18 Ağustos 2011 Perşembe

Ben Ne Kadar Benim ve Ne Kadar Ben Değilim…

selam, ben 21. yüzyılın hay binmüşkilât’ı.

Varlığımın ve varlıkların farkına varmaya çalışıyorum ve düşünüyorum. Gerçekten var mıyım ve varmalı mıyım, aslında bunu yapmak istediğimden de emin değilim; korkuyorum… Bir yandan da günlük klişeleşmiş saçmalıkların ve  koşuşturmaların üzerimde kalın bir tabaka oluşturmuş tozlarını temizlemeye çalışıyorum. Bugün tatilim olsun istiyorum, patronlarıma inat. Bugün isyan günüm olsun istiyorum, içimdeki hükümete inat. Ve bugün konuşmak istiyorum, tüm eline mikrofonu alıp kendini meydanlara atan şarlatanlara inat…

         Algılarımıza kadar hükmeden gizli efendilerimiz var. İstedikleri gibi düşündüren, giydiren, yönlendiren, yaşatan, öldüren… Yatak odalarımıza kadar girme cesareti gösteren ve mahremiyeti, haremiyeti tuz buz eden gizli, perde arkasındaki hükümdarlarımız, despotlarımız… Ve bizler de onların oltasına koşan aptal sazanlar olmuşuz. Bizim yorulmamıza, aklımızı zorlamamıza gerek kalmadan, bizim için çizilen yolu kat ediyoruz. Farkında değiliz sahip olduklarımızın ve kaybetmekte olduklarımızın. Mukayese ve muhasebe ders kitaplarında kalmış ve sadece dersten geçmek için öğrenilmiş; sonra da unutulmuş.  
    
Unutursan unutulursun prensibini bile bile unutuyor ve unutuluyoruz. Bir yerlere ulaşmaya çalışıyoruz sürekli ve hep koşuyoruz; Arap atlarına meydan okurcasına… Alnımızdan akan terler kalbimize iniyor ve bir şeylerin yerini işgal ediyor… Baypaslar fayda etmiyor artık ve uzay teknolojisi yetersiz kalıyor. Bir yerlere ulaşmak için yola çıktığımız noktadan bir şeyler almalı ve yol üstündeki gümrük memurlarına hediye etmeliyiz. Ya da üzerimizde bulunan herhangi bir şeyi. Bu ne olursa olsun, önemli değil; yeter ki  verilsin ya da feda edilsin...

Erteliyoruz, ertelenmeye zemin hazırlayarak ve helak edileceğimizi kulak ardı ederek. İki kelimeyi erteliyoruz, en yakınımızdakileri sinek vızıltıları olarak algılıyoruz, kollarımızı açıp kağıt parçalarını, buz gibi metalleri, ismimizin önündekilerini kucaklıyoruz ve tatmin oluyoruz! Ya da çocukluğumuzda yeterince oynayamadığımız evcilik ve kör ebe oyunlarını şimdi oynamaya çalışıyoruz.
Dağlarına bahar gelmiş memleketimizin ama biz bahar nezlesiyiz. Çiçekler açıyor ve polenler dağılıyor ama biz astım olmuşuz. Kapalı mekanların, kalem mürekkeplerinin, kağıt yığınlarının arasından başımızı kaldırıp güneşi görememişiz. Teoride mükemmeliz ama pratiklerden sınıfta kalmışız. Pas tutmuşuz…

Aslında herkesi de unutmamışız –adil olalım biraz-. Hâlâ ilişkiyi koparmadığımız insanlar var. İlişkiyi koparmadığımız ama saçını başını kopardığımız insanlar... Dedim ya adaletli olalım biraz. Legolar üzerine tartışan çocuklardan daha komik ve kötü bir şekilde renkler, ırklar, diller üzerine tartışıyoruz. Adaletli olalım dedim iki defa salak; ne tartışması, savaşıyoruz!… O kutup senin bu kutup benim köşe kapmaca oynuyoruz ve oyundaşlarımıza çelme takmadan da edemiyoruz. Okeyde taş kaçırıyor, elli ikide kağıt saklıyoruz. Ya hu hilesiz de oyunun tadı mı çıkarmış! Haa demek ki bazı pratiklerde hâlâ sınıfı geçme şansımız var… Şeytanımız bol olsun…

Fatma KOÇAL
Sınır Dergisi / Sayı 3 / Mayıs - Haziran 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder