18 Ağustos 2011 Perşembe

Kesik El


Peşim sıra miyavlayıp duran uzun tırnaklı, kara kuru haliyle de gecenin dinginliğinde keman gibi yankılanan yavru bir kediciğin o çaresiz sesi, beni bulunduğum mekândan alıp, küllenmemiş anılarımın hayli tanıdık gelen kollarına bıraktı… Sokaklardaydım gene. Yarı aç yarı tok bir meczup gibi dolanıp, deliler gibi konuşup durduğum o yıllar… Kör bir hançere dönüşüp sürekli ortalığı kana bulayanların; kurşun gibi de ağır işleyen siyasal/kültürel cangılında; hançeresini yırtarcasına haykıranların, çıldırtan ölü sessizliğe karşı küfür etmeyip ellerindeki mumları yaktığı demlerde, elbet balık tutmak için bulanık suya ihtiyacın olduğu bir toz duman içinde, hayli bir zaman, bizlere de, kesilmiş bir el kadar acıya teşne olmak nasip oldu. Kesik el: Daha dokuz yaşındaki çocukların ırzına geçilmiş bir cinnet ülkede/ilçede (Kızıltepe), benim de yaşamış olduğum, lanet olasıca utancın karşılığı değilse bile; nicedir, soğuk matematiksel rakamlarla anlamını bulan binlerce ölü candan devşirilmiş bir kanlı mirasın, kirli savaş enkazından payımıza düşmüş bir ‘diyet’ olsa gerekti; kanayıp duran şu kesik el(im). Ki hâlâ kanayıp durur bu el.

***

Bir araya getirdiği sözcükleri harman yerinde rüzgâra karşı savurmayı marifet addeden silme işgüzar taifesiyle, bıçak sırtı kadar keskin çizilmiş/kesilmiş bir kırmızı çizgide bulunur bu kesik el(im). Deli Dumrul edasıyla, heyheylerim(iz)in tuttuğu ve cümle eli kesilmişlerin safında savaşmak namına -Onlar için elbet- öfkesini an be an diri kılmaya çalışan bir yürek bir kalem olmaya kendisini vakfetmiş biri(leri) için, gencecik insanların kanı üzerinden, o kana basıp ikbal kazanmışlardan olmamayı daha çok önemsemiş olmamız, sebepsiz bir duruş olmasa gerek. İnsan kanına basıp yükselmeye çalışan cümle duygu sömürücülerden olmadık hiç. İyi ki de olmadık!

***

Ne idüğü belirsiz kelimelerle bir araya getirilmiş ama birlikte durmaya azami imtina eden gırla yabancı ifadelerin içinde boğulmaktansa; kabuk tutmasını engellediğimiz kesik elimi(zi), dünyevi nimetlerden çok önemsemiş olmak, ne büyük bir onur!  Kanasın ki elimiz; daim rahat olsun vicdanlarımız! İhanet mefhumu olarak bildiğim/gördüğüm ‘unutmak’ sözcüğünün can yakan kötürüm dişlileri arasında ilenmektense; daha çürümemiş tuz(um)dan (tuz çürür mü demeyin şimdi, çürür elbet!), cebimde bulundurduğum o tuzdan, avuç avuç kanayan elime boca etmekten gıdım sakınmayışım(ız)dandır, kendiliğine bir ‘duyarlılık’ kazanmam(ız). Her şeyi hiçbir şey yaşanmamış gibi unutmak!.. Ne kadar korkunç!.. İlkin, uzvunuz olan bu kesik el, ‘yaranızı’, görmezden gelmenizi sağlar, unutmak! Hayatı manasız görmeye meylettirir; kendi iradeniz dışında hizaya sokulur benliğiniz! Ez cümle; sözcükleri zapturapt altına alınmış bir insan veya toplumun, köle olmak dışında, pek bir alternatifi de kalmayacaktır, unuttuğunda! Köleliktir unutmak!

***

Cesaret nişanesi gibi gözüken ama her halinden hastalıklı bir ruh halinin karın ağrıları olarak kâğıda döküldüğü besbelli olan, az önce sarf etmiş olduğum sloganik cümlelerim, slogan, slogan, slogan! Boşboğazlıklar(ımız)a, ‘karın ağrısı’ diyerekten, kendimi(zi) sütten çıkmış bir ak kaşık olarak lanse ederek, bu işi geçiştirmenin, ne basit bir yalan olduğunu, bu teatral rezaletin, hep kendini arzın merkezine yerleştirip, sağa sola kallavi sözlere sırtını dayamış olduğu (araf’ta kalmış fani olduğu vb.), yalanını insanlara yutturup yutturmadığı da o kadar önemli değildir artık. Kendisi yutuyor mu siz ona bakın!.. Laga luga etmeden söylemek gerekirse; ben bu ‘meselenin’ adını koydum kendimce. Sizler içinde de vakit çoktan erişti. Korkmadan söylemeli: Hastayız! Hasta! O kadar!

***

Başı dumanlı sözcüklerden olma bir kılıç kalkan vücuda getirip, anırmaktan başka bir marifet göstermemiş katırlara inat (katır hoş durmadıysa, onun yerine yel değirmenlerini de koyabilirsiniz!), Don Kişotvari bir karşı duruş sergilemenin, şu ‘hastalıklı’ reddeden sonra, ne kadar elzem olduğu da tartışma götürmez.

***

Gecenin karanlığında, paçalarıma dolanmış o beyaz sivri tırnaklarıyla miyavlayıp duran kara kuru kedinin ta kendisiydim aslında; kediden (benden) korkup kaçsa da sevgili eşim! O gece kaçmaya çalıştığım(ız), aç ve de kirli kedinin, yüreğime değen/işleyen çığlığına (resitaline), böyle duyarsız kalmışlığımdan utandım sonra. Konuşa geldiğim şeylerin ne kadar yavan/ikiyüzlü bir riyakârlığın beş para etmezliğine delalet olduğunun ifadesiydi çünkü o kara kuru kedicik. Ki zaten, yavan–ucuz ve de beş para etmeyen şeyleri alıp yazı diye sunmak; bir tür günah çıkarma ayinini değilse neydi? Kesik elimi lime lime doğrayıp şimdi; gecenin karanlığında peşim sıra beni takip eden o yavru kediye yedirmek de kâfi gelmeyecektir; kendime attığım cümle iftiraları telafi etmeye! Ne diyorsanız deyin, kedi yavrusunun sesine karışan o gece, hem hasta hem de yalancı olduğumu anlamama yetti de arttı!

Uzun tırnakları ve kara kuru rengiyle, gecenin içinde çaresiz sesi boşlukta keman gibi yankılanan bir kedi yavrusu… Hem hasta hem de yalancı olabilme riskini de göze alıp; daha küllenmemiş anılarınızın kollarına kendinizi bırakmaya ne dersiniz şimdi; gecenin karanlığını keman gibi kaplayan o kedi yavrusu gibi.

            Metin AYDIN
            Sınır Dergisi / Sayı 3 / Mayıs - Haziran 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder