18 Ağustos 2011 Perşembe

İktisat, Şükür ve Hırs…


     Büşra, memur bir anne ve kaynakçı dükkanı olan bir babanın kızıydı. Henüz 12 yaşında ve ilköğretim 6. sınıf öğrencisiydi. Çok mutlu bir çocukluk yaşamıştı. Ailesini çok seviyordu. Fakat son 1 yıldır artık ailesinin onu eskisi kadar sevmediğini düşünüyordu.  Akşam okulundan geldiğinde anne ve babasının yüzünde bir durgunluk, gerginlik olduğu okunuyordu. Yemekler yendiğinde odasına çeliyor, anne ve babasının yersiz tartışmalarını duymamak için müziğin sesini biraz daha açıyordu.

Aslında her şey 2 yıl önce anne babasının eskiyen ev eşyalarını yenilemek ve ömürlerinde bir defa da olsa birlikte tatil yapmak isteğiyle  başlamıştı. Tatil fikri Büşra’yı da çok heyecanlandırıyordu. Belki de herkesten fazla istiyordu. Fakat, ellerinde bu isteklerini karşılayacak birikmiş bir paraları da yoktu. Ne yapalım, ne edelim derken bir bankadan ihtiyaç kredisi almaya karar verdiler. Ev eşyalarının yenilenmesi ve tatil sonrası hiç paraları kalmamıştı. Üstelik ödenecek dağ kadar borçları vardı. İlk 6 ay her şey yolunda gitti, kredinin taksitlerini gayet rahat  ödüyorlardı. Ülkedeki ekonomik krizin etkisiyle babasının işleri kötüye gitmeye başladı; alacaklarını tahsil edemiyor  ve malzemeciye borçlanıyordu. Nihayetinde 2 ay sonra dükkanı kapatmak zorunda kal. Dükkanı kapatırken bir miktar borcu olduğundan bunu da tefeciden borçlanarak ödemişti. Artık eve sadece annenin bir memur maaşı giriyordu ve  bu maaş hem evin ihtiyaçlarına hem de kredinin taksitlerini  ödemeye yetmiyordu. Derken kredinin taksitlerini aksatmaya başladı ve maaşına haciz kondu. Babanın alacaklıları da artık kapıya dayanmıştı. Artık evdeki konuşmalarda hep bir suçlu aranıyordu.
  
Büşra, odasında, annesinin ağlama ve babasının kapıyı çarparak çıkması ile son bulan,  nezaketsiz tartışmaları duymamak için başını yastıkla kapatıyordu. Her gece bildiği bütün duaları okuyarak, anne ve babasının barışmasını istiyordu. Rüyalarında belirsiz karanlık şeyler görerek sabahlıyordu. Sabahları babası kahvaltısını hazırlayıp uyandırıyor, kahvaltıyı yaptıktan sonra okula bırakıyor, akşam okuldan yine babası alıyordu.

Bu sabah kahvaltıda babası bir başka bakıyordu. Sanki söylemek istediği bir şeyler vardı. Bir şey yemedi. Hep bir cümleye başlayacakmış gibi derin derin nefes aldı, fakat bir şey söyleyemedi. Okula giderken de hiç konuşmadı. Akşam okul çıkışında, Büşrayı almaya anneannesi geldi.  Birlikte anneannesinin evine gittiler. Akşam iş çıkışında, annesi de buraya geldi. Yemekler yendikten sonra herkes odasına çekildiğinde, annesi Büşrayı karşısına alıp;Canım kızım! Babanla biz artık bu ilişkiyi sürdüremiyoruz. Bu yüzden de ayrılma kararı aldık. Babanı istediğin zaman görebilirsin, fakat artık baban bizimle yaşamayacak. Bundan sonra sana hem anne hem de baba olmaya çalışacağım’ diyerek durumu anlatmaya çalıştı. Büşra artık anneannesinde kalıyor, okuluna devam ediyor ve aynı zamanda psikolojik destek alarak hayatını sürdürmeye çalışıyor. Hafta sonları ve tatillerde annesiyle kalıyor ve babasını da ayda yılda bir görüyor.
    
Evet!....
Sadece isimleri değiştirerek verdiğim bu olay belki de toplumumuzda yaşanan binlerce aile hikayesinden sadece biridir.

Toplum olarak  görenek belasıyla hiç zaruri  olmayan ihtiyaçları da zaruri olarak görmekte, özenti psikolojisiyle kontrolsüz harcamalar yapmaktayız. Şöyle bir oto kontrol yaptığımızda kendimizden düşük imkanlara sahip olanları görmemiz gerekirken hep kendimizden daha üst seviyedekileri görmekteyiz. Bunun sonucunda kontrolsüz alışveriş kültürümüz oldu. Ayağımızı yorganımızdan fazla uzatır olduk. İktisat içinde yaşamayı unuttuk.

Halbuki iktisat, kesin bir bereket ve sıkıntısız bir geçimin anahtarı değil mi?
İktisat etmeyen insanın akıbetinin dilencilik olduğunun farkında olmak gerekmez mi?

Çok israf ediyoruz; zamanı, parayı, çevreyi, doğal kaynaklarımızı. Elimizdeki ile yetinmek varken  hırsla daha fazlasını istiyor ve bunun bedellerini ağır şekilde ödüyoruz.

Sorunun kaynağı nedir? Çözüm adına neler yapılabilir?
Aslında sorunun kaynağını da, çözümü de bulmak çok zor değil. İnsanların toplumsal hayatlarındaki bütün ahlaksızlığın ve karışıklığın kaynağı iki kelimedir:

            1- Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne?
            2-  Sen çalış ben yiyeyim.[1]

Bu iki kelimenin devamını sağlayan uygulamalar faiz alışverişi ve zekât müessesesinin iyi çalışmamasıdır. İnsanlar, ekonomik anlamda zengin ve fakir olarak iki tabakadan oluşmaktadır. Zenginle fakir arasında merhamet, iyilik, hürmet ve saygıyı ancak zekât sağlayabilir. Yoksa toplumda sınıf çatışmaları oluşur. (Emek ve sermayenin mücadelesi şeklinde, Rus ihtilali gibi) 


Özetle
Çözüm belli aslında; yeter ki bireysel düşünmeyip, toplumsal hayatımızın güzel bir noktaya ulaşması için biraz kişisel rahatlığımızdan fedakârlık edelim.
1-)Zekâtı doğru miktarda ve doğru kişilere, minnet beklemeden, başınan kakmadan Allah’ın bize verdiği malın içindeki fakirin payını görüp asıl sahibine gizlice verelim.
            2-)Faizin her türlüsünü alıp vermekten istifa edelim. Bankalardan borç almaya mahkûm kalan insanlara toplumsal dayanışma elini uzatalım.
Tefecilik ve faizciliği toplumumuzdan kaldırmadığımız müddetçe hep birileri çalışacak, diğer yandan birileri de onların rahat yaşaması için ömür boyu ezilecektir.

Velhasıl:
Hayatta mutlu olmak için çok fazla şey yapmak gerekmiyor. Herşey bizim elimizde şükür, iktisat ve kanaat ile birlikte israfın önlenmesi, toplumsal yardımlaşma müessesesinin işlevsel olarak çalışması. toplumsal kurtuluş reçetemizdir.


           Fuat KORKMAZER
           Sınır Dergisi / Sayı 3 / Mayıs - Haziran 2010


[1] Mektubat – Bediüzzaman Said-i Nursi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder