“ihtişam baktığın şeyde değil bakışında olmalı…”
andre gide
Kaf dağının ardındaki bir kahraman değildi aradığı...
Saat on ikide apar topar terk edilen sarayın merdivenlerinde düşürülen pabucun esrarlı sahibini bulmak gibi bir derdi de yoktu üstelik.
Elini radyonun ayar düğmesinde sabit tutan ve hoşuna giden herhangi bir frekansı bulamamış olmanın huzursuzluğunu yaşayan şoförü izlediğinde, kendisinin ne istediğini biliyor olması onu mutlu etti.
Sık aralıklarla gittiği geneleve varmak üzereydi.
Dolmuştaki yolculara bakıp bayanların çoğunlukta olduğunu görünce, dolmuşun genelevi geçmesine ses çıkaramadı.
Genelev şehir dışında ıssız bir yerde kurulmuştu.
Ve o esnada inmek istediğini söylediği takdirde herkesin onun nereye gideceğini anlayacaklarını düşündü.
Az ileride bir şantiye vardı. Onun gibi genelev müşterilerinin tümünün inmek için şoföre işaret ettikleri masum bir duraktı orası.
Şantiyenin önünde dolmuşu durdurup geneleve doğru yürümeye başladı.
Az bir zaman sonra kırmızı boyalı bir binadan içeri girmişti. O an, sık aralıklarla gelmesine rağmen hiç düşünmediği bir şeyi düşündü.
Bu binanın boya işlerini üstlenmiş olan adamın zevkine lanet okudu.
Kendisini çağıran kadınlara, hemen tav olacak bir adam olmadığını göstermek için umursamaz bir tavır takındı. Kadınlar ona seslenmeye devam ediyorlardı.
Birbirlerinden kopya çekerek ezberlemiş oldukları düşündüğü acı hayat hikâyelerini çok dinlemişti onlardan. Ona göre iki tür kadın vardı. Bu iki türlü kadınla hep bir savaş arenasında çarpışmaktaydı. Buradaki kadınlar yenmiş oldukları mağlubun sadece ganimetine el koyup sonra salıverirlerdi. Oysa dışarıdaki kadınlar için ganimet, sadece esir yakalamaktı.
Bu yüzden, cebindeki parasını kaybetme riskinden daha kötü bir durum yaşamayacağını iyi biliyordu.
Giriş bölümünün kıyı bir yerinde oturan bir kadın fark etti ve sebebini anlamadığı bir duyguyla ona doğru yürümeye başladı. Bir kadına sığınmaktı yürüyüşü. Bir kadından kaçıyordu, kendini bulduğu yer bir başka kadındı. Belki de bu yüzdendi, her zehrin içinde bir panzehirin olması.
Diğer kadınlar çok fazla konuşup onu çağırdıkları için, nedense onları karısına benzetmişti. Ama bu kuytu köşede oturan kadın başkaydı. Susuyordu.
Başı önüne eğik olan bu kadına yaklaştığında ücreti sordu.
Genelevin belirli fiyatını kadından öğrenince, odasına gitmek istedi ve birlikte odaya yürüdüler.
Kadın, adamın karşısına dikilip yüzüne baktı.
Bu gözler dedi... Şimdiye kadar neden kimse onları yazmamışlardı?
Yoksa yazan adamların hiçbiri daha henüz böyle gözlere bakmamışlar mıydı?
Yoksa bakıp da artık yazmaktan vazgeçmişler miydi?
Kaç şair bu gözlerin mezarlığında gömülmüştü?
—Bu gözleri anlatamadıklarını anlatan kim bilir ne çok insan olmuştur, dedi.
Kadın:
—Gözlerimi beğendin mi?
—Gözlerin, yanlış bir adreste okunduğu için şiirleri silinmiş mektuplar gibi!
Kadın:
—Güzel şiirleri olan mektupların kaderidir, yanlış adreslerde okunmak!
Kadın, adama dokunup üzerindeki ceketi çıkaracakken, adam buna engel oldu.
—Dokunacak ellerim vardı, gözlerinden önce.
—Ne oldu onlara?
—Bilmiyorum, gözlerinin hangi hücrelerinde tutuklu kaldıklarını!
—Çok farklısın, kimsin sen?
—Bakışlarında unuttuğu bir dili olan bir adamım, hepsi bu.
—İşimi yapmama engel olacaksan, çıkmak istiyorum.
— İnsan, yıldızları sadece seyredebildiği için, bu kadar güzel yıldızlar. Sana dokunursam, koparılmış olur gökten ışıklar...
Kadın yavaş adımlarla terk ederken odayı, adam arkasından bakakaldı…
Adam, binayı kırmızıya boyatmayı akıl eden adama küfür etmekten vazgeçip oradan uzaklaştı.
Yolda yürüdüğünde, her şeyin durmuş olduğunu sandı. Aklında henüz bir adını bulamadığı bir çift göz vardı. Bir rengi olmalıydı o gözlerin. Mavi, kırmızı, sarı, mor, eflatun, pembe, menekşe dedi.
Hiçbiri uymuyordu…
Gece boyunca o kadını düşledi. Seviştikten sonra adını unuttuğu bir kadın çıkmamıştı karşısına... Bu kadın neden farklıydı?
Onu özledi. Özlemek; uzaklara bakıp uzaklardan bir şeylerin gelmesini beklemek gibiydi.
Ama bazen, uzaklara bakıp bir şeyin gelmesini beklemek yetmiyordu insana.
Uzaklara gitmek gerekirdi.
Sabah olmuştu ve kırmızıya boyanmış binadan tekrar içeri giriyordu adam.
Kadının müşterisi odada olduğu için onu beklemek zorunda kalmıştı. Odadan, fermuarını çıkarken çekmeye çalışan ve bu hareketle dışarıdakilere erkekliğini ispatladığını düşünen bir adam çıktı.
Adam, bu densiz herife dayak atmak istedi. Ve bu densiz herifi döverken, suya gitmiş olan tüm eşeklerin kırmızı ışıkta mahsur kalıp bir türlü dönmemelerini diledi.
Sonra vazgeçti, yeşil ışıklar bir bir yandı...
Adam, odadan içeri girerken kadınla tekrar göz göze geldi.
Bakıyorum o halde varım diye düzeltti felsefeyi... Daha önce hiç olmadığını düşündü.
Kadına bir tomar para uzattı. Kadın sadece küçük bir kısmını alıp soyunmaya başladı.
Adam tekrar karşı çıktı ve gözlerini kaçırdı. Kadın, sevişmek denilen şeyin, yaptığı ücret karşılığındaki iş gibi bir şey olmadığını anlamıştı.
Adamdan bir şeyler anlatmasını istedi.
Adam, daha fazla konuşmasına engel olacak diye düşünmeyi hiç denemeyen karısından, sekiz çocuğundan, geçirdikleri hastalıktan, dolandırıcılık yaparak geçindiğinden bahsetti uzun uzun...
Kadın inanmadı, bu kadar saf olan bir adamın dolandırıcı olabileceğinden.
Ama adam gerçekleri söylüyordu.
Kadın, meslektaşlarından kopya çekerek ezberlediği bir hayatı anlatmadı adama...
İlklerinden,düşlerinden,yangınlarından,küllerinden,sustuklarından, esaretinden konuştu...
Adam, sadece kadının yanaklarından öpüp ayrıldı oradan.
Ve her gün gelmeye başladı kadına. Hep konuşuyorlardı, yeni bir dil icat etmişlerdi birlikte...
Adam, bir tomar parayla kadına geliyordu, kadın küçük bir miktar alıp kasaya teslim ediyordu.
Konuşmak için bir nedenleri vardı, çünkü susuyorlardı yokluklarında...
Kadın, git diyordu adama. Adam, gittiği yerde onu bulduğunu söylüyordu.
—Neden her yerdesin?
—Beni de götürüyorsun!
Hepsi buydu...
Binanın kırmızısını beğendiği günlerden bir gündü.
Kanayan bir yanı vardı, kadına benziyordu.
Kadının odasına vardığında başka bir kadını görmesi onu şaşırtmıştı.
Adam sadece güzel gözlü kadına gittiği için, diğer mesai arkadaşları tarafından tanınmış hale gelmişti.
Odadaki yabancı kadın( Öyle ya ona herkes artık yabancıydı)
— O gitti!
— Nereye?
—Bilmiyorum! Başka şehre “götürülmüş” olabilir.
—Doğru ya! Gittiği yer yanlış bir adres olduktan sonra ne önemi vardı ki nerede olduğunun!
—Sana bu zarfı bıraktı.
Adam, zarfı eline alıp oradan uzaklaştı. Mektubun içindeki şiirler o mekânda silinebilirlerdi...
Yazılmış şiir çok kısaydı.
Öylesine güzel bakıyordun ki, yok saymıştım sahte olan her şeyi...
Adam zarfın içinde başka bir şey olduğunu hissetti.
Zarfın içinden çıkardığı şey, bir çift lensti...
Yürümeye devam etti, duvarları kırmızıya boyayan bütün boyacılara küfür ederek...
M. Mahsum ORAL
Sınır Dergisi / Sayı 3 / Mayıs - Haziran 2010