Uzunca bir süredir Kürt sorunu üzerine kafa yormakta olan bir sosyolog olarak bilim insanlarının, özellikle de sosyal bilimcilerin, sosyologların, bu sorundan dolayı bunca kan dökülürken bile, araştırma yapmamalarını, kafa yormamalarını, konuşmamalarını yadırgamamak mümkün değil. Oysa bilim adamları olarak iki açıdan bu sorunla ilgilenmek gerekirdi: İlki, zaten sosyologun bir görevi de sosyal olay ve olguları incelemek ve araştırmak olduğundan bir sosyal vaka olarak konuyla ilgilenmeliydiler. Diğer bir değişle bu tür olay ve olguları araştırmak ve incelemek bir lütuf değil, sosyologun görevidir. İkinci olarak, bu ülkede yaşayan bilim insanları olarak bu meselede bunca sorun yaşanırken -kimi istisnalar hariç- bilim insanlarının hiçbir şey yokmuş gibi davranması etik değildir. Tersine böyle bir durumda, çalışma yapmak, aklın ve bilimin ışığı ile yol göstermek bilim adamı sorumluluğunun ötesinde ahlaki bir sorumluluktur.
İşte bu nedenlerle genelde bilimcilerin özelde ise sosyal bilimcilerin bu sorun karşısında derin bir suskunluğa gömülmüş olmalarını anlamak ve anlayışla karşılamak mümkün değildir. Hatta biraz daha ileri gidip bu konuda onları suçlu ilan etmek bile mümkündür. Çünkü hem görevlerini yerine getirmemişler, hem de aklı devre dışı bırakmak isteyen şiddete adeta zemin hazırlamış, yürürlük bulmasına istemeden de olsa katkıda bulunmuşlardır. Çünkü ben şuna hep inandım, eğer bir yerde akıl ve bilim hakim olursa şiddete yer olamaz. Sırf bu nedenle bile bilim insanlarını sorumluluklarını yerine getirmedikleri için sorumlu buluyorum. Tabi ki bizim bu saptamalarımız karşısında biri çıkıp da “böyle davranmanın nedenleri var” diyebilir: İlgisizlik ve kayıtsızlığın ötesinde, özgür bilim yapma ortamın olmaması, resmi ideolojinin baskısı, bu sorunlarla cebeleşmenin ödettiği bedeller, bunların hepsi var, amenna. Ama aynı zamanda aydın olarak bir bilim insanın bunları kırmak ve aşmak için çaba sarf etmesi gerekmez mi? Ülkenin ortak aklı olarak onlar yapmayacak da bu görevleri kim yapacak, kimler yerine getirecek? Özerk bir üniversite, özgür bilim için bilim insanı mücadele etmeyecek de kim edecek, bunu yapacak olanlar gökten zembille mi inecekler? O nedenle susmanın, konuşması gerekirken konuşamamanın, araştırma yapmamanın makul bir gerekçesi olamaz. Susmak, katılmak ve onaylamak anlamına da gelir aynı zamanda.
Hiç kuşkusuz bu durum sadece üniversite yönetimlerinin değil aynı zamanda orada görev yapan bilim insanlarının da içinde bulunduğu durumu göstermesi bakımında ilginç ve manidardır. Birinci olarak bunu belirteyim.
İkinci olarak bu sorunun baş gündem oluşturduğu bu günlerde bazı gerçeklere objektif bir biçimde ışık tutarak gerçeğin anlaşılmasına ve dolayısıyla çözüme katkı sunmak istedim.
Kürt Sorununun kalıcı bir çözüme kavuşturulması için bütün gerçeklerin konuşulup tartışılmasında sayısız yarar vardır. Yıllarca uygulanan red ve inkarın sorunu büyütmekten başka bir işe yaramadığı gibi bugün de sorun tartışılırken bazı gerçekleri görmezden gelmek ya da üstünü örtmek veya halının altına süpürmek bir fayda sağlamayacaktır. Bu nedenle tarihsel gerçek, sosyolojik durum demokratik çözüm için gereklidir.
Türkler ve Kürtler açısından bahsi geçen önemli kavşaklar, buluşma veya ayrışma noktaları olarak öne çıkan tarihi dönemeçler, önemli olayların gerçekleştiği yer, zaman ve mekanlara işaret ediyor: Bu nedenle Malazgirt, Çaldıran, Cizre, Erzincan ve Erzurum gibi yerler birer tarihi sembol olarak öne çıkıyor. Bu tarihi mekânları her iki halk açısından da, buluşma veya ayrışma noktaları bakımından beş büyük kavşak olarak değerlendirmek lazım Uzun yıllar birlikte yaşamanın temelleri bu kavşaklarda atıldığı gibi ayrışma ve çatışma noktaları da buralarda yaşanmıştır. Bu geçmiş doğru bilinmeden doğru bir gelecek kurulamaz. Örneğin Malazgirt, Çaldıran birlikte yaşamanın kavşakları olurken, Cizre ayrışmanın tohumlarını ekiyor, Erzurum başta birliği kurmanın teminatı iken sonradan aynı zamanda isyanların çıkış noktası haline geliyor. Neden? Bu sorular cevaplanmadan bu günü doğru okumamız mümkün görünmüyor. Ayrıca bu kavşaklara her iki halk açısından birlikte bakmanın yanında ayrı ayrı bakıldığında farklı anlamlar içerdiğini de belirtmek gerekiyor.
