18 Ağustos 2011 Perşembe

Çare(siz) İnsan

Nasıl bir kültür yerleştirdiniz zihniyetlere, nasıl başardınız?
Neyin tohumu bu…
Nereden getirdiniz?
Hangi suyla, hangi deterjanla, hangi sözle, hangi duayla, hangi alimle, hangi inançla temizlenecek?
Niye bir futbol karşılaşmasını seyrederken bu ülke insanı, takımlarının sergiledikleri oyuna değil de ırka alkış tutuyorlar ve ırksal bir düşünceyle kazanma inancındalar?
Niye uluslar arası bir müzik yarışmasında bile kulağa hoş gelen melodiyi değil de ulus mantığıyla kendimden olan en berbat melodiyi bile birinciliğe layık görmeyi kabul ediyor bu coğrafya?(örn: Eurovision)
İşçisi emek dışında her şeyden yana…
Tarih kitapları bu kadar milli…
Memuru bu kadar halkına amir…
Her yanı darbeci…
Bunları dört işleme göre yapınca, yani topla-çıkar-böl-çarp’ ınca durum aslında netleşiyor. Bütün bunların sebebi yıllarca yerleştirmeye çalıştığınız kültür sayesinde ve bu sayede de
Daha çok kırılan burunlar…
Sürüklenen çocuklar…
Dövülen kadınlar…
Atılan öğrenciler…
Suçsuz mahkûmlar olacaktır.
Ben ve benden olan demeye devam ettiği sürece, kendinden olmayanı kabul etmek bu kültür sayesinden çok zor olacaktır.
Ellerinize ve azminize sağlık istediniz oldu.
Şimdi çaresini arayın, ilacını, suyunu, alimini bulun…
Aman ha bu arayışınız da, inşa ettiğiniz kültür süresi gibi uzun olmasın yoksa ortada burnu sağlam insan kalmayabilir.

Ahmet AÇIKGÖZ  
Sınır Dergisi / Sayı 3 / Mayıs - Haziran 2010

İktisat, Şükür ve Hırs…


     Büşra, memur bir anne ve kaynakçı dükkanı olan bir babanın kızıydı. Henüz 12 yaşında ve ilköğretim 6. sınıf öğrencisiydi. Çok mutlu bir çocukluk yaşamıştı. Ailesini çok seviyordu. Fakat son 1 yıldır artık ailesinin onu eskisi kadar sevmediğini düşünüyordu.  Akşam okulundan geldiğinde anne ve babasının yüzünde bir durgunluk, gerginlik olduğu okunuyordu. Yemekler yendiğinde odasına çeliyor, anne ve babasının yersiz tartışmalarını duymamak için müziğin sesini biraz daha açıyordu.

Aslında her şey 2 yıl önce anne babasının eskiyen ev eşyalarını yenilemek ve ömürlerinde bir defa da olsa birlikte tatil yapmak isteğiyle  başlamıştı. Tatil fikri Büşra’yı da çok heyecanlandırıyordu. Belki de herkesten fazla istiyordu. Fakat, ellerinde bu isteklerini karşılayacak birikmiş bir paraları da yoktu. Ne yapalım, ne edelim derken bir bankadan ihtiyaç kredisi almaya karar verdiler. Ev eşyalarının yenilenmesi ve tatil sonrası hiç paraları kalmamıştı. Üstelik ödenecek dağ kadar borçları vardı. İlk 6 ay her şey yolunda gitti, kredinin taksitlerini gayet rahat  ödüyorlardı. Ülkedeki ekonomik krizin etkisiyle babasının işleri kötüye gitmeye başladı; alacaklarını tahsil edemiyor  ve malzemeciye borçlanıyordu. Nihayetinde 2 ay sonra dükkanı kapatmak zorunda kal. Dükkanı kapatırken bir miktar borcu olduğundan bunu da tefeciden borçlanarak ödemişti. Artık eve sadece annenin bir memur maaşı giriyordu ve  bu maaş hem evin ihtiyaçlarına hem de kredinin taksitlerini  ödemeye yetmiyordu. Derken kredinin taksitlerini aksatmaya başladı ve maaşına haciz kondu. Babanın alacaklıları da artık kapıya dayanmıştı. Artık evdeki konuşmalarda hep bir suçlu aranıyordu.
  
Büşra, odasında, annesinin ağlama ve babasının kapıyı çarparak çıkması ile son bulan,  nezaketsiz tartışmaları duymamak için başını yastıkla kapatıyordu. Her gece bildiği bütün duaları okuyarak, anne ve babasının barışmasını istiyordu. Rüyalarında belirsiz karanlık şeyler görerek sabahlıyordu. Sabahları babası kahvaltısını hazırlayıp uyandırıyor, kahvaltıyı yaptıktan sonra okula bırakıyor, akşam okuldan yine babası alıyordu.

Bu sabah kahvaltıda babası bir başka bakıyordu. Sanki söylemek istediği bir şeyler vardı. Bir şey yemedi. Hep bir cümleye başlayacakmış gibi derin derin nefes aldı, fakat bir şey söyleyemedi. Okula giderken de hiç konuşmadı. Akşam okul çıkışında, Büşrayı almaya anneannesi geldi.  Birlikte anneannesinin evine gittiler. Akşam iş çıkışında, annesi de buraya geldi. Yemekler yendikten sonra herkes odasına çekildiğinde, annesi Büşrayı karşısına alıp;Canım kızım! Babanla biz artık bu ilişkiyi sürdüremiyoruz. Bu yüzden de ayrılma kararı aldık. Babanı istediğin zaman görebilirsin, fakat artık baban bizimle yaşamayacak. Bundan sonra sana hem anne hem de baba olmaya çalışacağım’ diyerek durumu anlatmaya çalıştı. Büşra artık anneannesinde kalıyor, okuluna devam ediyor ve aynı zamanda psikolojik destek alarak hayatını sürdürmeye çalışıyor. Hafta sonları ve tatillerde annesiyle kalıyor ve babasını da ayda yılda bir görüyor.
    
Evet!....
Sadece isimleri değiştirerek verdiğim bu olay belki de toplumumuzda yaşanan binlerce aile hikayesinden sadece biridir.

Toplum olarak  görenek belasıyla hiç zaruri  olmayan ihtiyaçları da zaruri olarak görmekte, özenti psikolojisiyle kontrolsüz harcamalar yapmaktayız. Şöyle bir oto kontrol yaptığımızda kendimizden düşük imkanlara sahip olanları görmemiz gerekirken hep kendimizden daha üst seviyedekileri görmekteyiz. Bunun sonucunda kontrolsüz alışveriş kültürümüz oldu. Ayağımızı yorganımızdan fazla uzatır olduk. İktisat içinde yaşamayı unuttuk.

Halbuki iktisat, kesin bir bereket ve sıkıntısız bir geçimin anahtarı değil mi?
İktisat etmeyen insanın akıbetinin dilencilik olduğunun farkında olmak gerekmez mi?

Çok israf ediyoruz; zamanı, parayı, çevreyi, doğal kaynaklarımızı. Elimizdeki ile yetinmek varken  hırsla daha fazlasını istiyor ve bunun bedellerini ağır şekilde ödüyoruz.

Sorunun kaynağı nedir? Çözüm adına neler yapılabilir?
Aslında sorunun kaynağını da, çözümü de bulmak çok zor değil. İnsanların toplumsal hayatlarındaki bütün ahlaksızlığın ve karışıklığın kaynağı iki kelimedir:

            1- Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne?
            2-  Sen çalış ben yiyeyim.[1]

Bu iki kelimenin devamını sağlayan uygulamalar faiz alışverişi ve zekât müessesesinin iyi çalışmamasıdır. İnsanlar, ekonomik anlamda zengin ve fakir olarak iki tabakadan oluşmaktadır. Zenginle fakir arasında merhamet, iyilik, hürmet ve saygıyı ancak zekât sağlayabilir. Yoksa toplumda sınıf çatışmaları oluşur. (Emek ve sermayenin mücadelesi şeklinde, Rus ihtilali gibi) 


Özetle
Çözüm belli aslında; yeter ki bireysel düşünmeyip, toplumsal hayatımızın güzel bir noktaya ulaşması için biraz kişisel rahatlığımızdan fedakârlık edelim.
1-)Zekâtı doğru miktarda ve doğru kişilere, minnet beklemeden, başınan kakmadan Allah’ın bize verdiği malın içindeki fakirin payını görüp asıl sahibine gizlice verelim.
            2-)Faizin her türlüsünü alıp vermekten istifa edelim. Bankalardan borç almaya mahkûm kalan insanlara toplumsal dayanışma elini uzatalım.
Tefecilik ve faizciliği toplumumuzdan kaldırmadığımız müddetçe hep birileri çalışacak, diğer yandan birileri de onların rahat yaşaması için ömür boyu ezilecektir.

Velhasıl:
Hayatta mutlu olmak için çok fazla şey yapmak gerekmiyor. Herşey bizim elimizde şükür, iktisat ve kanaat ile birlikte israfın önlenmesi, toplumsal yardımlaşma müessesesinin işlevsel olarak çalışması. toplumsal kurtuluş reçetemizdir.


           Fuat KORKMAZER
           Sınır Dergisi / Sayı 3 / Mayıs - Haziran 2010


[1] Mektubat – Bediüzzaman Said-i Nursi

İnsanlığınızı Çöpleştiren Yönlerinizi Görün Biraz…


deniz için…

insan hiç kimseden gidemiyor…
herkesin bir fotoğrafını bıraktığı iç dünyası zaman zaman hassaslığını yitirse de, nedensiz gözyaşlarına film kareleri gibi düşer yaşadıkları…

hastalanıp gömüldüğümüzde yatağımıza iç gürültümüzün şiddeti artar…
duyumlarımızın altında kalan sesler… yaşadıklarımızdan arta kalanlar…
bedenimizdeki denizin içindeki canlıların anlaşma dili ne ile beslenir?
neden bozar barışını da bizi sızıya boğar?

dışarısı zaten savaş… tanrım! ölen insan…
yüzyıllarca denenmiş bu çıkarsal derya neden deneyimlerinden bir sonuç çıkarmaz?
anlaşmak için yaratılmış diller neden anlaşmama sebebi?
neden bazı ırklar bazı renklere daha sevdalı?
herkes haklı olduğu oranda haksız…

biliyorum sanatçılar en çok savaştan nemalanır…
onun yarattığı uçurumda ilan eder kahramanlığını…

bilgiyi yük gibi taşıma işleminden geçtik…
ah bize lazım anahtar kimin belleğinde saklı?
savaşlar… ölü bedenlerden çıkarılan paylar…
karşı taraftan çok kişi öldürmek daha mı haklı kılar bizi?
kazanırken kaybettiklerimizin sayacı neden tutulmaz?



kaynayan sular, açık tüpler, damlatan musluk, sebzelerin çöpe giden bölümleri…
bizi mutsuz kılmaya dayalı işimize yaramadan harcadığımız zaman…
televizyon açık kalsın izlemezsekte. bilgisayar, elektrik lambaları…
her şey ne kadar da fazla… nasıl da her şeye duyarsız yaşayıp gidiyoruz…


günde üç defa kıyafet değiştirmeyi marifet sayanlar…
sürekli yıkanmaktan titizlik payı çıkaranlar… teninizin kokusunu unuttunuz.
hiç kirlenmeden temizlenen, deterjan, krem, parfüm, oda spreyi kokan yaşamınızda hayatın kokusu yok…
her şeye duyarsızlığınız başkalarından duyarlı ve üstün olduğunuzu düşündürüyor…

aslında özel, hassas, duyarlıyım panelleri düzenleseniz de mekanik bir kimya kokuyorsunuz…
yaşamınızı akıl almaz bir israfla elitize ediyorsunuz…

bırakın teniniz yaşamışlık koksun biraz… görüntüde güzel, doğası kıt yaşamınızı düzeltin…
her şeyi çabuk eskiten tüketim duygularınızı aldırın…
insanlığınızı çöpleştiren yönlerinizi görün biraz…

atın lenslerinizi. kendi göz renginiz kendi kusurunuzla sevin sevdiğinizi…
kimleri küçümsediğinizi düşünün bir…
yandaki markete bile arabayla gidecek kadar toplu hiçbir şeye yanaşmayan yönlerinizi…

çevre düzenlemesi adına her şeyi mekanik bir hareketliliğe büründüren beton zihniniz çalışsın…
kaç canlının yaşam alanını tüketiyoruz? göz zevkimiz, rahatımız için…
ruhunuz plastikleşiyor…
içinizdeki insan polyester dökülmüş bir heykel artık.
bedenlerimizi çürütemiyor toprak…
bizi kendi döngüsüne almayarak alıyor intikamını doğa…

kişinin onu diğerlerinden ayıran kokusunu nasıl fark edeceksiniz?
teninizin kokusunu ciğerlerinde taşıyan bir sevgiliniz olacak mı? mesela…
çöpleştirdiniz kendinizi ne gömecek, ne yakacak yer kaldı…

göçtüm…
pencerenin karşısına oyuncaklar sıralıyorum…
hala hayret hala parıltıyla bakmak yaşama…
payımıza düşen bir sıcacık kucak… onu da esirgiyoruz birbirimizden…
tenimizin kokusunu… ezbere alışmamış yönlerimizi…
aşkın bizi başka bir dünyaya taşıyan büyüsünü…

söylemiştim insan hiç kimseden gidemez…
herkesin fotoğrafı var görmezden geldiğimiz iç denizimizde…

Hicran ASLAN
Sınır Dergisi / Sayı 3 / Mayıs - Haziran 2010

Kürt Sorunu İçin Bir Değerlendirme ve Bazı Öneriler - II


3. şiddeti besleyen vasatın oluşması
1071’de Malazgirt’te din kardeşliği adına Diyojen’e karşı güç birliği yapan Kürtler ile Türkler, Yavuz Selim’le 1514 yılında yaptıkları Amasya Antlaşması sonucu uzun süre özerk bir biçimde yaşamış, ilk ciddi kopuş ise Tanzimat’ın merkezileştirme politikalarının etkisi ile 1847 Mir Bedirhan’ın üzerine ordu gönderilmesi ile yaşanmıştır. Dolayısıyla kökleri Osmanlıya dayanan Kürt sorunu Cumhuriyetin kurulmasından sonra (1925 Şeyh Sait, 1927-1930 Ağrı İsyanları ile) yeniden canlanmış 1938 Dersim hareketi ile tamamen susturulmuştur. 1968  hareketleri ve 12 Mart sonrası yeniden ideolojik biçimde siyaset arenasına çıkan Kürt öğrenci ve gençlik hareketleri 12 Eylül Darbesi ile tamamen ezilerek tasfiye edilmeye çalışılmıştır. O nedenle PKK’yı da içine alan yeni dönem Kürt Meselesini 12 Eylül Darbesi ile birlikte değerlendirmek yanlış olmaz. Bu dönemin uygulamaları Kürt Sorununda adeta bir milat teşkil etmiştir denebilir.
3.1.  Güneydoğu'da 1980 askeri darbesi ile partilerin kapatılması sonucu devlet ile halk arasındaki bağlar zayıflamış, zamanla giderek bir idare ve otorite boşluğu meydana gelmiştir. Askeri idare ve askeri yöneticilerden oluşan yönetim mekanizması halk ile diyalog kurmamış esasında böyle bir arayış­ları da olmamıştır. Bu dönemde askeri yaklaşımlar esas alınmış, halka hep kuşku ile yaklaşılmış ve "zaptu rapt çı" bir zihniyet egemen kılınmıştır. Ayrıca 12 Eylül Askeri Darbesi hapishanelerde, özellikle de Diyarbakır Askeri Hapishanesinde uyguladığı akıl ve insanlık dışı işkence ve uygulamalarla hükümlü ve tutukluları ıslah etmekten ziyade militan yetiştirme kurumuna dönüşmüştür. Bu çağdışı işkenceci tutum sadece uygulamaya maruz kalanları değil ailelerini ve duyanları da derinden etkilemiştir. Bu durum halkı devlete karşı büsbütün soğutmuş; PKK bu şartlarda gelişip güçlenmiştir.
1979 yılından itibaren Bölge uzun yıllar sıkıyönetim ve Olağanüstü Hal Yaslarıyla yönetilmiş, neredeyse 20-25 yıl bu uygulamalar kesintisiz devam ederek halkı canından bezdirmiş, ayrıca ülkenin doğusunda ayrı batısında ayrı iki hukukun uygulanması vatandaşların adalet ve bağlılık duygularının zedelenmesine yol açmıştır. Dolayısıyla geriye dönüp bakıldığında aslında kimi kadroların ülkeye “iyilik” adı altında büyük kötülük yaptıkları ortaya çıkmıştır.
3.2.  1983 yılında GAP Projesi başlatılmıştır ama yapılan fiziki yatırım­ların bugün bile aradan 25 yıl geçmiş olmasına rağmen halkın refahına ve yaşam standartlarına önemli bir yansıması olmamıştır.  Çünkü bölgede GAP adı altında bazı fiziki projeler uygulanmakta, ancak projenin insani ve sosyal tarafı hep ihmal edilmektedir. Oysa GAP'ın yalnız fiziki altyapı yatırımlarından ibaret olmadığı, aynı zamanda sağlık, eğitim, tarım, sanayi, pazarlama, iletişim, ulaşım gibi sektörleri de senkronize bir biçimde kapsaması gerektiği her seferinde ortaya konulmak­tadır.
Elektrik üretimine dayalı fiziki yatırımlar (Atatürk Barajı, Karakaya Barajı gibi) büyük oranda bitirilmiştir. Bölge halkını etkileyecek olan sulama projelerinde ise büyük bir gecikme mevcuttur. Enerji projelerinde %90’a varan gerçekleşmeye karşın, bölge halkını asıl ilgilendiren sulama projelerinde bu oran % 15 bile değildir. Bitirilmiş olan barajlarda toplanan su (yoksul köylü gibi) toprakla buluşmayı beklemektedir. Çünkü kuru ziraatın yanında toprak dağılımındaki dengesizlik de önemli bir sorundur.[1]
Elektrik ise bölgeden ziyade batıya taşınarak kullanılmakta­dır. Çünkü bölgede elektrik enerjisini kullanacak büyük sanayi tesisleri yoktur. Yani Atatürk Barajı gibi dev projeler bölgesel olmaktan ziyade ulusal ve uluslararası bir nitelik taşımaktadır. Bu yönleri ile de bölge ekonomi­sine ve kalkınmasına şimdilik ciddi bir katkıları bulunmamaktadır.[2] Bir yanıyla Fırat ve Dicle’nin gemlenmesi ile bu sular Suriye ve Irak nezdinde stratejik bir unsur olarak kullanılırken öbür yandan bunlardan elde edilen enerjinin (enterkonnekte sistemle batıya taşınarak) kalkınmış bölgelerde kullanılmak suretiyle projenin bölgelerarası dengesizliği giderme amacına ters (paradoksal) bir uygulama gerçekleştirilmektedir. 
Böyle olunca da Güneydoğu ve Doğu'daki sosyo-ekonomik geri kalmışlık ile ilgili çok laf üretilmesine karşılık bugüne değin önemli bir yol kat edilememiş, bunun sonucunda işsizlik çığ gibi büyümüş; işsizlik ve ekonomik zorluklar sistem dışı çözüm arayışlarıyla buluşmuş ve sistem dışı arayışları beslemiş, bu da meşru zemindeki siyaseti olumsuz yönden etkilemiştir.
3.3. Siyasi parti tabanlarında meydana gelen boşalma onların soruna çözüm üretmemesinden kaynaklanmaktadır. Bundan iki parti varestedir, DTP ve AKP[3]. Bu partilerden biri kimlik diğeri de din siyasetine ağırlıklı olarak dayanmaktadır. Bu da bölge halkının bu iki olgu ile olan yakın bağını ifade ediyor.  Diğer parti tabanlarındaki boşalma ve çözülme ise devam etmektedir. Bunun en bariz nedenlerinden biri de Güneydoğu’nun bunca sorunlu olmasına rağmen hiçbir partinin buna ilişkin bir programının, netleşmiş bir sosyo-ekonomik ve politik çözüm paketinin olmamasıdır. Sorunu güvenlik güçlerine havale etmek kolaylığına sığınmış olan siyasilerin sundukları bu yol ülke çıkar­larına ve bölge halkına çok pahalıya mal olmuştur. Böyle bir yol demokratik ve ekonomik gelişmeden ziyade, ayrılığı teşvik etmekte hızlandırmakta, kardeşlik bağlarını aşındırmakta, ekonomiyi ağır bir bunalımın içine sürüklemektedir.
4.çözümün altyapısı için atılması gereken adımlar
Şimdi bu tespitleri yaptıktan sonra sorunun çözümüne katkı yapacak bazı somut adımları sıralamak istiyorum. Bu konuda atılabilecek dört somut adım barış, kardeş­lik ve bütünleşmeye önemli katkılar sağlayacaktır diye düşünüyorum.
4.1. Sorunları çözmenin tarihsel süreçte üç yaklaşım biçimi olmuştur.
a)Geleneksel otorite kurma yaklaşımı b) Şiddet kullanma yöntemi c) Rasyonel düşünme ve çözme biçimi.
Geleneksel otorite kurma ya da birden bire ortaya çıkan karizmatik bir liderle sorunları çözmenin bugün koşulları ve olanağı yoktur. Sorunun şiddetle çözülemeyeceğini yukarıda ortaya koymaya çalıştık. Geriye bir yol kalıyor. O da sorunu akıl ve onun işlevleriyle çözmektir, “empati” kurmaktır. Bunun yolu da özgürlükçü bir demokrasidir.
Çünkü çağımızın en temel belirleyici özelliklerinden birisi toplumların, aklın kurum ve değerleriy­le örülmüş olmalarıdır. Silahların, kanın ve barutun hakim olduğu bir ortamda akıl konuşamaz. Aklın konuşamadığı yerde ise silahlar konuşur. Aklın konuşması için silahların susması lazım. Ya da akıl yoluyla silahları etkisiz hale getirmenin yolunu bulmak lazım.
Bu anlamda, başta siyasi kurumların temsil­cileri olmak üzere, bilim adamlarının, sivil toplum örgütlerinin (sendikaların, derneklerin, birliklerin, odaların vb.) köylünün, esnafın, kentlinin yani halkın bu sorunu özgürce tartışması gerekir. Çünkü bu sorunu çözecek olan sonuçta yine halktır ve halktan güç alan temsilcileridir. Bu özellikteki temsilci ve liderler ancak ülkeyi 21.yüzyıla taşıyabilirler. Halkına karşı görevleri­ni yerine getirerek tarihteki yerlerini alırlar. Bunların başında ise siyasiler, akademisyenler, demokratik kitle örgütlerinin temsilcileri ve bunların fonksiyonel etkileşim içerisinde çalışmaları gelir.
4.2. Demokrasi bütün kurum ve kurallarıyla işletilmeli, demokratik hak ve özgürlükler hiç bir sebeple askıya alınmamalıdır. Bu hem sorunu çözecek hem de refahı sağlayacaktır. Özgür düşünce yaratıcılığı geliştirir, yaratıcılık ise zenginliğe neden olur. Yoksulluk paylaşılmaz, ama toplumsal zenginlik ve refah ise birleştirir, bütünleştirici bir rol oynayabilir. Eğer Türkiye’de kişi başına gelir 15-20 bin dolar olursa kimse bölünmeden ya da parçalanmadan bahsedebilir mi? O nedenle Türkiye ne kadar dışa açılırsa, çağdaş dünya ile ne kadar çok bütünleşirse ve demokratik standartları ne kadar yükseltirse kendi içinde de o kadar bütünleşir. Aksi takdirde dünyadan izole olmuş, kendi içine kapanmış, baskıların ve anti demokratik uygulamaların olduğu bir ülke parçalanma potansiyeline daha çok sahiptir. Bu açıdan Avrupa Birliğinin bu sürece olumlu katkı yapacağını düşünüyorum.
4.3. Ekonomide önemli bir adım atılmalıdır. Burada radikal bir öneri yapmak istiyorum: Türkiye Cumhuriyeti bir yıl boyunca bütün yatırımlarını sadece ve sadece Doğu ve Güneydoğuya yaparsa önemli bir gelişme olur. Birçok yönden doygunluk nokta­sına gelmiş ve Marmara ve Eğe bir yıl bekleyebilir. (Kaldı ki Türkiye’nin bütün önemli yatırımlarını bir bölgeye toplamasının doğru olmadığı Marmara Depremiyle de bir kez daha ortaya çıktı) Ama bu sorunun bekle­meye tahammülü yoktur. Böyle bir yaklaşım hem halkın güvenini kazanacak, hem de bölük pörçük uğraşılan bir türlü başa çıkılamayan ekonomik sorunları (bir yılda gösterilecek performansla, hem reel hem psikolojik açıdan) önemli bir aşamaya getirecektir. Böylece sorunların çözümünün temeli atılacak, bunun üstüne birçok şey bina edilebilecektir. Bu aynı zamanda birçok kez bölgeye en üst düzeyde verilmiş ama bir türlü yerine getirilememiş vaatlerin yerine getirilmesine, politika­ya yakınlık ve sıcaklık getirilmesine ön ayak olacaktır.
4.4. Yerel yönetimlerin güçlendirilmelidir. Yerel yönetimlerin gerçek kimliklerine kavuşturularak güçlendirilmesi sadece kentlerin, ilçelerin, köylerin fiziki sorunlarını gidermekle kalma­yacak aynı zamanda bölgedeki mevcut siyasi istikrarsızlığın tıkanmış olduğu noktada aşılmasına ve Kürt sorunun çözümüne büyük katkılar sağlayacaktır.
Yerel yönetimler ise 3 noktada tıkanmış durumdadır: İdari, mali ve yasal açı­dan mevcut olan bu tıkanma öncelikle giderilmelidir.
İdari olarak,  ademi merkeziyetçi bir anlayışla yerel yönetimler yeniden yapılanmalıdır. Bugün nüfusu 70 milyonu bulan Türkiye artık sorunlarının Ankara'dan tespit edildiği, çözümlerin Ankara'da üretildiği, kaynakların Ankara'dan aktarıldığı bir ülke olmaktan çıkmalıdır. Var olan katı merkeziyetçi yapı içinde zaman ve kaynak israfına dayanan bürokratik kovalamacalarla sorun­ları çözmenin, çağdaş ve modern bir Türkiye yaratmanın olanağı yoktur. Sorunla­rı yerinde çözmenin yolu yerel yönetimlere yetki ve sorumluluk vermekten geçer. Bu amaçla uluslararası diploması, adalet ve genel güvenliğin dışındaki pek çok husus çağdaş gelişmiş ülkelerdeki gibi yetki kaynak ve sorumluluk tanınarak yerel yönetimlere bırakılmalıdır. Böylece yerel inisiyatif yerel sorunları çözeceği gibi ülkenin genel olarak demokratik­leşmesine, kalkınmasına ve refahına da katkı sağlayacaktır. O nedenle idari yapıda tam bir reform gerçekleştirmenin zamanı gelmiş geçiyor bile.
Mali olarak, yerel yönetimler kendi öz kaynaklarını kendisi yaratan bir yapıya kavuşturulmalıdır. Çünkü genelde var olan mali yetersizlikler sosyo-ekonomik olarak geri kalmış olan bölgede daha da ağırlaşmaktadır. Özellikle normal kent sakinlerine hizmet vermekte güçlük çeken bölge belediyeleri, kırsal alan­lardan (can güvenliği ve işsizlik dolayısıyla) aldıkları göçler karşısında adeta felç olmaktadır. Etkin bir yönetimin yolu kendi kaynaklarını belirleyen, kullanan ve denetleyen il + ilçe meclisinden oluşan yapıların devreye girmesiyle sağlanabilir. Bu anlamda katılım ve hemşerilik bilinci önem kazanmaktadır.
Yukarıda genel hatlarıyla belirlenen hususlar yasal bir çerçeveye otur­tulmalıdır. Bu nedenle 1930'lardan kalma, bugünün koşullarına ve ihtiyaçlarına cevap veremeyen 1580 sayılı yasa (mevcut iktidarın yaptığı gibi) rötuşlarla değil kökten değiştirilmelidir. Çünkü rötuşlarla yapılacak değişiklikler sorunları çözmek yerine oyalamalarla ötelemekte ve ağırlaştırmaktadır. Türkiye'nin ise gelinen noktada oyalamalara tahammülü yoktur. Bu işler çağdaş demokratik yerel yönetim­ler (ve dolayısıyla çağdaş demokratik bir Türkiye) için gerekli ve zorun­ludur diye düşünüyorum.[4]
Bu adımlar çözümün alt yapısını oluşturmanın yanı sıra bütünleşmeyi sağlamanın adımları da olacaktır.

            Prof.Dr. Ahmet ÖZER
            Sınır Dergisi / Sayı 3 / Mayıs - Haziran 2010

[1] Bu nedenle bölgede kırsal ve tarımsal alanda çift başlı bir sorun yaşanmaktadır: Uzunca bir süredir  GAP alanında toprak suya, köylü ise toprağa hasrettir.
[2] 59. Hükümetin Güneydoğu 18. Paketi 27 Mayıs 2008-Diyarbakır’da GAP Eylem Planı çerçevesinde Başbakan tarafından açıklandı. Buna göre bitim yılı olarak hedeflenen2012 yılına kadar 26,7 milyar YTL aktarılarak proje bitirilecek. Bu sürede 1,06 milyon ha arazi sulamaya açılacak, Ilısu ile beraber Cizre ve Silvan’da birer baraj daha yapılacak, Suriye sınırındaki arazi (780 km-30 bin ha) mayından temizlenerek tarıma açılacak, 2013 yılında 8, 6 milyon kişi olması tahmin edilen bölge nüfusunun yaklaşık yarısı (3,8 milyon kişi) iş sahibi olacaktır!.”  Bu paket gerçekçi değil, çünkü en başta aktarılacak kaynak belirsizdir; mevcut ödenek politikası ile proje 20 yılda ancak bitirilebilecektir; bölgedeki bütün orta ve büyük boy işletmelerde çalıştırılan işçi sayısı toplam 84 bin iken dört yılda bu sayının 3.8 milyona çıkartılacağı iddiası hesap bilmezlik değilse aldatmacadır. Kaldı ki bölge, nüfusunun yarısından fazlası yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. (Yoksulluğun bir göstergesi olan yeşil kartla tedavi olan nüfus Türkiye genelinde, 2008'de 9,4 milyon olarak belirlenirken, bunların 2.987,753 kişisi yani üçte biri -2005 rakamlarıyla- GAP bölgesindedir.) Bu kadar yoksulun olduğu yerde uzun vadeli bekleme ve oyalamaya tahammül yoktur. Bunun yerine acil “Doğrudan Gelir Desteği” ve acil sağlık ve eğitim yardımları gereklidir.. Bölgenin illerinin, sayıları 50'yi bulan "kalkınmada öncelikli iller" kapsamına alınması, hiçbir teşvik etkisi yaratmamıştır. 2002–2006 döneminde bölgenin 21 ilinde teşvik görmüş yatırımların yüzde 4,4'ü bulan tutarı tek başına Bursa'nın yatırımlarının altında kalmıştır. Bölgeye aktarılmış görünen kamu kaynaklarının ağırlıkla "savunma ve güvenlik" için harcandığı, bölge insanının iş ve aş beklentisine cevap vermediği açıktır. Bölgeye yapılmış görünen sınırlı miktardaki kamu yatırımlarının da bölge insanının istihdam ve girişim iklimi beklentisine cevap vermeyen, enerji sektörü ağırlıklı yatırımlardır. (Mustafa Sönmez,  “Güneydoğu İçin 5K+3T Formülü”, BİA Haber Merkezi – İstanbul, 26 Mayıs 2008)
[3] AKP son yıllarda çeşitli nedenlerle kırdan göç ederek kentte gelmiş ancak mevcut koşullardan ötürü kentlileşememiş, arada kalmış kesimlerden büyük oranda oy almıştır. İyi incelenirse AKP'nin folk İslami yaşayan kırsal alanlardan ve kentli­leşme sürecini tamamlamış olan kent merkezlerinden ziyade, köyden yoksul köylü olanakları ile kente gelmiş ancak kentlileşmemiş, bu iki yapı arasında kalan gecekondulardan ve kent varoşlarından kahir ekseriyette oy aldığı görülecektir. Köyden kopmuş kentli de olamamış bu kesim arada kalmış olmanın melodramatik şokuyla bir arayış içine girmiştir. Kimi partinin dini motiflerle süslenmiş siyasal sunumu  arada kalmış bu kesim için bir umar ve sığınma kaynağı olarak ortaya çıkmakta ve yükselmektedir.
[4] Her resmi ve gayrı resmi ağzın her fırsatta dillendirdiği “hantal, baskıcı ve etkin olmayan bugünkü yönetime biçimine” son verilmeli, yönetim basitleştirilmeli ve ucuzlatılmalı, kanun ve tüzükler azaltılmalı, yerel yönetimlerin inisiyatifini genişleten, böylece yaygın demokrasi uygulayan, toplumun bütün birimleri yönetime katan, iş ve hizmet üreten, verimli ve etkin bir yönetim kurulmalıdır.

Sevdiğim

sevdiğim,
hiç bir söz ve hiç bir bakış
senden başkasına gitmiyor
senden başkasına gidecek yolum yok benim
ben kendimi sende kaybettim
                      kendimi sende buldum
kalbi aşkın kaynağı mecnun gibiyim
susuz çölün leylası
ben aşkını öptüm alnıma koydum
aklımın çürümesini önlemek için
ruhumun kaçıncı perdesini çekeyim

sevdiğim,
sen bir yaz sabahı günüme doğan güneşsin
ben ise ışığına susamış gecenin denizi
sen mavi bir ışıktan dökülen damlasın
ben ise vurgun bir ceylanın kalbi
ve sen
         gözlerimde biriktirdiğim çöl çiçeği
bakışları ölüm,
         bakışları sonsuzluk
yaşanan ve yaşatılan tüm aşkların güneşi
söyle sevdiğim
hangi aziz, hangi tapınakta kutsadı seni
kül olmak için ateşimi yaktım
kerem gibi aşk benimde hakkım

sevdiğim,
ellerim elin, gözlerim gözün
bedenim bedenin, tenim tenin
ben sana tutsaklığımda yedi kapı kilitliyim
yüreğim zindan,
           yüreğim ateş bahçesi
ben bu yangın halimle
           nasıl geçerim şiirsiz bu vadiyi
nasıl geçerim
           binbir gece masalı olan bu sarayı
çünkü ben, ellerini gördüm, ellerimi unuttum
çünkü ben, gözlerini gördüm, gözlerimi unuttum
çünkü ben, bedenini gördüm, bedenimi unuttum
çünkü ben, tenini gördüm, tenimi unuttum
çünkü ben, seni sevdim, ölümü unuttum

sevdiğim,
yüzünün sancısı sindi gözüme
sesinin ırmağına dökülmekteyim
günahsan bana
günahına mecbur ellerim
sen ne kadar ateşsen gülün kırmızısında
ben o kadar yangınım sevdanın kapısında
güzelliğinin o gümüş aynasında
sakla, sakla ne olur bakışlarını
güneşe henüz bakmaya alıştı gözlerim
çürür sonra bakışlarında tenim, eririm
nuh'un tufanı
isa'nın çarmıhı
yusuf'un zindanı
ferhat'ın suyu
mecnun'un çölü
kerem'in külü gözlerin
              sevdanın gül bahçesi gözlerin

sevdiğim,
seni sevdiysem,
bu bir okyanusun sırrına erdiğimdendir
seni sevdiysem,
parmaklarının ucuyla tüm sevenlerin kalbine değdiğindendir
seni sevdiysem,
yüreğimin ihtilal sevincindendir
seni sevdiysem,
ak saçlı, ak sakallı bir azizin tapınağında gezişimdendir
seni sevdiysem,
isminden öte isim bilmeyişimdendir
seni sevdiysem,
hergün yeniden ruhumun içinden geçişindendir
seni sevdiysem,
saçının derinliğine dökülen gönlümün ateşindendir

sevdiğim,
bende ölüm ne güzeldir
sende ölüm en güzeldir



Orhan DEMİRTAŞ
Sınrı Dergisi / Sayı 3 / Mayıs - Haziran 2010 

Sanat ve Barış


        İnsan türünün bir birikimi olan sanat, insan olmanın da birikimidir... Sanatın tarihi, aslında insanca yücelişin tarihidir. Sanatın hangi alanına bakarsak bakalım merkezinde 'insan'ı görüyoruz. Sanat daha iyi yaşama tutkusunun da kurgulandığı bir alandır. Bu yüzden "barış" düşüncesi çağdaş sanatın ve sanatçının kafa yorması gereken bir olgu olarak gündemden hiç düşmüyor... İnsanların savaştan, yokluktan, açlıktan kırıldığı bir dünyaya herhangi bir "insan"ın kayıtsız kalması düşünülemez zaten... Sanat-edebiyat adamının 'kötü'ye karşı tavrını, bu açıklığıyla kavramsallaştırılmış olarak ilk Homeros'un kaleminden okumuş olsak da, bu tavır çok daha eskilere uzanıyor olmalı...

       Tarih boyunca barış ve insanın barışı algılayışı farklılıklar göstermişse de; günümüz dünyasında insanlığın savaşa karşı geliştirdiği bilinç küçümsenemez boyutlar kazanmıştır.
       İnsani duyarlılık, gelecek adına yaşamsal olan her şeyin korunmasını savaşa karşı barıştan yana olmasında görür ve değerlendirir. Artık anlaşılmıştır ki barışı savunmak, yarını ve insanın geleceğini savunmaktır.

                                                 ***

     Savaşsızlık durumu, yani insanların şiddete baş vurmadığı ortam bir başına barış kavramının içini doldurmaya ve içeriğini yansıtmaya yetmez. Barış savaşın yokluğundan daha fazlasıdır. Toplumsal adalet, eşitlik ve özgürlük olmadan barış olmaz. Bu kavramlarla pekiştirilmemiş bir barış, eksik bir barıştır. Barış taraflar arasında bir eşitlik, karşılıklı varsayma ve kabullenme temelinde yeşerir. İnsan, grup ya da toplum olarak temel haklara sahipsek söz konusu olabilir.
     Barış kavramı da ters-yüz edilerek koflaştırılmaya, içi boşaltılmaya çalışılıyor. Barış, sadece silahların susması olarak algılanır oldu. Bu kavramın, özgürlük, eşitlik ve adalet gibi değerleri de kapsadığı gözardı ediliyor ya da kimilerince bilinçli bir şekilde böyle algılanması isteniyor.

Barış; sömürünün, açlığın, zulmün ortadan kalktığı bir dünyaya duyulan özlemdir. Barış savunuculuğu da; özlemi duyulan böyle bir dünyanın yaratılması için somut mücadele gerektiren bir olgudur. Bize belli kalıplar ve şablonlarla sunulmuş görüntülerin ve oluşturulmuş manipülasyonların ardındaki gerçekleri boşa çıkarmadan gidişata yön vermek kolay olmayacaktır. Barış, ancak sömürgen düzen ve sistemlere karşı sürdürülen mücadeleler içinde anlam bulabilir.
      Özgürlüğün, eşitlik ve adaletin olmadığı yerde barış yoktur. Savaşın olmaması şiddetin olmaması anlamına gelmez her zaman. Şiddet sömürünün her türünde ve yaşamın her alanında sürüyor aslında. İnsanı açlığa mahkum etmek de; kimliğini, kültürünü yok saymak da şiddet uygulamaktır. Sınıfın sınıfı sömürdüğü, erkeğin kadını ezdiği yapılar da birer şiddet ortamı değil midir?

Hayatın içindeki tüm insanlık dışı uygulamaları ifade ettiğimiz ölçüde barış imgesi anlam kazanabilir. Hayatı oluşturan unsurlar arasındaki uyum ve denge sağlanmadan, her tür doğa nimetinin huzur içinde paylaşımı gerçekleşmeden, şiddeti yaratan ekonomik ve sosyal etmenleri ele almadan, demokratik hak ve özgürlükleri gerçekleştirmeden barış kavramı kanamaya devam edecektir. 

Sanat ve barış kavramları; insanın, insanlaşma sürecinin ayrılmaz parçaları durumundadır. Bu anlamıyla barıştan yana olmak, sanatçının kimliğinden gelen sorumluluğunu da belirler. Bu sorumluluk, insan bilincinin barışın gerçekleşmesine engel olabilecek her türlü önyargı ve koşullandırmanın karşısında bir kalkan görevi üslenmesiyle anlam kazanabilir, bunun yolu da barış için savaşmaktan geçer ve bu savaş tarih boyunca ezilen halkların ve sınıfların ezenlere karşı yürüttüğü tüm savaşların da ifadesidir. Çünkü "modern" toplumun efendileri, barbar toplumların Dehak'larından daha az zalim değildir. Değişen şey mızrakların ve kılıçların yerini, tankların, topların ve bombaların almasıdır.bütün özgürlüklerin yok olmasıdır
    Sanat, söylenecek sözü olanların işi olduğuna göre, barış kavramı da bu duyarlılıkta insanlaşma sürecinin ayrılmaz bir parçası olmak durumundadır. Bu anlamıyla barıştan yana olmak sanatçının aydın kimliğinde gelen sorumluluğunu da vurgular. Bu sorumluluk insan bilincinin barış idealinin gerçekleşmesine engel olabilecek her türlü önyargı ve koşullandırmanın karşısında bir kalkan görevi üslenmesiyle anlam kazanır.

                                             ***

     İnsanların savaştan, açlıktan, zorbalıktan ve yokluktan kırıldığı bir dünyaya kimse kayıtsız kalamaz. Hele sanat ve edebiyat adamı "kötü"ye karşı çok net olmalıdır.

   Dostoyevski'ye göre insan, özgür bir varlık olarak kötüden sorumludur. Ona göre, kötü olan her şeyle mücadele edilmelidir.
 Goethe, büyük sanatçıların hepsinin insanlık sorununa yöneldiklerini, bu yönelimin dünya barışını sağlamada önemli katkılar sağlayacağını söylüyordu.

A. Camus'un sanatçıya yüklediği misyon, zorbalığa karşı çıkma işlevi açık seçiktir. O ne susmayı, ne de yansız kalmayı benimser. Acı çeken kitleler sustukça birilerinin onlarının yerine konuşması gerektiğini söyler - ama sanatı bir tür toplumsal din dersine dönüştürmeme koşuluyla. 1950'lerde Camus, "Tehlikelere göğüs germekten başka çaremiz yok" diyor ve şunu da hemen ekliyordu: "Elbette sanat tek başına doğruluk ve özgürlük getirecek bir dirilişi sağlayamaz, ama sanat olmadıkça bu diriliş biçimini bulamaz."

Solohov, bir yazarın kendisini karşıt güçlerin çarpışmasının üstünde, Olimpos Tepeleri'ne yükselmiş ve insan ızdıraplarına kayıtsız kalan bir tür ilah olarak değil, kendi halkının evladı, insanlığın ufacık bir parçası olarak görmesi gerektiğini, bir görevinin de dünyada barış için savaşmak ve barış savaşçılarını sözlerinin ulaşabildiği her yerde yüreklendirmek olduğunu belirtir.

"İnsan ve onun geleceğine dair kalbimizi sıkıştıran endişeye rağmen, korku ve umutsuzluk doğmamalı... Korku değil cesaretle savaşın karşısına dikilmek zorundayız. Tüm kültür yaratıcılarının en büyük görevlerinden biri budur" diyor Aytmatov.
   Sanatçının sesi bu paralellikte; Brecht Seghers; Sartre, Arogon, Nazım ve Neruda'larla daha da gürleşmiş ve duyulur hale gelmiştir.

Sanatçı, insanı 'insan' yapan duyguları yüreğinde duyduğu, insanoğluna olan ilgi ve sevgisini duygusal olmaktan çıkarıp düşünsel düzeyde belleğinde var ettiği sürece insanoğlunun onuruna, kişiliğine, özgürlüğüne ve varoluşuna yönelik her eylemin karşısında yer alır. Böyle bir duruş sanatın da varoluş nedenlerindendir. Sanatçı, savaşın topuna-tüfeğine karşı kalemini, fırçasını, notasını koymasının bir zorunluluk olduğu anlamına gelir. İşte o zaman insanın özüne ilişkin o gizli güç Eluard'ın deyişiyle "Asıl adalet"e dönüşür;
“İnsanlarda en sıcak kanun
Suyu ışık yapmaları,
Düşü gerçek yapmaları,
Düşmanı kardeş yapmaları”dır…

Savaşın kahredici ortamına dayanamayarak yenik düşen yazarlar da olmuştur. Virginia Woolf, II. Dünya Savaşı'nın devam ettiği günlerde eşine yazdığı kısa mektupta; "Çıldıracağım, bu tüyler ürpertici günlerde yaşamımı sürdüremeyeceğim gibi bir duygu var içimde. Bu duyguyu yenmeye çalıştım, olmuyor" diyordu. Bilindiği gibi bu Woolf'un son mektubudur.
                       ***

        Sanatçı da her insan gibi kendisini ilgilendirmeyen işler olduğu gerekçesiyle vicdanını yatıştırmaya çalışmamalı. Ne diyordu H. Cibran: "zalim zulmünü işletirken, ak ellilerin elleri temiz olamaz".
       Barış içinde bir yaşamı hazırlamada kendine insanım diyen herkese görev düşüyor. Düşünce ve amaçları ne olursa olsun her kesimin ve onları temsil eden kitle örgütlerinin bu konuda aktif rol üstlenmeleri gerekir. Ancak bu sayede savaşı kışkırtan politikaların önüne geçilebilir.

         Evet, bu konuda herkese sorumluluk düşüyor…En çok da sanatçılara, şairlere, yazarlara, aydınlara…
       


         A. Hicri İZGÖREN
         Sınır Dergisi / Sayı 3 / Mayıs - Haziran 2010

Kesik El


Peşim sıra miyavlayıp duran uzun tırnaklı, kara kuru haliyle de gecenin dinginliğinde keman gibi yankılanan yavru bir kediciğin o çaresiz sesi, beni bulunduğum mekândan alıp, küllenmemiş anılarımın hayli tanıdık gelen kollarına bıraktı… Sokaklardaydım gene. Yarı aç yarı tok bir meczup gibi dolanıp, deliler gibi konuşup durduğum o yıllar… Kör bir hançere dönüşüp sürekli ortalığı kana bulayanların; kurşun gibi de ağır işleyen siyasal/kültürel cangılında; hançeresini yırtarcasına haykıranların, çıldırtan ölü sessizliğe karşı küfür etmeyip ellerindeki mumları yaktığı demlerde, elbet balık tutmak için bulanık suya ihtiyacın olduğu bir toz duman içinde, hayli bir zaman, bizlere de, kesilmiş bir el kadar acıya teşne olmak nasip oldu. Kesik el: Daha dokuz yaşındaki çocukların ırzına geçilmiş bir cinnet ülkede/ilçede (Kızıltepe), benim de yaşamış olduğum, lanet olasıca utancın karşılığı değilse bile; nicedir, soğuk matematiksel rakamlarla anlamını bulan binlerce ölü candan devşirilmiş bir kanlı mirasın, kirli savaş enkazından payımıza düşmüş bir ‘diyet’ olsa gerekti; kanayıp duran şu kesik el(im). Ki hâlâ kanayıp durur bu el.

***

Bir araya getirdiği sözcükleri harman yerinde rüzgâra karşı savurmayı marifet addeden silme işgüzar taifesiyle, bıçak sırtı kadar keskin çizilmiş/kesilmiş bir kırmızı çizgide bulunur bu kesik el(im). Deli Dumrul edasıyla, heyheylerim(iz)in tuttuğu ve cümle eli kesilmişlerin safında savaşmak namına -Onlar için elbet- öfkesini an be an diri kılmaya çalışan bir yürek bir kalem olmaya kendisini vakfetmiş biri(leri) için, gencecik insanların kanı üzerinden, o kana basıp ikbal kazanmışlardan olmamayı daha çok önemsemiş olmamız, sebepsiz bir duruş olmasa gerek. İnsan kanına basıp yükselmeye çalışan cümle duygu sömürücülerden olmadık hiç. İyi ki de olmadık!

***

Ne idüğü belirsiz kelimelerle bir araya getirilmiş ama birlikte durmaya azami imtina eden gırla yabancı ifadelerin içinde boğulmaktansa; kabuk tutmasını engellediğimiz kesik elimi(zi), dünyevi nimetlerden çok önemsemiş olmak, ne büyük bir onur!  Kanasın ki elimiz; daim rahat olsun vicdanlarımız! İhanet mefhumu olarak bildiğim/gördüğüm ‘unutmak’ sözcüğünün can yakan kötürüm dişlileri arasında ilenmektense; daha çürümemiş tuz(um)dan (tuz çürür mü demeyin şimdi, çürür elbet!), cebimde bulundurduğum o tuzdan, avuç avuç kanayan elime boca etmekten gıdım sakınmayışım(ız)dandır, kendiliğine bir ‘duyarlılık’ kazanmam(ız). Her şeyi hiçbir şey yaşanmamış gibi unutmak!.. Ne kadar korkunç!.. İlkin, uzvunuz olan bu kesik el, ‘yaranızı’, görmezden gelmenizi sağlar, unutmak! Hayatı manasız görmeye meylettirir; kendi iradeniz dışında hizaya sokulur benliğiniz! Ez cümle; sözcükleri zapturapt altına alınmış bir insan veya toplumun, köle olmak dışında, pek bir alternatifi de kalmayacaktır, unuttuğunda! Köleliktir unutmak!

***

Cesaret nişanesi gibi gözüken ama her halinden hastalıklı bir ruh halinin karın ağrıları olarak kâğıda döküldüğü besbelli olan, az önce sarf etmiş olduğum sloganik cümlelerim, slogan, slogan, slogan! Boşboğazlıklar(ımız)a, ‘karın ağrısı’ diyerekten, kendimi(zi) sütten çıkmış bir ak kaşık olarak lanse ederek, bu işi geçiştirmenin, ne basit bir yalan olduğunu, bu teatral rezaletin, hep kendini arzın merkezine yerleştirip, sağa sola kallavi sözlere sırtını dayamış olduğu (araf’ta kalmış fani olduğu vb.), yalanını insanlara yutturup yutturmadığı da o kadar önemli değildir artık. Kendisi yutuyor mu siz ona bakın!.. Laga luga etmeden söylemek gerekirse; ben bu ‘meselenin’ adını koydum kendimce. Sizler içinde de vakit çoktan erişti. Korkmadan söylemeli: Hastayız! Hasta! O kadar!

***

Başı dumanlı sözcüklerden olma bir kılıç kalkan vücuda getirip, anırmaktan başka bir marifet göstermemiş katırlara inat (katır hoş durmadıysa, onun yerine yel değirmenlerini de koyabilirsiniz!), Don Kişotvari bir karşı duruş sergilemenin, şu ‘hastalıklı’ reddeden sonra, ne kadar elzem olduğu da tartışma götürmez.

***

Gecenin karanlığında, paçalarıma dolanmış o beyaz sivri tırnaklarıyla miyavlayıp duran kara kuru kedinin ta kendisiydim aslında; kediden (benden) korkup kaçsa da sevgili eşim! O gece kaçmaya çalıştığım(ız), aç ve de kirli kedinin, yüreğime değen/işleyen çığlığına (resitaline), böyle duyarsız kalmışlığımdan utandım sonra. Konuşa geldiğim şeylerin ne kadar yavan/ikiyüzlü bir riyakârlığın beş para etmezliğine delalet olduğunun ifadesiydi çünkü o kara kuru kedicik. Ki zaten, yavan–ucuz ve de beş para etmeyen şeyleri alıp yazı diye sunmak; bir tür günah çıkarma ayinini değilse neydi? Kesik elimi lime lime doğrayıp şimdi; gecenin karanlığında peşim sıra beni takip eden o yavru kediye yedirmek de kâfi gelmeyecektir; kendime attığım cümle iftiraları telafi etmeye! Ne diyorsanız deyin, kedi yavrusunun sesine karışan o gece, hem hasta hem de yalancı olduğumu anlamama yetti de arttı!

Uzun tırnakları ve kara kuru rengiyle, gecenin içinde çaresiz sesi boşlukta keman gibi yankılanan bir kedi yavrusu… Hem hasta hem de yalancı olabilme riskini de göze alıp; daha küllenmemiş anılarınızın kollarına kendinizi bırakmaya ne dersiniz şimdi; gecenin karanlığını keman gibi kaplayan o kedi yavrusu gibi.

            Metin AYDIN
            Sınır Dergisi / Sayı 3 / Mayıs - Haziran 2010

At Sırtı Hayallerde Büyümek


            yaşamak böyle miydi çocukken?
            hayata baktığımız o gözlükler nerde?
            kim kırdı,kim kapattı o dar penceremizi?
            at sırtında kurulmuş hayaller nerde?
            kim alıkoydu bizi rüyalardan kim?
            hayatla oynamak ne güzeldi;
            ve hayat oynamaktan ibaretti.
            oyun oynuyor zannederdim büyükler de,
            hani insan içinde insanlık nerde?
 
            yaşamak böyle miydi çocukken?
            o pembe perdenin ardında bunlar mı vardı?
            neden kimse okşamaz saçlarımı artık?
            bayram şekerlerim vardı ya, hani?
            paramız yoktu paraya sevdamız da
            ne yapmacık gülüşler vardı yüzümüzde
            ne riya kokan sözler dilimizde,
            oysa ne güzeldi hayat evcilik oynarken
            ben babam olurdum her defasında
            ve çocuk olmaya yeltenirdik çocuk aklımızla
            ah o büyümek! nasıl da beklerdik onu,
            büyüdük büyüdük de, beklemezdik bu sonu
            ve büyümek bozdu o güzelim oyunu...


            yaşamak böyle miydi hayal kurarken?
            kim gem vurdu at sırtı hayallerimize?
            dündeki yarınlar,yarındaki dünler nerde?
            ayrılık mıydı yoksa?
            her şeyden ve herkesten tek celsede?
            sana sarılamamak mıydı, sımsıkı?
            yalnızlığa kök salmak mıydı?
            menfaat özlü dostlukların bağrında,
            ya da gülmeyi unutmak mıydı?
            o çok özendiğimiz büyümek,
            başımızda işte büyüklüğün mizacı,
            bir daha çocuk olamamak ne acı,
            oynanmadı çocukken yazdığım onca sahne
            bu muydu büyük olmak?
           
büyümek bu muydu anne?


           Müjdat GÜVEN
           Sınır Dergisi / Sayı 3 / Mayıs - Haziran 2010

Yanlış Bir Adreste Okunan Mektup!


“ihtişam baktığın şeyde değil bakışında olmalı…”
                           andre gide


Kaf dağının ardındaki bir kahraman değildi aradığı...
Saat on ikide apar topar terk edilen sarayın merdivenlerinde düşürülen pabucun esrarlı sahibini bulmak gibi bir derdi de yoktu üstelik.
Elini radyonun ayar düğmesinde sabit tutan ve hoşuna giden herhangi bir frekansı bulamamış olmanın huzursuzluğunu yaşayan şoförü izlediğinde, kendisinin ne istediğini biliyor olması onu mutlu etti.
Sık aralıklarla gittiği geneleve varmak üzereydi.
Dolmuştaki yolculara bakıp bayanların çoğunlukta olduğunu görünce, dolmuşun genelevi geçmesine ses çıkaramadı.
Genelev şehir dışında ıssız bir yerde kurulmuştu.
Ve o esnada inmek istediğini söylediği takdirde herkesin onun nereye gideceğini anlayacaklarını düşündü.
Az ileride bir şantiye vardı. Onun gibi genelev müşterilerinin tümünün inmek için şoföre işaret ettikleri masum bir duraktı orası.
Şantiyenin önünde dolmuşu durdurup geneleve doğru yürümeye başladı.
Az bir zaman sonra kırmızı boyalı bir binadan içeri girmişti. O an, sık aralıklarla gelmesine rağmen hiç düşünmediği bir şeyi düşündü.
Bu binanın boya işlerini üstlenmiş olan adamın zevkine lanet okudu.
Kendisini çağıran kadınlara, hemen tav olacak bir adam olmadığını göstermek için umursamaz bir tavır takındı. Kadınlar ona seslenmeye devam ediyorlardı.
Birbirlerinden kopya çekerek ezberlemiş oldukları düşündüğü acı hayat hikâyelerini çok dinlemişti onlardan. Ona göre iki tür kadın vardı. Bu iki türlü kadınla hep bir savaş arenasında çarpışmaktaydı. Buradaki kadınlar yenmiş oldukları mağlubun sadece ganimetine el koyup sonra salıverirlerdi. Oysa dışarıdaki kadınlar için ganimet, sadece esir yakalamaktı.
Bu yüzden, cebindeki parasını kaybetme riskinden daha kötü bir durum yaşamayacağını iyi biliyordu.
Giriş bölümünün kıyı bir yerinde oturan bir kadın fark etti ve sebebini anlamadığı bir duyguyla ona doğru yürümeye başladı. Bir kadına sığınmaktı yürüyüşü. Bir kadından kaçıyordu, kendini bulduğu yer bir başka kadındı. Belki de bu yüzdendi, her zehrin içinde bir panzehirin olması.
Diğer kadınlar çok fazla konuşup onu çağırdıkları için, nedense onları karısına benzetmişti. Ama bu kuytu köşede oturan kadın başkaydı. Susuyordu.
Başı önüne eğik olan bu kadına yaklaştığında ücreti sordu.
Genelevin belirli fiyatını kadından öğrenince, odasına gitmek istedi ve birlikte odaya yürüdüler.
Kadın, adamın karşısına dikilip yüzüne baktı.
Bu gözler dedi... Şimdiye kadar neden kimse onları yazmamışlardı?
Yoksa yazan adamların hiçbiri daha henüz böyle gözlere bakmamışlar mıydı?
Yoksa bakıp da artık yazmaktan vazgeçmişler miydi?
Kaç şair bu gözlerin mezarlığında gömülmüştü?
—Bu gözleri anlatamadıklarını anlatan kim bilir ne çok insan olmuştur, dedi.
Kadın:
—Gözlerimi beğendin mi?
—Gözlerin, yanlış bir adreste okunduğu için şiirleri silinmiş mektuplar gibi!
Kadın:
—Güzel şiirleri olan mektupların kaderidir, yanlış adreslerde okunmak!
Kadın, adama dokunup üzerindeki ceketi çıkaracakken, adam buna engel oldu.
—Dokunacak ellerim vardı, gözlerinden önce.
—Ne oldu onlara?
—Bilmiyorum, gözlerinin hangi hücrelerinde tutuklu kaldıklarını!
—Çok farklısın, kimsin sen?
—Bakışlarında unuttuğu bir dili olan bir adamım, hepsi bu.
—İşimi yapmama engel olacaksan, çıkmak istiyorum.
— İnsan, yıldızları sadece seyredebildiği için, bu kadar güzel yıldızlar. Sana dokunursam, koparılmış olur gökten ışıklar...
Kadın yavaş adımlarla terk ederken odayı, adam arkasından bakakaldı…
Adam, binayı kırmızıya boyatmayı akıl eden adama küfür etmekten vazgeçip oradan uzaklaştı.
Yolda yürüdüğünde, her şeyin durmuş olduğunu sandı. Aklında henüz bir adını bulamadığı bir çift göz vardı. Bir rengi olmalıydı o gözlerin. Mavi, kırmızı, sarı, mor, eflatun, pembe, menekşe dedi.
Hiçbiri uymuyordu…
Gece boyunca o kadını düşledi. Seviştikten sonra adını unuttuğu bir kadın çıkmamıştı karşısına... Bu kadın neden farklıydı?
Onu özledi. Özlemek; uzaklara bakıp uzaklardan bir şeylerin gelmesini beklemek gibiydi.
Ama bazen, uzaklara bakıp bir şeyin gelmesini beklemek yetmiyordu insana.
Uzaklara gitmek gerekirdi.
Sabah olmuştu ve kırmızıya boyanmış binadan tekrar içeri giriyordu adam.

Kadının müşterisi odada olduğu için onu beklemek zorunda kalmıştı. Odadan, fermuarını çıkarken çekmeye çalışan ve bu hareketle dışarıdakilere erkekliğini ispatladığını düşünen bir adam çıktı.
Adam, bu densiz herife dayak atmak istedi. Ve bu densiz herifi döverken, suya gitmiş olan tüm eşeklerin kırmızı ışıkta mahsur kalıp bir türlü dönmemelerini diledi.
Sonra vazgeçti, yeşil ışıklar bir bir yandı...
Adam, odadan içeri girerken kadınla tekrar göz göze geldi.
Bakıyorum o halde varım diye düzeltti felsefeyi... Daha önce hiç olmadığını düşündü.
Kadına bir tomar para uzattı. Kadın sadece küçük bir kısmını alıp soyunmaya başladı.
Adam tekrar karşı çıktı ve gözlerini kaçırdı. Kadın, sevişmek denilen şeyin, yaptığı ücret karşılığındaki iş gibi bir şey olmadığını anlamıştı.
Adamdan bir şeyler anlatmasını istedi.
Adam, daha fazla konuşmasına engel olacak diye düşünmeyi hiç denemeyen karısından, sekiz çocuğundan, geçirdikleri hastalıktan, dolandırıcılık yaparak geçindiğinden bahsetti uzun uzun...
Kadın inanmadı, bu kadar saf olan bir adamın dolandırıcı olabileceğinden.
Ama adam gerçekleri söylüyordu.
Kadın, meslektaşlarından kopya çekerek ezberlediği bir hayatı anlatmadı adama...
İlklerinden,düşlerinden,yangınlarından,küllerinden,sustuklarından, esaretinden konuştu...
Adam, sadece kadının yanaklarından öpüp ayrıldı oradan.
Ve her gün gelmeye başladı kadına. Hep konuşuyorlardı, yeni bir dil icat etmişlerdi birlikte...
Adam, bir tomar parayla kadına geliyordu, kadın küçük bir miktar alıp kasaya teslim ediyordu.
Konuşmak için bir nedenleri vardı, çünkü susuyorlardı yokluklarında...
Kadın, git diyordu adama. Adam, gittiği yerde onu bulduğunu söylüyordu.
—Neden her yerdesin?
—Beni de götürüyorsun!
Hepsi buydu...
Binanın kırmızısını beğendiği günlerden bir gündü.
Kanayan bir yanı vardı, kadına benziyordu.
Kadının odasına vardığında başka bir kadını görmesi onu şaşırtmıştı.
Adam sadece güzel gözlü kadına gittiği için, diğer mesai arkadaşları tarafından tanınmış hale gelmişti.
Odadaki yabancı kadın( Öyle ya ona herkes artık yabancıydı)

— O gitti!

— Nereye?

—Bilmiyorum! Başka şehre “götürülmüş” olabilir.

—Doğru ya! Gittiği yer yanlış bir adres olduktan sonra ne önemi vardı ki nerede olduğunun!

—Sana bu zarfı bıraktı.


Adam, zarfı eline alıp oradan uzaklaştı. Mektubun içindeki şiirler o mekânda silinebilirlerdi...
Yazılmış şiir çok kısaydı.
Öylesine güzel bakıyordun ki, yok saymıştım sahte olan her şeyi...
Adam zarfın içinde başka bir şey olduğunu hissetti.
Zarfın içinden çıkardığı şey, bir çift lensti...
Yürümeye devam etti, duvarları kırmızıya boyayan bütün boyacılara küfür ederek...

M. Mahsum ORAL
Sınır Dergisi / Sayı 3 / Mayıs - Haziran 2010