18 Ağustos 2011 Perşembe

Sanat ve Barış


        İnsan türünün bir birikimi olan sanat, insan olmanın da birikimidir... Sanatın tarihi, aslında insanca yücelişin tarihidir. Sanatın hangi alanına bakarsak bakalım merkezinde 'insan'ı görüyoruz. Sanat daha iyi yaşama tutkusunun da kurgulandığı bir alandır. Bu yüzden "barış" düşüncesi çağdaş sanatın ve sanatçının kafa yorması gereken bir olgu olarak gündemden hiç düşmüyor... İnsanların savaştan, yokluktan, açlıktan kırıldığı bir dünyaya herhangi bir "insan"ın kayıtsız kalması düşünülemez zaten... Sanat-edebiyat adamının 'kötü'ye karşı tavrını, bu açıklığıyla kavramsallaştırılmış olarak ilk Homeros'un kaleminden okumuş olsak da, bu tavır çok daha eskilere uzanıyor olmalı...

       Tarih boyunca barış ve insanın barışı algılayışı farklılıklar göstermişse de; günümüz dünyasında insanlığın savaşa karşı geliştirdiği bilinç küçümsenemez boyutlar kazanmıştır.
       İnsani duyarlılık, gelecek adına yaşamsal olan her şeyin korunmasını savaşa karşı barıştan yana olmasında görür ve değerlendirir. Artık anlaşılmıştır ki barışı savunmak, yarını ve insanın geleceğini savunmaktır.

                                                 ***

     Savaşsızlık durumu, yani insanların şiddete baş vurmadığı ortam bir başına barış kavramının içini doldurmaya ve içeriğini yansıtmaya yetmez. Barış savaşın yokluğundan daha fazlasıdır. Toplumsal adalet, eşitlik ve özgürlük olmadan barış olmaz. Bu kavramlarla pekiştirilmemiş bir barış, eksik bir barıştır. Barış taraflar arasında bir eşitlik, karşılıklı varsayma ve kabullenme temelinde yeşerir. İnsan, grup ya da toplum olarak temel haklara sahipsek söz konusu olabilir.
     Barış kavramı da ters-yüz edilerek koflaştırılmaya, içi boşaltılmaya çalışılıyor. Barış, sadece silahların susması olarak algılanır oldu. Bu kavramın, özgürlük, eşitlik ve adalet gibi değerleri de kapsadığı gözardı ediliyor ya da kimilerince bilinçli bir şekilde böyle algılanması isteniyor.

Barış; sömürünün, açlığın, zulmün ortadan kalktığı bir dünyaya duyulan özlemdir. Barış savunuculuğu da; özlemi duyulan böyle bir dünyanın yaratılması için somut mücadele gerektiren bir olgudur. Bize belli kalıplar ve şablonlarla sunulmuş görüntülerin ve oluşturulmuş manipülasyonların ardındaki gerçekleri boşa çıkarmadan gidişata yön vermek kolay olmayacaktır. Barış, ancak sömürgen düzen ve sistemlere karşı sürdürülen mücadeleler içinde anlam bulabilir.
      Özgürlüğün, eşitlik ve adaletin olmadığı yerde barış yoktur. Savaşın olmaması şiddetin olmaması anlamına gelmez her zaman. Şiddet sömürünün her türünde ve yaşamın her alanında sürüyor aslında. İnsanı açlığa mahkum etmek de; kimliğini, kültürünü yok saymak da şiddet uygulamaktır. Sınıfın sınıfı sömürdüğü, erkeğin kadını ezdiği yapılar da birer şiddet ortamı değil midir?

Hayatın içindeki tüm insanlık dışı uygulamaları ifade ettiğimiz ölçüde barış imgesi anlam kazanabilir. Hayatı oluşturan unsurlar arasındaki uyum ve denge sağlanmadan, her tür doğa nimetinin huzur içinde paylaşımı gerçekleşmeden, şiddeti yaratan ekonomik ve sosyal etmenleri ele almadan, demokratik hak ve özgürlükleri gerçekleştirmeden barış kavramı kanamaya devam edecektir. 

Sanat ve barış kavramları; insanın, insanlaşma sürecinin ayrılmaz parçaları durumundadır. Bu anlamıyla barıştan yana olmak, sanatçının kimliğinden gelen sorumluluğunu da belirler. Bu sorumluluk, insan bilincinin barışın gerçekleşmesine engel olabilecek her türlü önyargı ve koşullandırmanın karşısında bir kalkan görevi üslenmesiyle anlam kazanabilir, bunun yolu da barış için savaşmaktan geçer ve bu savaş tarih boyunca ezilen halkların ve sınıfların ezenlere karşı yürüttüğü tüm savaşların da ifadesidir. Çünkü "modern" toplumun efendileri, barbar toplumların Dehak'larından daha az zalim değildir. Değişen şey mızrakların ve kılıçların yerini, tankların, topların ve bombaların almasıdır.bütün özgürlüklerin yok olmasıdır
    Sanat, söylenecek sözü olanların işi olduğuna göre, barış kavramı da bu duyarlılıkta insanlaşma sürecinin ayrılmaz bir parçası olmak durumundadır. Bu anlamıyla barıştan yana olmak sanatçının aydın kimliğinde gelen sorumluluğunu da vurgular. Bu sorumluluk insan bilincinin barış idealinin gerçekleşmesine engel olabilecek her türlü önyargı ve koşullandırmanın karşısında bir kalkan görevi üslenmesiyle anlam kazanır.

                                             ***

     İnsanların savaştan, açlıktan, zorbalıktan ve yokluktan kırıldığı bir dünyaya kimse kayıtsız kalamaz. Hele sanat ve edebiyat adamı "kötü"ye karşı çok net olmalıdır.

   Dostoyevski'ye göre insan, özgür bir varlık olarak kötüden sorumludur. Ona göre, kötü olan her şeyle mücadele edilmelidir.
 Goethe, büyük sanatçıların hepsinin insanlık sorununa yöneldiklerini, bu yönelimin dünya barışını sağlamada önemli katkılar sağlayacağını söylüyordu.

A. Camus'un sanatçıya yüklediği misyon, zorbalığa karşı çıkma işlevi açık seçiktir. O ne susmayı, ne de yansız kalmayı benimser. Acı çeken kitleler sustukça birilerinin onlarının yerine konuşması gerektiğini söyler - ama sanatı bir tür toplumsal din dersine dönüştürmeme koşuluyla. 1950'lerde Camus, "Tehlikelere göğüs germekten başka çaremiz yok" diyor ve şunu da hemen ekliyordu: "Elbette sanat tek başına doğruluk ve özgürlük getirecek bir dirilişi sağlayamaz, ama sanat olmadıkça bu diriliş biçimini bulamaz."

Solohov, bir yazarın kendisini karşıt güçlerin çarpışmasının üstünde, Olimpos Tepeleri'ne yükselmiş ve insan ızdıraplarına kayıtsız kalan bir tür ilah olarak değil, kendi halkının evladı, insanlığın ufacık bir parçası olarak görmesi gerektiğini, bir görevinin de dünyada barış için savaşmak ve barış savaşçılarını sözlerinin ulaşabildiği her yerde yüreklendirmek olduğunu belirtir.

"İnsan ve onun geleceğine dair kalbimizi sıkıştıran endişeye rağmen, korku ve umutsuzluk doğmamalı... Korku değil cesaretle savaşın karşısına dikilmek zorundayız. Tüm kültür yaratıcılarının en büyük görevlerinden biri budur" diyor Aytmatov.
   Sanatçının sesi bu paralellikte; Brecht Seghers; Sartre, Arogon, Nazım ve Neruda'larla daha da gürleşmiş ve duyulur hale gelmiştir.

Sanatçı, insanı 'insan' yapan duyguları yüreğinde duyduğu, insanoğluna olan ilgi ve sevgisini duygusal olmaktan çıkarıp düşünsel düzeyde belleğinde var ettiği sürece insanoğlunun onuruna, kişiliğine, özgürlüğüne ve varoluşuna yönelik her eylemin karşısında yer alır. Böyle bir duruş sanatın da varoluş nedenlerindendir. Sanatçı, savaşın topuna-tüfeğine karşı kalemini, fırçasını, notasını koymasının bir zorunluluk olduğu anlamına gelir. İşte o zaman insanın özüne ilişkin o gizli güç Eluard'ın deyişiyle "Asıl adalet"e dönüşür;
“İnsanlarda en sıcak kanun
Suyu ışık yapmaları,
Düşü gerçek yapmaları,
Düşmanı kardeş yapmaları”dır…

Savaşın kahredici ortamına dayanamayarak yenik düşen yazarlar da olmuştur. Virginia Woolf, II. Dünya Savaşı'nın devam ettiği günlerde eşine yazdığı kısa mektupta; "Çıldıracağım, bu tüyler ürpertici günlerde yaşamımı sürdüremeyeceğim gibi bir duygu var içimde. Bu duyguyu yenmeye çalıştım, olmuyor" diyordu. Bilindiği gibi bu Woolf'un son mektubudur.
                       ***

        Sanatçı da her insan gibi kendisini ilgilendirmeyen işler olduğu gerekçesiyle vicdanını yatıştırmaya çalışmamalı. Ne diyordu H. Cibran: "zalim zulmünü işletirken, ak ellilerin elleri temiz olamaz".
       Barış içinde bir yaşamı hazırlamada kendine insanım diyen herkese görev düşüyor. Düşünce ve amaçları ne olursa olsun her kesimin ve onları temsil eden kitle örgütlerinin bu konuda aktif rol üstlenmeleri gerekir. Ancak bu sayede savaşı kışkırtan politikaların önüne geçilebilir.

         Evet, bu konuda herkese sorumluluk düşüyor…En çok da sanatçılara, şairlere, yazarlara, aydınlara…
       


         A. Hicri İZGÖREN
         Sınır Dergisi / Sayı 3 / Mayıs - Haziran 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder