Sınır Dergisi Sayı 4 / Temmuz Ağustos 2010
Neresinden tutulsa elde bir şeylerin kaldığı kırık dökük bir hal karşısında, Sınır; güç bela kurduğumuz birkaç cümledir belki de…
21 Eylül 2011 Çarşamba
Sözcükler Anlamını Yitirir
Şarkılar birer gürültü olur
ben susarım yalnızlık içimde kor kor ...
gece usturasını vurur düşlerime
gözlerimde yaşlar akar sevemem artık
yoldaşım olur korkular
fail-i meçhul bir cinayet olur sensizlik
sorguya çeker beni gözlerin
bir masal olur aşklar
sözcükler anlamını yitirir..
çıkmaz olur bütün yollar
ayrılık başkenti olur suskunluğumun..
Tarık KUTLU
Sınır Dergisi Sayı 4 / Temmuz Ağustos 2010
Ateşin Külleri
Her gözün nemli bir iklimi vardır.
Bir mendil sarımında hıçkırık heybesi
Giden göçmen kuşların ardında bıraktım yaftamı
Son avcıların saçmaları dağıtır girizgâhlar aynasını
Her boğum, yeni bir isim doğuşunda
Hıçkırığın boğuk ilmeğine sallanıyor bayat doku
Ve dişlerim gıcırdıyor
Seçilmiş,
Yaz gülüşlü bir ayaz kandırıyor kızarmış tenimi
Üşütüyor sebepsiz iklimler…
Yüreğimin köşe başları tutulmuş
Namluya vurulmuş yüzüm
Kaç deli kurşun sıyırabilir zihnimi
Kaç kuşak yarımı parçalar düşlerimi
Göğün maviliğine saplasam mızrağımı
Kaç divane baykuş düşer göğün ininden
Şimdi bir yaz buzulu dağlarda çözülüyor sözcüklerim
İklim dağılımı bir sel götürüyor ucuz şiirlerimi
Bir süvari alayı kan kusuyor dizelere
Gezginler küskün
Keşişler tapınaklarında öldü
Hortluyor Mecusi zihniyeti
Yeniden yakılıyor ateşin külleri
Şimdi karabasan çıraklığına ucuzlandı kardeşlik
Sıkımlık boğazlar aranıyor! Her yerde
Bir yarı liman gücüğüne demirlendi yolculuk
Islak bir meydan savaşında yenildi anneler
Göçtü merhamet torağı
Şimdi
Kaç paçavra yosmasının rahmini yırtar tarih
Kaç töre cinayetine temizlenecek kardeş vurumu
Sıkılmış yumruklardan kaç diş daha fırlayacak
Ayıp tarihine kaç sayfa daha eklenecek
Bilemiyorum…
Orhan Ateş
Bir mendil sarımında hıçkırık heybesi
Giden göçmen kuşların ardında bıraktım yaftamı
Son avcıların saçmaları dağıtır girizgâhlar aynasını
Her boğum, yeni bir isim doğuşunda
Hıçkırığın boğuk ilmeğine sallanıyor bayat doku
Ve dişlerim gıcırdıyor
Seçilmiş,
Yaz gülüşlü bir ayaz kandırıyor kızarmış tenimi
Üşütüyor sebepsiz iklimler…
Yüreğimin köşe başları tutulmuş
Namluya vurulmuş yüzüm
Kaç deli kurşun sıyırabilir zihnimi
Kaç kuşak yarımı parçalar düşlerimi
Göğün maviliğine saplasam mızrağımı
Kaç divane baykuş düşer göğün ininden
Şimdi bir yaz buzulu dağlarda çözülüyor sözcüklerim
İklim dağılımı bir sel götürüyor ucuz şiirlerimi
Bir süvari alayı kan kusuyor dizelere
Gezginler küskün
Keşişler tapınaklarında öldü
Hortluyor Mecusi zihniyeti
Yeniden yakılıyor ateşin külleri
Şimdi karabasan çıraklığına ucuzlandı kardeşlik
Sıkımlık boğazlar aranıyor! Her yerde
Bir yarı liman gücüğüne demirlendi yolculuk
Islak bir meydan savaşında yenildi anneler
Göçtü merhamet torağı
Şimdi
Kaç paçavra yosmasının rahmini yırtar tarih
Kaç töre cinayetine temizlenecek kardeş vurumu
Sıkılmış yumruklardan kaç diş daha fırlayacak
Ayıp tarihine kaç sayfa daha eklenecek
Bilemiyorum…
Orhan Ateş
Sınır Dergisi Sayı 4 / Temmuz Ağustos 2010
Bir Dağ Hikayesi
“Aksa intifadası sembolü, şehit
Muhammed Cemal Ed-Dur re’ye
ve acı çeken halklara ithaf olunur”
Lacivert bir gökyüzünün avlusunda
Voltasını atarken,
acı, ateş, kan
Haksızlıklar
Baskılar
Gece yarısına bırakılan baskınlar
Elleriyle yüzünü kanatır şafağın eteğinde çocuklar
Zulmün ağlatan yüzü,
Çamurdan hapis
Kursağında gezinir
Uykusuz annelerin
Sessizliğin rahminde ateş yakar cenin
Yuvalanır
ve kan
ve pıhtı
Bir gülüşün gölgesinden dökülür yaralı insanlar
Ve Halepçe
Ve Filistin
Ve aslan yeleli mazlumlar
Ve dahi Ortadoğu
Ve dahi öz vatanında mülteci sayılanlar
Kanlı gözyaşlarıyla geçerler, bir kuşun kırık kanadında
Omuzlarında zorbaların düşü
Ve haksızlığın kanlı kılıcı
Ölüm akar Aksa, cemal gülüşlerinden
Yorgundur,
Kandır,
Revandır ter
Geçmiş zamanın coğrafyasından
Tenime yasaklı bir ateş düşer
Muhacir bir kavim ölür yüreğimde
Bedrettin aslanlarının kalbinde uyanır matem
Kavgada yanar kül olur teker teker yenilenler
Adı özgürlük olan bir yaradan
Kederli cesetler düşer ellerime
Bir yanım çığlık olur
Bir yanım sekiz kurşun yarası
Ve işgal başlamıştır artık
Ak gömleklerde kan, toprakta kan
Bebekler bir kurşundan daha ucuz
Ölmek mi kolay
Yaşamak mı daha zor. Bilinmez
Ah hürriyet senin o aziz gözlerinde.
Binlerce taşsız mezar, isimler meçhul
Toprak damlarda unutulmuş hayaller,
Üstelik kahır
Boşaltılmış köyler, sancılı sesler
İner ağlayan kalbime öfkem
Düşlerim yeniden gece olur
Yeniden zemheri bir ayaz
Kinimde sekiz silahlı eşkıya gözü
Ve umut, kalan en son sürgünüm
Ve bağıran tılsımlı çatlak dudaklarım
Lanetlenmiş yüreklere veda edercesine
Susar tüm vebalı kentler
Özlemiyle ve hoyratça
Yasaklı bir coğrafyanın kavgasında
Vurulmadan gece
Düşmeden ay
Kurumadan güneş
Ayağa kalkarak yazdığım fermanı
Güneşin bağrına çıplak ayaklarla basarak
Okuyacak elbet bir gün, yüz binlerin sesi
Açılmadan dikişsiz mezarlar, ölen dostlarımız için.
İnsafsız bir hançer derinliği, soluk bir namlu
Kanatır sesimi, soluğum ölümün kapısına çarpar
Ve çürür tenleri kalbimde uçuşan özgür martıların
Hangi yaşam benim bu tutsak ceketimi giyer
Kara eldivenlerimle girsem kendi koynuma
Ve yakalansam içimde alevlenen düşlerimle
Utanmaz
Arlanmaz
Ve bu ters(iz) insanlar
Beni kendi kapımın hırsızı sayarlar
Oysa
Bu coğrafya benimdi
Bu kent
Bu sokak
Bu oda
Ve dört pencerem
Ve gönül gözüm
Ve kalp gözüm
Ve iki gözüm
Ah alnımın simgesi, kanımın heyecanı,
Vatanım
Kirpiklerim kadar gözlerime yakınım
Yasaklım
Ekim düşüm
Toprağın mayınlıdır bilirim
Paramparça olmak adına severim seni
Demir parmaklıklar ardında,
Ölüme karşı biz yaşayanlar
Tüm hayallerimizi kırmızı bir hançer gibi
Saklarız kömür ateşi dudaklarında
Hırçındır
Arzu doludur
Sana dair isteklerimiz
Kutlu toprağına akıttığımız kanlarımız
Gel nazlı bir sevgili gibi, ey eşsiz hürriyet
Üzüm tadında boy versin çocuklarımız
Ah bu yetim kimliğimiz
Kimsesizliğin dağınık saçları gibi
Kölesi olmuştur tarihin
Bir ben
Bir ışıklı gece
Ve sürtük bir iklim
Kapısında kalmışız karanlık bir mağaranın
Üzerimde ısırgan bir sevda
Sol yanı cennet
Açılmamış gonca gülü koklamaktan gelir ellerim
Üzüme
İncire
nara
ateşe
ve kana
Yemin olsun
Dimdik ayakta duran kardeşçe bir gök kurulacak
Ve geçecek bu yamyam diş ağrıları
Ve ben o günü özlerim,
Demir parmaklıklar ardından.
Orhan DEMİRTAŞ
Sınır Dergisi Sayı 4 / Temmuz Ağustos 2010
Muhammed Cemal Ed-Dur re’ye
ve acı çeken halklara ithaf olunur”
Lacivert bir gökyüzünün avlusunda
Voltasını atarken,
acı, ateş, kan
Haksızlıklar
Baskılar
Gece yarısına bırakılan baskınlar
Elleriyle yüzünü kanatır şafağın eteğinde çocuklar
Zulmün ağlatan yüzü,
Çamurdan hapis
Kursağında gezinir
Uykusuz annelerin
Sessizliğin rahminde ateş yakar cenin
Yuvalanır
ve kan
ve pıhtı
Bir gülüşün gölgesinden dökülür yaralı insanlar
Ve Halepçe
Ve Filistin
Ve aslan yeleli mazlumlar
Ve dahi Ortadoğu
Ve dahi öz vatanında mülteci sayılanlar
Kanlı gözyaşlarıyla geçerler, bir kuşun kırık kanadında
Omuzlarında zorbaların düşü
Ve haksızlığın kanlı kılıcı
Ölüm akar Aksa, cemal gülüşlerinden
Yorgundur,
Kandır,
Revandır ter
Geçmiş zamanın coğrafyasından
Tenime yasaklı bir ateş düşer
Muhacir bir kavim ölür yüreğimde
Bedrettin aslanlarının kalbinde uyanır matem
Kavgada yanar kül olur teker teker yenilenler
Adı özgürlük olan bir yaradan
Kederli cesetler düşer ellerime
Bir yanım çığlık olur
Bir yanım sekiz kurşun yarası
Ve işgal başlamıştır artık
Ak gömleklerde kan, toprakta kan
Bebekler bir kurşundan daha ucuz
Ölmek mi kolay
Yaşamak mı daha zor. Bilinmez
Ah hürriyet senin o aziz gözlerinde.
Binlerce taşsız mezar, isimler meçhul
Toprak damlarda unutulmuş hayaller,
Üstelik kahır
Boşaltılmış köyler, sancılı sesler
İner ağlayan kalbime öfkem
Düşlerim yeniden gece olur
Yeniden zemheri bir ayaz
Kinimde sekiz silahlı eşkıya gözü
Ve umut, kalan en son sürgünüm
Ve bağıran tılsımlı çatlak dudaklarım
Lanetlenmiş yüreklere veda edercesine
Susar tüm vebalı kentler
Özlemiyle ve hoyratça
Yasaklı bir coğrafyanın kavgasında
Vurulmadan gece
Düşmeden ay
Kurumadan güneş
Ayağa kalkarak yazdığım fermanı
Güneşin bağrına çıplak ayaklarla basarak
Okuyacak elbet bir gün, yüz binlerin sesi
Açılmadan dikişsiz mezarlar, ölen dostlarımız için.
İnsafsız bir hançer derinliği, soluk bir namlu
Kanatır sesimi, soluğum ölümün kapısına çarpar
Ve çürür tenleri kalbimde uçuşan özgür martıların
Hangi yaşam benim bu tutsak ceketimi giyer
Kara eldivenlerimle girsem kendi koynuma
Ve yakalansam içimde alevlenen düşlerimle
Utanmaz
Arlanmaz
Ve bu ters(iz) insanlar
Beni kendi kapımın hırsızı sayarlar
Oysa
Bu coğrafya benimdi
Bu kent
Bu sokak
Bu oda
Ve dört pencerem
Ve gönül gözüm
Ve kalp gözüm
Ve iki gözüm
Ah alnımın simgesi, kanımın heyecanı,
Vatanım
Kirpiklerim kadar gözlerime yakınım
Yasaklım
Ekim düşüm
Toprağın mayınlıdır bilirim
Paramparça olmak adına severim seni
Demir parmaklıklar ardında,
Ölüme karşı biz yaşayanlar
Tüm hayallerimizi kırmızı bir hançer gibi
Saklarız kömür ateşi dudaklarında
Hırçındır
Arzu doludur
Sana dair isteklerimiz
Kutlu toprağına akıttığımız kanlarımız
Gel nazlı bir sevgili gibi, ey eşsiz hürriyet
Üzüm tadında boy versin çocuklarımız
Ah bu yetim kimliğimiz
Kimsesizliğin dağınık saçları gibi
Kölesi olmuştur tarihin
Bir ben
Bir ışıklı gece
Ve sürtük bir iklim
Kapısında kalmışız karanlık bir mağaranın
Üzerimde ısırgan bir sevda
Sol yanı cennet
Açılmamış gonca gülü koklamaktan gelir ellerim
Üzüme
İncire
nara
ateşe
ve kana
Yemin olsun
Dimdik ayakta duran kardeşçe bir gök kurulacak
Ve geçecek bu yamyam diş ağrıları
Ve ben o günü özlerim,
Demir parmaklıklar ardından.
Orhan DEMİRTAŞ
Sınır Dergisi Sayı 4 / Temmuz Ağustos 2010
Dünya Yolculuğumuz, Mutluluk ve Bencillik Üzerine
İnsan bir yolcudur. Bu yolculuk ruhlar aleminden dünyaya, kabir ve berzah alemine en son sonsuzluk yurdu olan ahiret alemine kadar devam eder. Misafirliğin en önemli kuralı misafir olduğunu unutmamak ve bulunduğu muhitten muhakkak ayrılacak olma bilincinde olmaktır. Bu dünyada misafir olan insan, yolculuğunda pek çok yerlere ve yollara uğrar. Uğradığı her yerin adetleri ve kuralları ayrı ayrıdır. Bulunduğu bu mekanların özelliklerini, adet ve kurallarını bildiği takdirde her zaman kazançlı çıkmıştır. Ne zaman ki bu kuralları ve adetleri unutursa kendisine dönmesi ve nerede durması gerektiğiyle ilgili uyarılarla karşılaşmaktadır.
İnsan, daha dünyaya gelmeden bir damla bulanık sudan, bir annenin karnında, ardından uçsuz bucaksız bir alemde bulmaktadır kendini. Bu dünyada misafir olduğumuz aşikar iken neden bu inat? Neden bu hırs ve bencillik? Neden bu zulümler?
Ortaklaşa bir çalışmanın sonucunda bir başarı söz konusu olduğunda hemen kendimize mal ediyoruz. Tek kahraman biz olmaya çalışıyoruz. Bir anda emeği geçen tüm ekibi saf dışı ediyoruz. İnsana verilen benlik ve hürriyet, insanın gücünün ve yetki sınırlılığının farkına varması içindir. Bu zayıflığımızı ve sınırlılığımızı kabul edecek olgunluğa eriştiğimizde aslında gerçek gücü yakalamış oluyoruz. Ama biz kolay olanı tercih ediyor neticede hep kaybeden oluyoruz.
“Her şeyin en iyisini ben biliyorum. Herkes her konuda benden bir şeyler öğrenmeli” diye düşünüyoruz. Böyle düşündüğümüz için öyle bir gurura kapılmışız ki tenezzül edip başkalarının görüşlerine başvurmuyoruz. Sonuçta hep eksik kalıyoruz. Yanlışlarımız kendimizi beğenmişliğimizin etkisiyle bizi insanlıktan uzaklaştırabiliyor. Yanlışlarımızda ısrar ettiğimizde bu bizde alışkanlığa dönüşüyor. Öyle bir alışkanlık ki zerrelerimize kadar işliyor; yanlışlarımızı savunur hale geliyoruz. Aslında içten içe yanlış yaptığımızı biliyoruz ama bunu kabullenmek işimize gelmiyor. Yanlışlarımızın sonucunda pişmanlığı yaşamamak ve hep doğru işler yaptığımızı savunmak istiyoruz. Bu yüzden de doğruluktan ve doğru insanlardan iyice uzaklaşıyoruz. Boynumuzda ısırıcı akrebi görüp de bizi uyaran arkadaşlarımızı kendimize rakip olarak görüyor ve akrebin can damarımızdan bizi zehirlemesine bilerek müsaade ediyoruz. Bu zehrin etkisiyle kendimizden başkasını düşünemiyoruz.
-Ayağında yırtık ayakkabısı olduğundan, abisinin okuldan dönmesini bekleyip de ayakkabılarını değişerek okula giden Semra’yı,
-Akşam açlıktan uyuyamayan, yoldan geçen biri yiyemediği bir lokma ekmeğini yolun kenarına atar da gidip alırım ümidiyle pencere kenarına uyuyakalan Salih’i,
-Kanser teşhisi konan çocuğunun tedavisini yaptırmak için ahırdaki son ineğini satıp yarınki otobüse bilet alan Hasan Amca’yı,
-Eşini kaybetmiş, teskere için para isteyen biricik asker oğluna para göndermek için kime ağız açacağını kara kara düşünen Hatice Hanım’ı hiç düşünmüyoruz, hatırlamıyoruz.
Aslında biliyoruz ki bir insanın kıymeti himmeti ile paraleldir. Kimin himmeti milleti ise o tek başına küçük bir millettir. Tersine kimin himmeti kendi nefsi ise o insan değil sadece kendine varolandır. Çünkü insanın yaradılışı başkalarıyla da ilgilenmeyi, onları da düşünmeyi gerektirir. Sadece kendi kişisel çıkarlarını hayatının odağına yerleştiren, insanlıktan çıkarak canavar bir hayvan olur. Bugün yeryüzündeki zulüm, işkence, katliam ve soykırımları insanlığa yaşatanlar insan ismine layık mıdırlar?
Yeryüzündeki bunca haksızlığın, zulmün, huzursuzluğun sebebi de bunlar değil midir?
Günümüz artık, iki maaşın girdiği ama boşanmaların daha çok olduğu, daha süslü evler ama dağılmış yuvaların olduğu günlerdir. Bu günler; hızlı seyahatlerin, yok edilen ahlaki değerlerin, bir gecelik ilişkilerin, obez bedenlerin ve neşelendirmekten sakinleştirmeye hatta öldürmeye kadar her şeyi yapabilen hapların kullanıldığı günlerdir.
Toplumumuzun huzur, asayiş ve refahı ancak kendi insani ve islami değerlerimize sahip çıkmakla sağlanabilir. Bunu başardığımız takdirde insanlar birbirine güvenir ve sosyal yaşantımızın sağlam temelleri atılmış olur. Herkesin komşusundan, arkadaşından, akrabasından en önemlisi aile halkından emin olduğu toplumda güvenin temelleri hiç sarsılır mı? Yeter ki kendi küçük, basit çıkarlarımızı toplumun huzur ve menfaati için feda etmesini bilelim.
Kalplerimizi ve gönüllerimizi: insanları severek, onlara iyilik yaparak, kul hakkına riayet ederek, ticaretimizde ve tüm beşeri münasebetlerimizde doğruluktan şaşmayarak temizleyelim. Hayatımızın merkezine insanları sevmeyi ve topluma faydalı işler yapmayı alalım. Bir kalp ve vicdan ancak bu faziletli davranışlarla süslendikçe ondan toplumun huzuru için gayret göstermek, doğruluk ve adil davranışlar beklenebilir.
Sözün özü :Toplumsal hayatta zulmün olmadığı insanların birbirlerinin hak ve hukukuna saygı gösterdiği kimsenin başkasını doğduğu yerden, konuştuğu dilden, giydiği elbiseden yediği lokmadan dolayı dışlamadığı bir dünyada yaşamak bizim elimizde.
Bunun içim yapmamız gerekenler:
1)Toplumun huzur ve refahı için sürekli gayret etmeli, ümidimizi asla kaybetmemeliyiz.
2)Toplumsal yaşantımızda asla kendimizi başkasından üstün görmemeliyiz. Topluma ne kadar faydalı olursak o derecede üstün olacağımızı unutmamalıyız.
3)Başkasının tembelliğini ve yanlış davranışlarını kendimize bahane görüp yanlışı sürdürmemeliyiz.
4)Toplumsal çözümlerde “neme lazım başkası düşünsün” deyip işi birbirimize havale etmemeli, elimizi taşın altına koyabilmeliyiz.
5)Toplumun huzur ve refahı için muhakkak kendi rahatımızdan ödün vermeyi öğrenmeliyiz.
Mutluluğu uzak diyarlarda aramaya gerek yok aslında mutluluk; kalbimizde insanları sevecek , onlara değer verecek bir yeri korumakla elde edilir.
Yaşam, aldığımız nefes sayısıyla değil, nefesimizi kesen anların sayısıyla anlam kazanır.
Mutlu olmak bu kadar güzel ve kolay iken neden mutlu olmak için acele etmiyoruz? Fuat KORKMAZER
Sınır Dergisi Sayı 4 / Temmuz Ağustos 2010
Hüznün Yankısı
“Savunmasız bir sığınaksa hayatın, beni korumana alma. Yol ortasında kaybolmuş bir çocuk çaresizliğiyle bırakma ardından… Savunmasızım çünkü ve de duvarsız sığınaklarım…”
Kapanmaya yüz tutmuş bir yarayı kestik yeniden. Bir tükenmişlik bıraktın önüme. Su mu olayım toprak mı? hangisi yeter yeni bir yaşamı filizlemeye. Bir sessiz gözyaşıyım oysaki. Sonsuzluğu gömüyorum kalbime. Kestiğin yarayı eşeliyorum. Sızılarım sonsuzluktan da sonsuz. Çekilen dalga olup yitmeksen derinlere, içimde ağırlaşmış tonlarca kum var. Denizsiz, yosunsuz, kupkuru bir çölüm aslında.
Sen ne eski bir anısın ne de yeni bir bahar gönlümde… Belirsizsin en az benim varlığım kadar. İlk defa dokunuyor olmanın acemiliği bendeki, bir başkasındaki kendimin acılarına… Bakma gözlerime, anlayamazsın…
Hangi yola çıkarsan çık, aradığın güvenmektir sadece… Bazen hiç tanımadığın insanlarla aynı durakta uzun uzun beklemenin, bir bankta en derin izlerin tarifini uzadı uzadıya tanımadığın birine anlatmanın, yolda küçük bir çocukla konuşmanın nedeni bir başkasında aramaktır kendini…
Uzaklaşmak istedikçe her şeyden daha çok sığınırsın sana yabancı olan her şeye… İsim oyunları kurarsın kendine… Kimi zaman aşk olur tanımadığın bir ses, kimi zaman dost olur tanımadığın bir gülüş… Oysa nereye gidersen git aynı hasret gizli kalır ruhunun kabuğunda…
Dün, bugün, yarın ve belki de tüm kavramları zamanın, geçmişim oldu. Sen gittin… Sonra ben gittim kaldığım yerde… Geri gitti sonra birer birer geleceğe hiç göz atmadan günler.
Ne başlangıcı ne de sonu olan bir nokta bıraktın ömrüme. Hiç yolum yok ki, ne düz ne de yan dallarını çizmeye… Sende uçurtması ipsiz bir çocuk, bende gökkuşağı renksiz bir çocuk kaldı. Ne toprağım ne de su… Bir sessiz gözyaşıyım sadece… Nasıl olsa sen de bir bankta ya da bir durakta ya da bir telefon ucunda, belki de otobüs durağında, yürüdüğüm yollarda, gezdiğim mekânlarda, yaptığım yolculuklarda, beklediğim banka kuyruklarında belki de olduğum ve olacağım her yerde biten bir düşün en derin izlerini anlatacağım, bana en uzak en yabancı birisin…
Elif GÖZEL
Sınır Dergisi Sayı 4 / Temmuz Ağustos 2010
“Gelme” Dedim…
Başrolünü Nesrin Cavadzade’nin oynadığı Dilber’in Sekiz Günü, klişeleşen, klişeden öte yalama olmuş aşk-töre çatışmasını anlatmaya çalışan bir çalışma. Kürt coğrafyasında pek çok trajedinin sebebi olan bu problem bilmem kaçıncı kez olarak, bu defa da Cemal Şan’ın bakışıyla –Sekiz Gün Üçlemesi’nin son çalışması olarak- beyazperdeye aktarılmış. Yapıtın olay örgüsünde herhangi bir abartma yok, pek çoğumuzun tanıdığı insanların da başından geçmiş bu coğrafyanın insanı için sıradanlaşmış şeyler: Babalarının daha askerdeyken sözleşmeleri sebebiyle birbirileriyle evlenmek zorunda kalan, töreyi/atayı aşamayan, boyun eğen gençler… Babasının verdiği sözün bozulmaması için sevdiği kızla değil de bir başkasıyla evlenen, bundan ötürü mutsuz olan, çekmekte olduğu azaba dayanamayıp evlenmiş olan Dilber’in kapısına gelip dayanan Ali; orakla önce kendi babasına sonra da Ali’nin babasına hesap soran, isyan eden Dilber…
2008 yapımı filmin oyuncu kadrosu da bir hayli zengin: Fırat Tanış (Yabancı değil canım, “Geniş Aile’nin ‘Koyu Bilal’i), Ahmet Saraçoğlu? (Yaprak Dökümü’nün Tahsin’i), Mustafa Üstündağ (Kurtlar Vadisi’nin Muro’su)… Ve vazgeçilmez olarak Kürt halkı. İzleyicisine, Kürt coğrafyasında töre cinayetlerine engel olmak için devlet desteğiyle çekilen Havar filmini hatırlatacak sahnelerin çalışmada yer almasına zemin hazırlayan amatör oyuncular, oyuncudan da öte, çalışmada rol alan köy halkı. Zira filmin çeşitli sahnelerinde (Mehmet’in Dilber’i istemeye gelişi, Dilber’in Haydar’dan hesap soruşu…) filmin çekildiği yöre insanına çokça yer verilmiş. Öyle ki Dilber’in ailesi olarak kamera karşısına geçen köylülerin farklı ailelere mensup olduğu gün gibi belli olmakta. Yönetmenlerimiz bu şekil imece usulüyle film çekmeye ne zaman son verecek, ben de merak ediyorum! Bunun dışındaki oyunculuklar tamamıyla harika!
Filmde aksamış olan bir diğer şey, köye yürüme mesafesinde olan kasabada yaşayan Mehmet’in –ki kendisi de köye girişte Kürtçe adres sormakta, rakı masasında karısı için Ay Dilberé parçasını yakmaktadır- adetlerimize göre kadının, erkeğinin ardından yürümesi gerektiğini bilmemesi. Filmin konsept danışmanlığını yapan kişilerin bunu gözden kaçırmaması gerekirdi. Yine de olayın duygusallığa bulandırılmadan verildiği, dramatizasyon fazlalığına başvurulup Sezercik-Hülya Koçyiğit filmi olmaktan kurtarıldığı Dilber’in Sekiz Günü, ailecek de izlenebilecek ibret dolu bir film olmuş.
Dileğim, bu tür acı olayların dünyanın hiçbir yerinde ve dağlarına baharın bir türlü gelmediği memleketimde bir daha asla yaşanmaması.
Abdullah KOÇAL
Sınır Dergisi Sayı 4 / Temmuz Ağustos 2010
Göçer Şairler
Geldim
buradayım işte
taze baharların
filizlenen çiçeklerinde
dalgalandım
alev aldı şiirim…
Şimdi
hırçın bir kır yangını yüreğim
doğmamıştım
hiçbir evrenin ellerine
yoktum
ölü bir bahardım belki
bütün atlaslarda
aşk yüce bir destandı
çocukluğumun göçer çadırlarında
büyüdüm
birer birer göçtü
hüzünlü aşiret divanları…
şimdi
yaralı bir sessizliktir
kalbimin kıvrımlarında yatan
çocukluğumun yayla masalları
aşılmaz nehirlerin
sevdasından geçtim
yıkandım
arındım tüm günahlarımdan
geldim
buradayım işte
eskittiğim atlasların
en mavisinde
yalnızlık kamçılı gecelerde büyüttüğüm
sevdalarımın ıssız ormanında
ve aşk
hiç eskimeyen bir destandır yine de
kent sürgünü
uygarlıklarımın gözlerinde…
Yaralı türküler
yangın dizeler konar
tenimin engin vadilerine
süzülürüm sessizce
asırlık acıların kasıklarından
kederli bir fahişenin kollarında
unuturum usulca tüm yorgun yolculuklarımı
çetelesi tutulmamış
yaralı bir tarihtir yüreğim
el yazması
solgun bir kitabın bilgeliğine
yeni bir sayfa ekler
konakladığı her yerde…
Buradaydım
göçtüm işte
yokum artık…
Kalbinin gizil meylerinde
yıllanan bir şarabım belki
ve sen
sürmektesin izimi
köhne mahzen kapılarında
sürdür serüvenini
dokun kadehlerime
ordayım bak
dudağındaki kadehin
en kızıl dalgasında..
Mamed ÖZDİL
Sınır Dergisi Sayı 4 / Temmuz Ağustos 2010
Yaşam Bana Küs Suratlı Bir Ev Kadını
Bu ülkenin arka bahçesi suni ışıklarla elde edilmiş, yakamozlu bir nehirdir.
Ay ışığı kimin umurunda, gelgitlerin olmayışı güvendir.
Ne kadar istesek de yerin çekim gücüne karşı koyamıyoruz.
Hep aşk sonrası hüzne tanıklık etmek bu şarkının kaderidir.
Herkes isminin çağrıştırdığı frekansı işlerken davranışlarının örgüsüne,
Sana biçileni kırmak dağ gibi yürek ister…
Yol uzun.
Her yol her zaman uzundur…
Gitmeye de kalmaya da yazgılı olmak değiştirmez yolun gerçeğini…
Her adım diğerinden daha inançsız…
Başkasını incitirken kimi kırmayı özleriz en çok? Kimi cezalandırır kimi eksiltiriz?
Yatağın içinde dönüp durarak enerjini tüketmektir bu…
Sınır yok… Mide yangınlarını çoğaltır…
Bu bir sınav.
Sevginin can çekişmesine tanıklık ederiz…
Duaların susları mırıl mırıl yinelenirken…
Gece yarısı açıklamaları bunlar…
Oburca yutulan lokmalar…
Eşyanın kendinden büyük gölgesi sigara dumanına bulanıyor…
Kendi dilleriyle konuşurken nesneler…
Gecenin her şeyi abartan sesi gün boyu sustuklarımıza inat…
Zaten insanı en savunmasız anda yakalayan bakışları severim ki… En tanımlanmaz yönlerin hâkimiyeti kokarlar…
Hep sustuklarımızı konuştururuz sevişmelerde…
Kırmızı bir bohça içi naif hayallerim. Başka neyi alabiliriz ki yanımıza? Varsa yoksa kendinde biriktirdiklerin…
Ben kendi payıma seni seçtim… Bu savaşta herkes gibi olmamayı ismine borçluyum biraz… Belki nesnelere dökseydik bu sevgiyi, ezberlerin kurbanı olacaktık…
Bu acılı bir seremoni… Ne söylesem o sözlere yüklenenleri yenip, yeni bir soluk getiremem yaşama…
Yaşam bana küs suratlı bir ev kadını… İstemlerini söylemeyip anlaşılmayı bekleyen…
Bu sözleri susturulmuş bir şarkı.
Sus dediğim kalbime… Sus…
Bırak bu öykü duygulanımla yazsın kendini kaleme… Binlerce kez denenmiş sözcüğe gerek yok…
Biliyorum daha en başından dibe batar bu sevda dile gelse…
Zaten konuşmayan en çok anlar zamanı… Ertelediklerimizi… İki düzgün cümleye adak yaptığımız bizi tamamlayacak şeyleri…
Biliyordum daha en başından, yazı yasak okumak bir başına kalmak orta yerde… Bilmekse gülünç… Kim varabiliyor ki yüreğinin gizine?
Yalnız tanıdık bir ten, bir koku… Bilince çıkaramadığımız… Sezgilerimizin algıladığını anlamak geç kalınmış bir zaman…
Biliyordum aslında hiçbir duygu kendini tekrarlamaz…
Biz kanatıp kalıplara sığdırmazsak…
Aslında hepimiz kaybedeceğimiz korkusuyla yaşanmaz kılıyorken aşkları, korkunun ecele faydası yoktur…
Biliyordum… Aslında biz ne yapsak da yürek dinlemez…
Dağıtır tenhalığını alır başını gider… Ve bulur her nasılsa kuralların beğenmediğini…
O kendi ruhuna tanımladığımız zamanın ötesine atar zarlarını…
Çünkü bilir tanıdık bir tene değmenin senelerin nizamından daha yüce olduğunu…
Biliyordum gerisi okyanusun yüzeyine kumdan evler inşa etmek…
Hicran ASLAN
Sınır Dergisi Sayı 4 / Temmuz Ağustos 2010
Kuwene
biçûka malan
delala dilan
gula bax û baxçan
xezala mêrgan
çima çavên xwe wisa miz didî
qey xewa te a sivik û şirîn tê
biçûka malan
delala dilan
kuwene ez rabim rast kim dergûşê
rêz kim çend lorîyan b’rengê hewîşê
xelata rehman
dilopa çeman
sebra tengîyan
ronîya şevan
tama hingîvan
strana lêvan
çima nahewî û dikî girînê
qey tu diêşî j’tînan û birçînê
sebra tengîyan
ronîya şevan
kuwene rabe dayîka wê zû ke
nanê hûr ke mast jê re pirtûn çike
dermanê kulan
çûka devîyan
stêrka ezmanan
hinara daran
sirra zimanan
hênikîya waran
çima natebitî di hundir malê
kêfa te hatibe em b’gerin l’der malê
stêrka ezmanan
hinara daran
kuwene ez rabim te danim l’ser milan
l’te bidim nas kirin jana bilbilan
guleroja tavê
qîza şaîrbavê
adar2008wan
Sidîq GORÎCAN
Sınır Dergisi Sayı 4 / Temmuz Ağustos 2010
Kürt Sorunu İçin Bir Değerlendirme Ve Bazı Öneriler - III
5. KALICI ÇÖZÜM İÇİN BAZI ÖNERİLER
Bugün yaşanan sorunun bölgelerarası kalkınmışlığın ötesinde siyasi, kültürel ve etnik ve tarihsel temellere dayanan bir yan içerdiğini; bununla birlikte sosyo-ekonomik yapının iyileştirilmesinin, insan hak ve özgürlüklerinin tesisinin reaksiyonları yumuşatacağını; böyle bir ortamın oluşmasıyla birlikte barış temeline dayanan kardeşçe bir birliğin sağlanmasının zor olmayacağını vurgulamaya çalıştık. Şimdi somut çözüm önerileri üzerinde durabiliriz. Bu amaçla ve bu çerçevede yeni bir anayasa ve bazı yeni atılımlar ve reformlar elzemdir.
5.1.Yeni Bir Anayasa Yapılmalı
Türkiye, yüzyıllık demokrasi sürecini tamamlamak ve yeni bir anayasa yapmak durumundadır. Halkın ihtiyaçları, demokratik bir anayasayı kaçınılmaz olarak gündeme getiriyor. Demokratik anayasa girişimi, Türkiye’nin Kürt sorununu eşitlik, özgürlük, kardeşlik, gönüllü birlik ilkeleri temelinde çözecek düzenlemeyi yapmak göreviyle karşı karşıyadır. Burada denenmiş bir esin kaynağımız var; Kurtuluş Savaşı’nın Türk ve Kürdü birleştiren, seferber eden ve savaşın ateşinde sınayarak zafer kazanmış çözümünü realize edip, bu kez kalıcı olarak yasal güvenceye bağlayarak yürürlüğe koymak gerekir.
Birleştirici kimlik: Artık tarihsel olarak hiçbir güç, Kürdü Türk veya Türkü Kürt yapamaz. O nedenle ülkemizde Türklük veya Kürtlük, hele Türkçülük veya Kürtçülük, birleştirici kimlikler değildir. İnsanlığın milletleri aşan büyük geleceğine ilerlemede öncü roller oynayacak bir tarih birikimine ve coğrafî konuma sahibiz. İşte bu öncü birikimle, Türkler ve Kürtler (ve diğerleri) kendi renklerini kaybetmeden, ortak bir vatanı, ortak bir hayatı, ortak bir geçmişi ve geleceği paylaşmak gerçeğinden beslenen birleştirici bir kimlikle ve özgür iradeyle ortak bir devletin yurttaş topluluğunu oluşturabilirler. Bu ortak kimlik, “Türkiyeli” olmaktır.
Ortak vatan: Yine anayasada belirlenmelidir ki, Türkiye, bu topraklar üzerinde yaşayan bütün halkların ortak vatanı’dır.[1] Burada “salata çanağı modeli” geçerlidir. Salatanın konulduğu tabak ortak vatan, içindeki malzemeler (renk, nitelik ve özelliklerini kaybetmeden) bu ortak vatanın unsurlarını, sos ekonomiyi, onu karıştıran el ortak iradeyi, dağılım biçimi ise (ki her alanda eşitliği sağlar) adaleti belirtir. Böylece çokluk içinde bir birlik saçalanabilir. Aksi taktirde red ve inkara dayanan, farklılıkları teke indirgeme dayatmaları böler, parçalar.
Toplum hayatında ve milletler arasında sonuçları zor kullanarak çözen ve şiddeti kutsayan Ortaçağlı ve bağnaz milliyetçi kültürü bütün temelleriyle tasfiye etmek ve halk içinde barışçı, insana saygılı ve şiddeti hor gören, kardeşlikten yana, emeğe değer veren, laik ve demokratik bir kültürü yaymak, başta eğitim ve kültür kurumları olmak üzere bütün devlet kurumlarının görevi olmalıdır.
5.2.Yeni Politikalar Geliştirilmeli
Yasaksız özgür tartışma ortamı sağlanmalı: Kürt sorununun ve çözümlerin, her tür yasak ve ceza tehdidi dışında, özgürce tartışabilmesi için gerekli hukukî düzenlemelere gidilmelidir.
Dile, kültüre ve kimliğe ilişkin haklar yasal güvence altına alınmalı: İnsanlar dillerini özgürce konuşabilmeli, kültürlerini her alanda koruyarak geliştirebilmeli ve kimliklerini yaşayabilmeliler.
İsim yasakları tamamen kalkmalı: İnsanlar çocuklarına kültürlerine uygun istedikleri isimleri verebilmeli. Tarih ve kültür zenginliğini yansıtan yer isimlerinin değiştirilmesine son verilmeli, eski isimlerin iadesi sağlanmalı, her yer bilinen ve yerleşmiş adıyla anılmalıdır.
Genel bir af çıkarılmalı: Genel af, kardeşkanı dökülmesine son verecek süreçleri güvence altına almak için zorunludur.
Özel Timler ve Koruculuk Kaldırılmalı: Devlet, bu tür uygulamalara son vererek barışçı çözümün yolunu açmalıdır.
Bölgeler arası dengesizlikleri gidermek için kamu yatırımlarına ağırlık verilmesi ve devlet destekleri gerekli: Türkiye’nin doğusu ile batısı ve çeşitli bölgeleri arasındaki ekonomik uçurumu derinleştirmektedir. Bölgeler arasındaki dengesizlikleri gidermek için, o zamana kadar kamu yatırımlarına ağırlık verilmelidir.
5.3. Atılması Gereken Diğer Adımlar
Bu adımlarla birlikte; Türkiye'nin en büyük sorunu olan Kürt sorunu öncelikle ve ivedilikle meclis gündemine son olarak kalıcı çözümle getirtilmeli; kardeşin kardeşe vurdurulduğu bölgede kanın bir an önce durdurulması ve anaların artık ağlatılmamasının devletin en önemli görevi olduğu bilince çıkartılarak gereği yapılmalıdır. Halk, devleti ceberut ve baskıcı olarak görmek istemediği gibi, devlet de halkı potansiyel suçlu olarak görmemelidir. Köyleri boşaltılan halkın, köylerine tekrar dönmeleri ve kendilerine gereken miktarda tazminat ödenilmesi beklentisi karşılanmalı; bölgedeki psikolojik gerginliğin tüm kaynakları bir an önce kurutulmalıdır. Askeri sevkıyat ve operasyon yerine okul ve iş alanlarının inşa edilmesi ve eğitim ve öğretimin ciddi bir şekilde hızlandırılması gerekmektedir. Bölge halkı, kendi dilini ve kültürünü yaşamalı ve yaşatmalıdır. Bilinmelidir ki askeri çözüm, hiçbir zaman çözüm olmamıştır. Onun yerine demokratik, insan hak ve hürriyetlerini kısıtlayıcılıktan uzak reformların hayata geçirilmesi gerekir.
Sonuç olarak, birçok kişinin üzerinde anlaştığı ve dile getirdiği şu somut önerilerle bu kısmı sonlandırmak istiyorum. Bu aynı zamanda Kürt Sorunun çözümü konusunda bir program dâhilinde somut olarak atılması gereken adımları içermektedir. Bunlar yapıldığı takdirde sorunda çözülmüş olacaktır diye düşünüyoruz.
1) Anayasadaki vatandaşlık tanımı değiştirilmeli. Vatandaşlığa etnik bir vurgu olmamalı, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı esas alınmalı.
2) Farklı dil, din, mezhep ve etnik kimliklerin rahatça yaşayabilmesi ve kendilerini ifade edebilmesi anayasal teminat altına alınmalı.
3) Kürtçe ana dille eğitimin önü açılmalı.
4) Devlette ve özelde Kürtçe anadilde eğitim gerçekleşinceye kadar Kürtçe dili seçmeli ders olarak okullara konmalı, üniversitelerde Kürdoloji enstitüleri açılmalı.
5) Değiştirilen köy, kasaba ve şehir adları iade edilmeli.
6) Özel radyo ve TV'lere süresiz Kürtçe yayın hakkı verilmeli.
7) Bir sosyal iyileştirme ve tazmin politikası uygulanmalı.
8) Bölgede devlet ve özel sektör eliyle ciddi bir ekonomik kalkınma yapılmalı.
9) Topyekûn toplumsal enerjiyi harekete geçirmek ve kalıcı demokratik çözümü tesis etmek için bir siyasi af çıkarılmalı.
6.SONUÇ
Kürt sorunu, kökleri Osmanlıya kadar giden Cumhuriyet tarihinin en önemli sorunudur. Bir yanı ile tarihsel özellikler taşırken öbür yanı ile çok güncel bir sorundur. Böyle olduğu halde, 21. yüzyılda bile bu sorunu özgürce bütün boyutları ile tartışıp çözüme kavuşturmak yerine inkâr politikalıyla ondan kurtulmaya çalışılmış, böyle davranılırsa sorunun yok olacağı varsayılmıştır.
Sorunun bu denli dallanıp budaklanmasının temel nedenlerinden biri de bu sorunu ve onu yaratan nedenleri sakin bir biçimde anlamak yerine onu örtbas etmeye çalışmak olmuştur. Tarihi ve sosyolojik gerçekleri ortaya koymamak ve demokratik yollardan bu sorunu tartışmamak onu büyütmekten başka işe yaramamıştır. Kürt kavramından, Kürt sorunundan korkulmuştur. Bu psikoloji ile onu yok sayma kolaycılığına sığınarak ondan kurulmaya çalışılmış, tıpkı bir insanın karşısında duran bir gerçekliği yok etmek için gözünü kapatması gibi bir yöntem izlenmiştir. Oysa kişi ne kadar gözünü kapatırsa kapatsın o gerçeklik orada durmaya, var olamaya devam eder, onun gözünü kapatması ile yok olmaz.
O nedenle sorun kimi zaman yok sayılmış, kimi zaman Kürtlerin varlığı ile birlikte inkar edilmiş, kimi zaman Kürtlere ve bu soruna dair her şey yasaklanmış, bu sorunla ilintili olarak meydana gelmiş olan isyanlar ve hareketler zor ve şiddet kullanılarak kanlı bir biçimde bastırılmış, ama hiçbir zaman sorun tamamı ile ortadan kaldırılamamıştır.
Bu gün gelinen noktada Türkiye özelde bu sorunla ilgili genelde kendi yeri ve yönünü tespit etmeyle ilgili bir yol ayrımında görülüyor: Ya başta Kürt sorunu olmak üzere diğer tüm sorunlarını çağcıl, özgürlükçü ve demokratik yaklaşımlarla çözerek daha güçlü ve gönençli bir biçimde yoluna devam edecek, ya da statükodan beslenenlerin dar düşünceli, bazı değerlerin kisvesi altında kendini öne alan, pragmatik ve baskı(cı) yöntemleri kullanmaya devam ederek içine kapanacak, ufkunu ve geleceğini karartacaktır.
Prof. Dr. Ahmet ÖZER
Sınır Dergisi Sayı 4 / Temmuz Ağustos 2010
[1] Güneydoğuda yaşam yaşanmaz hale gelince büyük dalgalar şeklinde göç etmek zorunda bırakılan Kürtler Kuzey Irak’a ya da İran’a veya Suriye’ye yönelmediler. İstanbul’a, İzmir’e, Antalya’ya göç etiller. Bu da onların bu vatanı ortak vatan olarak gördüklerinin delilidir. Öyle düzenlemeler yapılım ki, bırakalım sadece Türkler değil Kürtler de “bu vatana bir şey olacak mı” diye kaygılansınlar.
Bizim Rapunzellerimiz ve Kırmızı Başlıklı Kızlarımız
Bir gecedeyim, yarısı gibiyim... Sabaha gitmek ve gecede kalmak arasında bocalıyorum.
Gece, ruhumun kara kutusu gibi duruyor odada...
Masal kahramanlarını çıkarıyorum kitaplığın raflarından...
Bir politikacıyı dinlemek için bir kalabalık yaratıyorum, kibritçi kızlardan, kurbağa prenslerden…
Konuşmacı olarak parti başkanını değil, sözcü niyetine Pinokyo’yu çıkarıyorum seçim otobüsüne…
Gezgin ruhlu, hiperaktif Alice'yi takıyorum koluma, geziyorum ne kadar diyarı varsa harikaların...
Sonra yorgun düşüyorum, göğüslerine uzanıyorum, henüz uyanmasına yüzyıl kalan bir güzelin...
Bir balo tertipliyorum, sarayın merdivenlerinde pabucunu düşürecek telaşlı bir külkedisinin izini süremeyecek kadar zamanım olmadığı için, üvey kız kardeşine kur yapıyorum...
Bütün kapkaççıları birer Robin Hut yapıyorum.
Yoksulların stoklarında duran hayallerden biraz çalıp, zenginlere vermelerini istiyorum…
Sıra Rapunzele ve Kırmızı Başlıklı Kıza gelince duraksıyorum…
Aklıma yaşadığım ülkedeki kargaşalar geliyor.
Bizim Rapunzellerimizi ve Kırmızı başlıklı kızlarımızı düşündükçe, bunları bir arada nasıl tutabilirim diye telaşlanıyorum.
Ve bunların bıkmadan usanmadan kavga ettiklerini hatırlıyorum.
Soğuk odamdaki küçük kitaplığa ilişiyor gözlerim…
Evet, o masallar ve o masalın içindeki kahramanlar, hatta Rapunzeller ve Kırmızı başlıklı kızlar bile, o kitaplığın raflarında bir arada “hiç kavga etmeden” durabiliyor diyorum.
Benim kitaplığımdaki masallarda ve kahramanlarda bir sorunun olmadığına seviniyorum…
Yedi düvele nam salmış, kocaman ülkemin, soğuk odamın küçük kitaplığı kadar barış kokmadığına üzülüyorum...
Nasıl bir kitaplığın raflarında huzur içinde "kendi masallarını yaşıyorsa" Rapunzellerim ve Kırmızı başlıklı kızlarım, isterdim ki yaşadığım ülke, tıpkı o kitaplık olabilsin...
Ülkemdeki Kırmızı başlıklı kızları ve Rapunzelleri, masallarda geçen Rapunzellere ve Kırmızı başlıklı kızlara dönüştürmek istiyorum…
Bir cepheyi “hasta büyük annelerine kurabiyeci taşıyıcısı”, bir cepheyi de “münferit kulelere hapsedersem” bu mesele çözüme kavuşur mu acaba?
Herkes kendi derdine düşerse “kavga etmekten” vazgeçerler mi?
Artık din elden gitmez, laiklik elden gitmez olur mu?
Öncelikle kırmızı başlıklı kızların, büyük annelerini bulmam gerekiyor. İyi de nasıl?
Hadi buldum diyelim, aralarında büyük anneleri ölen yok mudur?
Büyük annelerine salgın bir hastalık bulaştırmakta büyük bir mesele…
Ya kuleye hapsedeceklerime ne demeli?
Hadi saçı kısa olanlara kaynak yaptırdık, kulenin dibinde onlara aşk serenadı yapacak yakışıklı prensleri nerden bulacağım…
Gece ilerliyor…
Vazgeçiyorum birilerini kurabiyeci, birilerini kuledeki mahpus güzel yapmaktan…
Nerede kalmıştık, Pinokyo’da mı?
Kibritçi kızlar ve kurbağa prensler alanı terk etmiş…
Ne gereği vardı ki bu kadar yalan söylemenin Pinokyo?
Bir ses duyuyorum… “İlk defa kendimin değil, başkasının yalancısı çıktım” diyor…
O da haklı… Onu sözcü yapan bendim…
İçine edildi masalın…
***
(Dergimiz için otuz üç kurşunla ilgili yazı isteyen Lütfi Demir’e)
Bize sıkılan kurşunların sayılabildiği günlerdi o demler…
Nasıl çıkıp bahsederim dünden…
Bugün kişi başına düşen gölge sayısına göre
Mühimmat stoklanıyorken şarjörde…
Mahsum ORAL
Sınır Dergisi Sayı 4 / Temmuz Ağustos 2010
Ne Zaman Konuşsam Susardım
-17 Ağustos 1999 Depremi’nin kara anısına-
“bütün hüzünlü akşamlarda bütün ölüler kan-ardı”
Kaç gündür evdekiler başımın etini yiyip duruyor bu kızın hali ne olacak diye. Mahmut'u da ''Bizimle konuşmuyor, ne yapsın ne etsin artık bu gece bir karar versin.'' diye göndermişlerdi yanıma. Kızın karnı günden güne büyüyormuş da... Uzun zamandır kimseyle konuşmuyordum. Kimseyi düşündüğüm de yoktu. Bu son zamanlar kendini iyice hissettiren, giderek büyüyen, içimdeki bu yengeç suratlı, dişlek adamla uğraşmakla meşguldüm. Ne zaman konuşmaya başlasam bu yengeç suratlı adamın beni yalancı olmamla suçlayıp susturduğunu kim nereden bilecekti!
Daha sakin bir ortamda karar vermem için Mahmut sandala binmemizi önerdi. Başımla onayladım. Sandala binerken hafif sarsıntı... Mahmut kürekleri kullanmayı öğrenene kadar kenarları yukarı doğru kıvrılmış, suya düşmüş kuru bir yaprak gibi dönüp durduk suyun içinde. Üstümüzde tenimize yapışan boğucu bir sıcaklık vardı. Deniz, yakamozların olduğu yerde ayna görevi görüyordu. Üstü tümseksiz ve yumuşak. Parmak uçlarımla dokundum ılık ve ıslaktı. Hava, güneş battıktan sonraki kızıllığını andırıyordu. Ay olabildiğince parlaktı. Yıldızlar üstümüze düşecek kadar yakın, irili ufaklı hepsi netti. Mahmut;
—Havayı görüyor musun? Deprem gecesi de böyle kızıldı.
-…
(Deprem kelimesini duyar duymaz, istemeyerek de olsa, belleğimde kalan deprem kalıntıları parça parça toplanan bulutlar gibi bir araya geldi. En iyi dostum Necati'nin o gülen yüzü bir şimşek gibi çaktı, gitti gözlerimin önünden.)
Böyle olup olmadığını bilmiyordum. O zamanlar memleketteydim. Yengemler İstanbul’dan tatile gelmişlerdi. Sabah şehirde duyduğum haberi annemlere söyleyince önce telaşlanmışlar sonra yengemin haberi olmasın diye uyarmışlardı. Öğlene doğru kara haber tez elden ulaşmıştı dört bir yana. Artık herkes depremden konuşur olmuştu. Köyün ihtiyarları kavurucu sıcakları, yağmurun yağmamasını, cinayetlerin artmasını, bereketsizliği ve daha bunun gibi birçok şeyi hükümetin başında bulunanlara bağlamıştı zaten! Depremde sanki onları doğrulamıştı. Her geçen gün Tanrı'nın bizi cezalandırdığı dilden dile dolaşıyordu.
Söylenenler her ne olursa olsun doğrusu doğa kendisini bir sonraki yaşama hazırlamıştı cesetlerin üstüne daha sağlam yapılar yapılsın diye. Sanki dev boşluk yıllardır içini cesetle doldurabilmek için fırsat kolluyordu. Ya da şöyle söyleyeyim. Azrail ve yardımcılarının gökyüzünden kovulduğu gündü. İntikamlarını almak için geceyi beklediler. Herkesin uyuduğuna emin olunca da bir gürültüyle şehirlere, sokaklara dağıldılar. Yaşlı-genç, kadın- çocuk fark etmezdi onlar için. Sonra... (Deprem anı ağır çekimde bir film karesinde izler gibi gözlerimin önüne geldi. Önce bir uğultu, köpek havlamaları, hafif esinti, yerin yerinde durmaması, yapıların ileri geri hareket etmesi, kimi ağaçların canlıyken başlarının ilk kez yere değmesi, denizin kabına sığmaması karadan daha çok pay alabilmesi için üst üste dev dalgalar göndermesi, bir gürültü... Kalın, tiz sesli çığlıkların yükselmesi, bir anlık bilinç kaybı... Sonra irin rengi bir toz bulutunun ağır ağır karanlığa karışması ve azalan çığlıklar, çoğalan iniltiler...)
—Şeyda’dan daha iyisini bulamazsın.
-...
(Derken dalgaların önünde can havliyle koşan insanları bir fotoğraf karesi gibi dondurdum.)Bir gazetede okumuştum. İki arkadaş nişanlılarıyla sahilde eğleniyorlarmış. Bir gürültüyle kalkmışlar. Dalgaların üstlerine geldiğini görünce koşmaya başlamışlar. İki genç kurtulmuş, nişanlıları geride kaldıkları için dalgaların içinde kaybolmuşlar. Sonraki günlerde iki arkadaş sahile gelip denize yalvarıyorlarmış "Ne olursun ya ölülerini ya dirilerini..."İçimden niye gençler kızların ellerinden tutup onları da kurtarmadılar ki diye geçirecekken, yengeç suratlı adam hemen atıldı:" Siz orada olsaydınız, sende Şeyda’ya aynısını yapardın. Bencilsiniz siz, bencil".Hayır ben bencil değilim dedim. Yengeç suratlı, geçmişten birkaç olay hatırlattı. Sustum.
Yok olmuş binlerce yaşam, akşamdan verilmiş binlerce söz veya birkaç tamamlanamamış cümle... Son çığlıklarını atan yaralılar, karnı deşilmiş ölüler, bebek ölüler, suda şişmiş ölüler, gözleri açık ölüler, ille de kadın ve çocuk ölüler... Aman Tanrım ne çok ölüler öyle katliam manzaraları gibi... Sıkıldım. Elimi suya daldırmak için eğildiğimde denizin dibi cesetlerle doluydu. Bir kadının yüzünü yosun kaplamıştı. Bir kadının saçları yavaşlamış akıntıda dalgalanıyordu. Birinin gözleri açık bana bakıyordu. Biri kaskatı kesilmişti. Bir çocuk denizanası gibi savruluyordu. Birinin... Korktum. Elimi sudan çektim. Başımı kaldırdım. Enkazların arasında bir el sallanıyordu. Kurtarılmayı bekleyen bir can.(Tekrar ağır çekimde bir adam sallanan ele doğru harekete geçti. Ben tam üstündekilerini kaldırıp kurtarmayı beklerken, adam sallanan elden takıları çıkarıp hızla uzaklaştı.).Tükürdüm adamın yüzüne adam kayboldu. Tükürüğüm denizin yüzünde dağıldı. Soluma döndüm bir adam kucağında yaralı çocuğunu taşırken derinden gelen bir "yardım edin" sesi duydu. Çocuğunu yere bırakarak yardıma koştu. Bu iyi insanın peşinden gitmek istedim. Kalktım, hafif sarsıntı... Oturdum. Sağıma döndüm dört adam bilmem hangi azimle dev beton kütlesinin altındaki seslere ulaşmak için betonu kaldırmaya çalışıyorlardı. Bütün çabalara rağmen dev kütle bir santim bile olsun yerinden oynamıyordu. Sonrası bakışların konuşması... Sonrası çaresizlik... Cesetlerin üstündeki beton yığınları, eğri büğrü demirler ne kadar sevimsizdiler Tanrım.
Mahmut meyve suyunu "tut" diye attı. Meyve suyu boşluktayken birden binlerce tınıdaki seslerin "su" dediklerini duyar, ellerini uzattıklarını görür gibi oldum. Utandım. Meyve suyunu tutup yanıma bıraktım.
—Şeyda herhalde hamileymiş öyle mi?
-...
—Bitir gitsin artık. Yeter artık bu kadar uzadığı.
Bir an neyi bitireceğimi anlayamıyorum. Çevremi dolduran onlarca görüntüyü mü, Şeyda’yla sürüncemede geçen günleri mi? Eğer konu Şeydaysa, hem bunlara ne ki Şeyda'dan. Öyle bir şey olsa Şeyda bana söylerdi. Gerçi son buluşmamızda bir şeyler söylemek istiyor gibi duruyordu ama... Benden niye utansın ki. Yengeç suratlı adam hemen araya girdi" Sen kızla son buluşmanda konuşmasına fırsat vermedin ki söylesin".Sustum.
Bakışlarımı uzaklara odakladım. Memlekete… Yuvalarına yiyecek taşıyan karıncalar gibi, otobüslerin biri girip biri çıkıyordu otogardan. Gidenler telaşlı-ürkek, gelenlerin ise yaşadıkları dehşeti iri cansız gözleri anlatıyordu. Birkaç gün sonra şehrin dört bir yanından farklı tonlarda salalar yükselmişti. Salaları en yanık okuyan Cevdet Hoca'nın sesinin ardı arkası kesilmiyordu. Çaresiz insanlar, salaları pür dikkat dinledikten sonra sonunda verilen anonsla rahatlamaya çalışıyorlardı! Derken ardı ardına cenaze konvoyları... Az araçlılar kimsesizleri, çok araçlılarsa kimselileri... Bir bakıma ölüm de eşitleyemiyordu kimseyi.
Depremin üçüncü günüydü Necati'yi getirdiklerinde. İzmit'e gitmeden önce bir düğüne beraber gitmiştik. Düğünde kızların “kız kıza” dans etmelerine hüzünlü bir tavır takınmıştı. Derin bir iç çekerek sürdürmüştü konuşmasını. "Buradakilerin yüzümüze baktığı yok. Batı'nın kızları daha iyidir. En azından bizi adam yerine koyuyorlar, konuşuyorlar. Belki de gariban olduğumuzu bilmiyorlar. Bilseler gene…" Susmuştu. Onaylamıştım mı? Bilmiyorum. Cenaze namazını kılarken beş kişiydik.(O günler bazen yavaş bazen hızlı bir film şeridi gibi aktı, gitti.)
—Dönelim mi? Çok geç oldu.
-...
Belli-belirsiz birkaç damla yaş süzüldü kirpiklerimin arasından. Anlayamadım, ağlamaktan göz pınarları kurumuş insanlara mı, yaşamadan ölen bebeklere mi, akşamdan birkaç sözcüğü diline dolayıp mecnun gibi gezenlere mi, günler sonra sağ çıkan mucizelere mi? Yengeç suratlı sanki çok geç kalmışçasına atıldı" Aslında sen bunlara ağlamıyorsun. Sen o gece burada olmadığına sevindiğine ağlıyorsun" dedi. Sustum.
Elimin tersiyle nemlenen gözlerimi sildim. Göçükte kalan yanımı da alarak sandaldan indiğimde unutulanlar dışında yeni hiçbir şey yoktu. Yoldan geçen arabalar züppe manevralar yaparak arkalarında yanmış lastik kokusu ve bir toz bulutu bırakıyordu. Mahmut ücreti ödedikten sonra aramızdaki sessizliği bozdu;
—Karar verdin mi? Yarın ne söyleyeyim sizinkilere?
-...
—Hadi yorgunum, gidip uyuyacam.
-...
[Doğrusu Şeyda konusunu yukarıda yazdığım veya sizin de okuduğunuz gibi pek fazla, hatta hiç düşünmedim. Ta ki hamile olduğunu öğrendiğimden bu yana. Bir bakıma emellerine ulaşabilmek için bilinçli olarak hamile kalmayı başarmıştı. Böylesi kadından her şey beklenirdi. Hamile olduğunu sevinerek bana anlattığı günden beri hayatımdan çıkarmıştım onu. Çıkardıktan sonra da vicdan denilen şey kılık değiştirerek yengeç suratlı adama dönüşmüştü içimde. Ama ne yengeç suratlı ne Mahmut ne ev halkı ne de Şeyda hiçbir zaman başarılı olamayacaklardı. Kendi kendime söz vermiştim.]
Mahmut, yüzüne belirsiz bir gülümseme iliştirerek yanımdan hızla ayrıldı. Eve doğru ağır ağır yürürken birden yengeç suratlının "Bakalım bu gece sen ne yapacaksın" dediğini, ironik bir kahkaha attığını hissetmemle olduğum yerde çivi gibi çakıldım. Dudaklarımın arasından "Yoksa... Yoksa bu gece saat üçte... Sus-tu-rul-dum.
M.UÇAN
Sınır Dergisi Sayı 4 / Temmuz Ağustos 2010
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)