Örneğin, Türkler açısından bakıldığında, Malazgirt büyük önem taşıyor; çünkü Malazgirt savaşı ile Selçukiler Anadolu’ya yerleşip yayılıyor. Çaldıran ile bir türlü koruyamadığı doğu sınırını Kürtlerle “etten kaleler” biçiminde korumaya alıyor Osmanlı. Botan’da (Cizre) imparatorluğu merkezileştirmek adına uygulanan baskı politikaları sonucunda Botan Beyliği ortadan kaldırılıyor ama birlik, beraberlik de bu girişimle dinamitleniyor. İlk başkaldırı, ilk ciddi çatışma burada baş gösteriyor, bir daha da eskisi gibi olmuyor, olamıyor. Erzincan’da kurduğu üst ile, II.Abdülhamid’in uyguladığı “sadakat politikası”, tekrar Kürtleri kendine (Halifeye) ve saltanata bağlamayı başarıyor. Erzurum’da ise Mustafa Kemal, hilafetin de etkisi ile Kürtlerle kurduğu ittifak neticesinde Kurtuluş hareketini doğuda Kürtlerin desteği ile başlatıyor ve sonuca gidiyor, ama sonrasında malum gelişmeler yaşanıyor. Bunlar Türk cephesinden bakılınca görünenlerdir.
Kavşakların bir de Kürt cephesi var ki, Kürtler açısından Türklerinki kadar mutluluk verici değildir. Malazgirt’in kapılarını Türklere açan Kürtler bu eylemleriyle Türklerin bu coğrafyada sadece egemen bir devlet olmalarını değil, aynı zamanda Kürtler üzerinde de zamanla yerleşip kurumsallaşacak bir egemenliğin kapısını açmış oldular. Bu ilişki Malazgirt’te başlıyor, Çaldıran ile pekişiyor. Kürtlerin verdiği büyük destek sayesinde sadece Şia tehdidi durdurulmuyor, aynı zamanda Kanuni Süleyman’ın deyimi ile bu sınırda Şia yayılmasına karşı “Kürtlerden Kaleler” oluşturuluyor. Doğu sınırının Kürtlerle güvenceye alınması Kürtlerin bir müddet güven içinde ve özerk biçimde yaşamalarını sağlıyor, ama Osmanlının da bu güvenceden dolayı Batıya daha rahat açılmasına, sefer etmesine yol açıyor. Botan’da II. Mahmut ve Abdülmecid’in uyguladığı baskı politikaları sonucunda Kürtlerle kurulan ittifak bozuluyor. Burada yüzyıllar boyu Kürtlerin yoğun desteği ile büyüyüp kurumsulaşan güç, kendisini büyüten halkın tepesinde patlıyor. Bundan sonra yer yer iyileşme emareleri görülse bile gerçek kardeşlik ve ittifak bir daha iyileşip kendine gelemiyor. II. Abdülhamidin Panislamist politikası sadece Kürtleri Ermenilere karşı başarılı bir biçimde kullanmakla kalmıyor, aynı zamanda Kürdü Kürde karşı da başarılı bir biçimde kullanıyor. Aynı politika Erzurum’da devam ediyor. Ancak Kurtuluş savaşı bitip işin rengi ortaya çıktığında tekrar ayaklanmalar baş gösteriyor; beraberinde kan ve bastırmalar geliyor.
Çağın ve konjonktürün de yardımı ile ortaya çıkmış olan Kürt sorunu uzunca bir dönem üstü betonlanarak buzdolabına konuluyor. Konjonktür değişince buzlar çözülüyor, sorun bütün boyutları ile tekrar ortaya çıkıyor. Bu kez de yönetenler sorunla doğrudan yüzleşmek istemiyor. Bu yaklaşım sorunu çözmek yerine içinden daha da çıkılmaz hale getiriyor.
Geldiğimiz noktada iki kavşak daha beliriyor: Biri Kürtlerin Güney Kürdistan dedikleri Kuzey Irakta ortaya çıkan Erbil merkezli yeni bir Kürt oluşumunun dengeleri alt üst eden yapılanmasıdır. Öbürü bunun da etkisi ile Türkiye’de artık her iki tarafın da olan bitenden ders alarak sorunu çözmede gerçek bir demokrasi kavşağında buluşup buluşmayacaklarıdır. Öyle görünüyor ki bu her iki halk açısından da son bir tarihi dönemece işaret ediyor. İşte bu nedenlerle sadece tarihsel gerçekler üzerinde durmak yeterli değil, aynı zamanda bu güne uzanan sürecin sosyolojik boyutlarını irdelemek ve sonuçta ortaya çıkması muhtemel çözüm(ler) üzerinde durmak gerekir.
Çözümün esas rengi bu son tarihi kavşakta belli olacak. Bu da iki halkın ve özellikle onların iradeleri üzerinde söz söyleme yetkisini elinde bulundurduğunu iddia eden siyasal güçlerin kabiliyet, cesaret, samimiyet ve basiretine bağlı görünüyor.
Prof. Dr. Ahmet Özer
SDÜ; Sosyolog
Sınır Dergisi / Sayı 1 / Ocak Şubat 10
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder