çocuğa…
Aradan geçen birkaç günden sonra, herkesin kurstan dağılmasını beklemeye başladılar. En son, imamında camiden çıktığını görünce, korku ve heyecan karışımı bir duyguyla, “ölümün” saklandığı yere doğru ilerlediler.
“ölümü” saklanılan yerden aldıkları gibi, onu caminin bahçesinde çok gidilmeyen bir kuytuya götürdüler. Çalıştıkları marangozhanede gizlice aldıkları çekiçle “ölümü” öldürme ayinine başladılar. Bir süre sonra, parçalara bölünmüş olan “ölümden” arta kalan cesedi ne yapacaklarını düşündüler. Nihayet onlarda “alışılmış geleneksel defin” işleminde karar kıldılar. “Dini vecibeleri henüz tam öğrenemedikleri için” ölümü, kazdıkları toprağa gelişi güzel bir şekilde gömdüler.
Bir ara Umut, Barışa dönüp:
—Toprağa ektiğimiz ölüm, sence yeşerir mi? Dedi.
—Sanmıyorum demekle yetindi Barış.
Camiden hızlı adımlarla kaçarlarken, herkesin onlara “birer katil gibi” baktıklarını düşünüyorlardı. Oysa herhangi bir iz yoktu üstlerinde… Bazen işlenilen bir şeyin ihbarcısı, izler değil, insanın kendisi oluyordu.
Yüzleri sararmış bir şekilde eve döndüklerinde, annelerinin yoğun ısrarlarına rağmen hiçbir şey yemeden, kendilerini odalarına attılar. Uyumak istiyorlardı… Yoksa bu cinayeti başkalarının söylemesine gerek kalmadan, kendileri ihbar edeceklerdi…
Kaçamıyordu insan kendinden… Ancak uyurken “ bazen az da olsa gidebiliyordu”…
Sabah işe gitmek için uyandıklarında, caminin imamını ve Bedri ustayı, anneleriyle konuşurken gördüler… Göğüs kafesinde duran kalpleri, onlarca okla yaralanmış, acıyla kükreyen bir aslanın, hapsolduğu tuzağı pençeleriyle yırtmaya çalışması gibi çarpıyordu.
Kaçmak istiyorlardı, ama kaçabilecek bir yerleri yoktu… Uyurken az da olsa kaçmışlardı…
Ama bu yetememişti…
Anneleri “nasıl olur” gibi telaşlı bir şeyler geveliyordu.
İmam da “olay mahallinde” unutulan çekici gösterip, sonra da Bedri ustayı işaret edip bir şeyler söylüyordu… Cinayet planlandığı gibi yürümemişti…
Etlerinin sahibi olan bu iki adam, kemiklerinin sahibi olan adamın araziye çıktığını öğrenip, evden ayrılmışlardı. Ucuz kurtulduklarını düşünmemişlerdi. Yüce divanın akşam kurulacağını iyi biliyorlardı. O gün akşama kadar, marangoz dükkânına ve camiye gitmeden, babalarının eve dönmesini beklediler.
Babaları gelmeden “avukatları olan” annelerine durumu izah etmişlerdi.
Bir ara yine Umut, Barışa dönüp;
—Ölümü kaybettikleri için üzülenlerde varmış, Dedi…
Barış uzunca düşündükten sonra;
—Demek ölümün ölmesi bile “bir kayıpmış” diyebildi…
Akşam eve dönen babaları, kendileriyle konuşmadan, annelerinin de savunma dilekçesine bakmasızın, sonucu açıkladı. (öyle ya, etleri Bedri ustaya ve imama, kemikleri kendisine ait olan bu adam) ne konuşabilirdi ki, “hiç kalmış” çocuklarla…
Bedri ustanın yanında, hiç dinlenmeksizin bir tabut (ölüm) yapacaklardı…
Umut haklı çıkmıştı. Ölüm yeşerebilen bir şeydi.
Sabah gittikleri dükkânda, asık suratla kendilerini bekleyen Bedri ustanın emredici ses tonu eşliğinde, tabut yapmak için uygun tahtaları omuzlamaya başladılar…
Öğle saatlerine doğru, suskun çocuk, azılı haydutların görüşme gününe giden bir ziyaretçinin çekingen tavırlarıyla, Bedri ustaya ürkekçe:
—Umut ve Barış buradalar mı diye sordu?
Bedri usta, sende nerden çıktın dercesine “evet buradalar, ne soracaksan sor ve çık” dedi…
Suskun çocuk, ölüm imalatı yapan iki kardeşin yanına sokulup:
—Her şeyi duydum. Sizden bir şey isteyebilir miyim?
Ancak suskun çocuğun duyabileceği alçak bir sesle, iki kardeş aynı anda “iste dediler”…
Suskun çocuk:
—Bu tabutu biraz küçük yapabilir misiniz? dedi.
Umut:
—Neden?
—Belki, bu tabut küçük olacağı için, babamı içine koyamayacaklarını anlayıp, onu mezarlığa götürmezler. dedi.
İki kardeş, sorunun şokunu üstlerinden atmaya çalışıyorken, Bedri usta, çocuğu kolundan tuttuğu gibi onu dükkândan dışarı çıkardı..
Görüşme bitmişti…
M. Mahsum ORAL
Sınır Dergisi / Sayı 1 / Ocak Şubat 10
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder