18 Ağustos 2011 Perşembe

Kürt Sorunu İçin Bir Değerlendirme ve Bazı Öneriler - II


3. şiddeti besleyen vasatın oluşması
1071’de Malazgirt’te din kardeşliği adına Diyojen’e karşı güç birliği yapan Kürtler ile Türkler, Yavuz Selim’le 1514 yılında yaptıkları Amasya Antlaşması sonucu uzun süre özerk bir biçimde yaşamış, ilk ciddi kopuş ise Tanzimat’ın merkezileştirme politikalarının etkisi ile 1847 Mir Bedirhan’ın üzerine ordu gönderilmesi ile yaşanmıştır. Dolayısıyla kökleri Osmanlıya dayanan Kürt sorunu Cumhuriyetin kurulmasından sonra (1925 Şeyh Sait, 1927-1930 Ağrı İsyanları ile) yeniden canlanmış 1938 Dersim hareketi ile tamamen susturulmuştur. 1968  hareketleri ve 12 Mart sonrası yeniden ideolojik biçimde siyaset arenasına çıkan Kürt öğrenci ve gençlik hareketleri 12 Eylül Darbesi ile tamamen ezilerek tasfiye edilmeye çalışılmıştır. O nedenle PKK’yı da içine alan yeni dönem Kürt Meselesini 12 Eylül Darbesi ile birlikte değerlendirmek yanlış olmaz. Bu dönemin uygulamaları Kürt Sorununda adeta bir milat teşkil etmiştir denebilir.
3.1.  Güneydoğu'da 1980 askeri darbesi ile partilerin kapatılması sonucu devlet ile halk arasındaki bağlar zayıflamış, zamanla giderek bir idare ve otorite boşluğu meydana gelmiştir. Askeri idare ve askeri yöneticilerden oluşan yönetim mekanizması halk ile diyalog kurmamış esasında böyle bir arayış­ları da olmamıştır. Bu dönemde askeri yaklaşımlar esas alınmış, halka hep kuşku ile yaklaşılmış ve "zaptu rapt çı" bir zihniyet egemen kılınmıştır. Ayrıca 12 Eylül Askeri Darbesi hapishanelerde, özellikle de Diyarbakır Askeri Hapishanesinde uyguladığı akıl ve insanlık dışı işkence ve uygulamalarla hükümlü ve tutukluları ıslah etmekten ziyade militan yetiştirme kurumuna dönüşmüştür. Bu çağdışı işkenceci tutum sadece uygulamaya maruz kalanları değil ailelerini ve duyanları da derinden etkilemiştir. Bu durum halkı devlete karşı büsbütün soğutmuş; PKK bu şartlarda gelişip güçlenmiştir.
1979 yılından itibaren Bölge uzun yıllar sıkıyönetim ve Olağanüstü Hal Yaslarıyla yönetilmiş, neredeyse 20-25 yıl bu uygulamalar kesintisiz devam ederek halkı canından bezdirmiş, ayrıca ülkenin doğusunda ayrı batısında ayrı iki hukukun uygulanması vatandaşların adalet ve bağlılık duygularının zedelenmesine yol açmıştır. Dolayısıyla geriye dönüp bakıldığında aslında kimi kadroların ülkeye “iyilik” adı altında büyük kötülük yaptıkları ortaya çıkmıştır.
3.2.  1983 yılında GAP Projesi başlatılmıştır ama yapılan fiziki yatırım­ların bugün bile aradan 25 yıl geçmiş olmasına rağmen halkın refahına ve yaşam standartlarına önemli bir yansıması olmamıştır.  Çünkü bölgede GAP adı altında bazı fiziki projeler uygulanmakta, ancak projenin insani ve sosyal tarafı hep ihmal edilmektedir. Oysa GAP'ın yalnız fiziki altyapı yatırımlarından ibaret olmadığı, aynı zamanda sağlık, eğitim, tarım, sanayi, pazarlama, iletişim, ulaşım gibi sektörleri de senkronize bir biçimde kapsaması gerektiği her seferinde ortaya konulmak­tadır.
Elektrik üretimine dayalı fiziki yatırımlar (Atatürk Barajı, Karakaya Barajı gibi) büyük oranda bitirilmiştir. Bölge halkını etkileyecek olan sulama projelerinde ise büyük bir gecikme mevcuttur. Enerji projelerinde %90’a varan gerçekleşmeye karşın, bölge halkını asıl ilgilendiren sulama projelerinde bu oran % 15 bile değildir. Bitirilmiş olan barajlarda toplanan su (yoksul köylü gibi) toprakla buluşmayı beklemektedir. Çünkü kuru ziraatın yanında toprak dağılımındaki dengesizlik de önemli bir sorundur.[1]
Elektrik ise bölgeden ziyade batıya taşınarak kullanılmakta­dır. Çünkü bölgede elektrik enerjisini kullanacak büyük sanayi tesisleri yoktur. Yani Atatürk Barajı gibi dev projeler bölgesel olmaktan ziyade ulusal ve uluslararası bir nitelik taşımaktadır. Bu yönleri ile de bölge ekonomi­sine ve kalkınmasına şimdilik ciddi bir katkıları bulunmamaktadır.[2] Bir yanıyla Fırat ve Dicle’nin gemlenmesi ile bu sular Suriye ve Irak nezdinde stratejik bir unsur olarak kullanılırken öbür yandan bunlardan elde edilen enerjinin (enterkonnekte sistemle batıya taşınarak) kalkınmış bölgelerde kullanılmak suretiyle projenin bölgelerarası dengesizliği giderme amacına ters (paradoksal) bir uygulama gerçekleştirilmektedir. 
Böyle olunca da Güneydoğu ve Doğu'daki sosyo-ekonomik geri kalmışlık ile ilgili çok laf üretilmesine karşılık bugüne değin önemli bir yol kat edilememiş, bunun sonucunda işsizlik çığ gibi büyümüş; işsizlik ve ekonomik zorluklar sistem dışı çözüm arayışlarıyla buluşmuş ve sistem dışı arayışları beslemiş, bu da meşru zemindeki siyaseti olumsuz yönden etkilemiştir.
3.3. Siyasi parti tabanlarında meydana gelen boşalma onların soruna çözüm üretmemesinden kaynaklanmaktadır. Bundan iki parti varestedir, DTP ve AKP[3]. Bu partilerden biri kimlik diğeri de din siyasetine ağırlıklı olarak dayanmaktadır. Bu da bölge halkının bu iki olgu ile olan yakın bağını ifade ediyor.  Diğer parti tabanlarındaki boşalma ve çözülme ise devam etmektedir. Bunun en bariz nedenlerinden biri de Güneydoğu’nun bunca sorunlu olmasına rağmen hiçbir partinin buna ilişkin bir programının, netleşmiş bir sosyo-ekonomik ve politik çözüm paketinin olmamasıdır. Sorunu güvenlik güçlerine havale etmek kolaylığına sığınmış olan siyasilerin sundukları bu yol ülke çıkar­larına ve bölge halkına çok pahalıya mal olmuştur. Böyle bir yol demokratik ve ekonomik gelişmeden ziyade, ayrılığı teşvik etmekte hızlandırmakta, kardeşlik bağlarını aşındırmakta, ekonomiyi ağır bir bunalımın içine sürüklemektedir.
4.çözümün altyapısı için atılması gereken adımlar
Şimdi bu tespitleri yaptıktan sonra sorunun çözümüne katkı yapacak bazı somut adımları sıralamak istiyorum. Bu konuda atılabilecek dört somut adım barış, kardeş­lik ve bütünleşmeye önemli katkılar sağlayacaktır diye düşünüyorum.
4.1. Sorunları çözmenin tarihsel süreçte üç yaklaşım biçimi olmuştur.
a)Geleneksel otorite kurma yaklaşımı b) Şiddet kullanma yöntemi c) Rasyonel düşünme ve çözme biçimi.
Geleneksel otorite kurma ya da birden bire ortaya çıkan karizmatik bir liderle sorunları çözmenin bugün koşulları ve olanağı yoktur. Sorunun şiddetle çözülemeyeceğini yukarıda ortaya koymaya çalıştık. Geriye bir yol kalıyor. O da sorunu akıl ve onun işlevleriyle çözmektir, “empati” kurmaktır. Bunun yolu da özgürlükçü bir demokrasidir.
Çünkü çağımızın en temel belirleyici özelliklerinden birisi toplumların, aklın kurum ve değerleriy­le örülmüş olmalarıdır. Silahların, kanın ve barutun hakim olduğu bir ortamda akıl konuşamaz. Aklın konuşamadığı yerde ise silahlar konuşur. Aklın konuşması için silahların susması lazım. Ya da akıl yoluyla silahları etkisiz hale getirmenin yolunu bulmak lazım.
Bu anlamda, başta siyasi kurumların temsil­cileri olmak üzere, bilim adamlarının, sivil toplum örgütlerinin (sendikaların, derneklerin, birliklerin, odaların vb.) köylünün, esnafın, kentlinin yani halkın bu sorunu özgürce tartışması gerekir. Çünkü bu sorunu çözecek olan sonuçta yine halktır ve halktan güç alan temsilcileridir. Bu özellikteki temsilci ve liderler ancak ülkeyi 21.yüzyıla taşıyabilirler. Halkına karşı görevleri­ni yerine getirerek tarihteki yerlerini alırlar. Bunların başında ise siyasiler, akademisyenler, demokratik kitle örgütlerinin temsilcileri ve bunların fonksiyonel etkileşim içerisinde çalışmaları gelir.
4.2. Demokrasi bütün kurum ve kurallarıyla işletilmeli, demokratik hak ve özgürlükler hiç bir sebeple askıya alınmamalıdır. Bu hem sorunu çözecek hem de refahı sağlayacaktır. Özgür düşünce yaratıcılığı geliştirir, yaratıcılık ise zenginliğe neden olur. Yoksulluk paylaşılmaz, ama toplumsal zenginlik ve refah ise birleştirir, bütünleştirici bir rol oynayabilir. Eğer Türkiye’de kişi başına gelir 15-20 bin dolar olursa kimse bölünmeden ya da parçalanmadan bahsedebilir mi? O nedenle Türkiye ne kadar dışa açılırsa, çağdaş dünya ile ne kadar çok bütünleşirse ve demokratik standartları ne kadar yükseltirse kendi içinde de o kadar bütünleşir. Aksi takdirde dünyadan izole olmuş, kendi içine kapanmış, baskıların ve anti demokratik uygulamaların olduğu bir ülke parçalanma potansiyeline daha çok sahiptir. Bu açıdan Avrupa Birliğinin bu sürece olumlu katkı yapacağını düşünüyorum.
4.3. Ekonomide önemli bir adım atılmalıdır. Burada radikal bir öneri yapmak istiyorum: Türkiye Cumhuriyeti bir yıl boyunca bütün yatırımlarını sadece ve sadece Doğu ve Güneydoğuya yaparsa önemli bir gelişme olur. Birçok yönden doygunluk nokta­sına gelmiş ve Marmara ve Eğe bir yıl bekleyebilir. (Kaldı ki Türkiye’nin bütün önemli yatırımlarını bir bölgeye toplamasının doğru olmadığı Marmara Depremiyle de bir kez daha ortaya çıktı) Ama bu sorunun bekle­meye tahammülü yoktur. Böyle bir yaklaşım hem halkın güvenini kazanacak, hem de bölük pörçük uğraşılan bir türlü başa çıkılamayan ekonomik sorunları (bir yılda gösterilecek performansla, hem reel hem psikolojik açıdan) önemli bir aşamaya getirecektir. Böylece sorunların çözümünün temeli atılacak, bunun üstüne birçok şey bina edilebilecektir. Bu aynı zamanda birçok kez bölgeye en üst düzeyde verilmiş ama bir türlü yerine getirilememiş vaatlerin yerine getirilmesine, politika­ya yakınlık ve sıcaklık getirilmesine ön ayak olacaktır.
4.4. Yerel yönetimlerin güçlendirilmelidir. Yerel yönetimlerin gerçek kimliklerine kavuşturularak güçlendirilmesi sadece kentlerin, ilçelerin, köylerin fiziki sorunlarını gidermekle kalma­yacak aynı zamanda bölgedeki mevcut siyasi istikrarsızlığın tıkanmış olduğu noktada aşılmasına ve Kürt sorunun çözümüne büyük katkılar sağlayacaktır.
Yerel yönetimler ise 3 noktada tıkanmış durumdadır: İdari, mali ve yasal açı­dan mevcut olan bu tıkanma öncelikle giderilmelidir.
İdari olarak,  ademi merkeziyetçi bir anlayışla yerel yönetimler yeniden yapılanmalıdır. Bugün nüfusu 70 milyonu bulan Türkiye artık sorunlarının Ankara'dan tespit edildiği, çözümlerin Ankara'da üretildiği, kaynakların Ankara'dan aktarıldığı bir ülke olmaktan çıkmalıdır. Var olan katı merkeziyetçi yapı içinde zaman ve kaynak israfına dayanan bürokratik kovalamacalarla sorun­ları çözmenin, çağdaş ve modern bir Türkiye yaratmanın olanağı yoktur. Sorunla­rı yerinde çözmenin yolu yerel yönetimlere yetki ve sorumluluk vermekten geçer. Bu amaçla uluslararası diploması, adalet ve genel güvenliğin dışındaki pek çok husus çağdaş gelişmiş ülkelerdeki gibi yetki kaynak ve sorumluluk tanınarak yerel yönetimlere bırakılmalıdır. Böylece yerel inisiyatif yerel sorunları çözeceği gibi ülkenin genel olarak demokratik­leşmesine, kalkınmasına ve refahına da katkı sağlayacaktır. O nedenle idari yapıda tam bir reform gerçekleştirmenin zamanı gelmiş geçiyor bile.
Mali olarak, yerel yönetimler kendi öz kaynaklarını kendisi yaratan bir yapıya kavuşturulmalıdır. Çünkü genelde var olan mali yetersizlikler sosyo-ekonomik olarak geri kalmış olan bölgede daha da ağırlaşmaktadır. Özellikle normal kent sakinlerine hizmet vermekte güçlük çeken bölge belediyeleri, kırsal alan­lardan (can güvenliği ve işsizlik dolayısıyla) aldıkları göçler karşısında adeta felç olmaktadır. Etkin bir yönetimin yolu kendi kaynaklarını belirleyen, kullanan ve denetleyen il + ilçe meclisinden oluşan yapıların devreye girmesiyle sağlanabilir. Bu anlamda katılım ve hemşerilik bilinci önem kazanmaktadır.
Yukarıda genel hatlarıyla belirlenen hususlar yasal bir çerçeveye otur­tulmalıdır. Bu nedenle 1930'lardan kalma, bugünün koşullarına ve ihtiyaçlarına cevap veremeyen 1580 sayılı yasa (mevcut iktidarın yaptığı gibi) rötuşlarla değil kökten değiştirilmelidir. Çünkü rötuşlarla yapılacak değişiklikler sorunları çözmek yerine oyalamalarla ötelemekte ve ağırlaştırmaktadır. Türkiye'nin ise gelinen noktada oyalamalara tahammülü yoktur. Bu işler çağdaş demokratik yerel yönetim­ler (ve dolayısıyla çağdaş demokratik bir Türkiye) için gerekli ve zorun­ludur diye düşünüyorum.[4]
Bu adımlar çözümün alt yapısını oluşturmanın yanı sıra bütünleşmeyi sağlamanın adımları da olacaktır.

            Prof.Dr. Ahmet ÖZER
            Sınır Dergisi / Sayı 3 / Mayıs - Haziran 2010

[1] Bu nedenle bölgede kırsal ve tarımsal alanda çift başlı bir sorun yaşanmaktadır: Uzunca bir süredir  GAP alanında toprak suya, köylü ise toprağa hasrettir.
[2] 59. Hükümetin Güneydoğu 18. Paketi 27 Mayıs 2008-Diyarbakır’da GAP Eylem Planı çerçevesinde Başbakan tarafından açıklandı. Buna göre bitim yılı olarak hedeflenen2012 yılına kadar 26,7 milyar YTL aktarılarak proje bitirilecek. Bu sürede 1,06 milyon ha arazi sulamaya açılacak, Ilısu ile beraber Cizre ve Silvan’da birer baraj daha yapılacak, Suriye sınırındaki arazi (780 km-30 bin ha) mayından temizlenerek tarıma açılacak, 2013 yılında 8, 6 milyon kişi olması tahmin edilen bölge nüfusunun yaklaşık yarısı (3,8 milyon kişi) iş sahibi olacaktır!.”  Bu paket gerçekçi değil, çünkü en başta aktarılacak kaynak belirsizdir; mevcut ödenek politikası ile proje 20 yılda ancak bitirilebilecektir; bölgedeki bütün orta ve büyük boy işletmelerde çalıştırılan işçi sayısı toplam 84 bin iken dört yılda bu sayının 3.8 milyona çıkartılacağı iddiası hesap bilmezlik değilse aldatmacadır. Kaldı ki bölge, nüfusunun yarısından fazlası yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. (Yoksulluğun bir göstergesi olan yeşil kartla tedavi olan nüfus Türkiye genelinde, 2008'de 9,4 milyon olarak belirlenirken, bunların 2.987,753 kişisi yani üçte biri -2005 rakamlarıyla- GAP bölgesindedir.) Bu kadar yoksulun olduğu yerde uzun vadeli bekleme ve oyalamaya tahammül yoktur. Bunun yerine acil “Doğrudan Gelir Desteği” ve acil sağlık ve eğitim yardımları gereklidir.. Bölgenin illerinin, sayıları 50'yi bulan "kalkınmada öncelikli iller" kapsamına alınması, hiçbir teşvik etkisi yaratmamıştır. 2002–2006 döneminde bölgenin 21 ilinde teşvik görmüş yatırımların yüzde 4,4'ü bulan tutarı tek başına Bursa'nın yatırımlarının altında kalmıştır. Bölgeye aktarılmış görünen kamu kaynaklarının ağırlıkla "savunma ve güvenlik" için harcandığı, bölge insanının iş ve aş beklentisine cevap vermediği açıktır. Bölgeye yapılmış görünen sınırlı miktardaki kamu yatırımlarının da bölge insanının istihdam ve girişim iklimi beklentisine cevap vermeyen, enerji sektörü ağırlıklı yatırımlardır. (Mustafa Sönmez,  “Güneydoğu İçin 5K+3T Formülü”, BİA Haber Merkezi – İstanbul, 26 Mayıs 2008)
[3] AKP son yıllarda çeşitli nedenlerle kırdan göç ederek kentte gelmiş ancak mevcut koşullardan ötürü kentlileşememiş, arada kalmış kesimlerden büyük oranda oy almıştır. İyi incelenirse AKP'nin folk İslami yaşayan kırsal alanlardan ve kentli­leşme sürecini tamamlamış olan kent merkezlerinden ziyade, köyden yoksul köylü olanakları ile kente gelmiş ancak kentlileşmemiş, bu iki yapı arasında kalan gecekondulardan ve kent varoşlarından kahir ekseriyette oy aldığı görülecektir. Köyden kopmuş kentli de olamamış bu kesim arada kalmış olmanın melodramatik şokuyla bir arayış içine girmiştir. Kimi partinin dini motiflerle süslenmiş siyasal sunumu  arada kalmış bu kesim için bir umar ve sığınma kaynağı olarak ortaya çıkmakta ve yükselmektedir.
[4] Her resmi ve gayrı resmi ağzın her fırsatta dillendirdiği “hantal, baskıcı ve etkin olmayan bugünkü yönetime biçimine” son verilmeli, yönetim basitleştirilmeli ve ucuzlatılmalı, kanun ve tüzükler azaltılmalı, yerel yönetimlerin inisiyatifini genişleten, böylece yaygın demokrasi uygulayan, toplumun bütün birimleri yönetime katan, iş ve hizmet üreten, verimli ve etkin bir yönetim kurulmalıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder