21 Eylül 2011 Çarşamba

Bizim Rapunzellerimiz ve Kırmızı Başlıklı Kızlarımız

Bir gecedeyim, yarısı gibiyim... Sabaha gitmek ve gecede kalmak arasında bocalıyorum.
Gece, ruhumun kara kutusu gibi duruyor odada...
Masal kahramanlarını çıkarıyorum kitaplığın raflarından...
Bir politikacıyı dinlemek için bir kalabalık yaratıyorum, kibritçi kızlardan, kurbağa prenslerden…
Konuşmacı olarak parti başkanını değil, sözcü niyetine Pinokyo’yu çıkarıyorum seçim otobüsüne…
Gezgin ruhlu, hiperaktif Alice'yi takıyorum koluma, geziyorum ne kadar diyarı varsa harikaların...
Sonra yorgun düşüyorum, göğüslerine uzanıyorum, henüz uyanmasına yüzyıl kalan bir güzelin...
Bir balo tertipliyorum, sarayın merdivenlerinde pabucunu düşürecek telaşlı bir külkedisinin izini süremeyecek kadar zamanım olmadığı için, üvey kız kardeşine kur yapıyorum...
Bütün kapkaççıları birer Robin Hut yapıyorum.
Yoksulların stoklarında duran hayallerden biraz çalıp, zenginlere vermelerini istiyorum…
Sıra Rapunzele ve Kırmızı Başlıklı Kıza gelince duraksıyorum…
Aklıma yaşadığım ülkedeki kargaşalar geliyor.
Bizim Rapunzellerimizi ve Kırmızı başlıklı kızlarımızı düşündükçe, bunları bir arada nasıl tutabilirim diye telaşlanıyorum.
Ve bunların bıkmadan usanmadan kavga ettiklerini hatırlıyorum.
Soğuk odamdaki küçük kitaplığa ilişiyor gözlerim…
Evet, o masallar ve o masalın içindeki kahramanlar, hatta Rapunzeller ve Kırmızı başlıklı kızlar bile, o kitaplığın raflarında bir arada “hiç kavga etmeden” durabiliyor diyorum.
Benim kitaplığımdaki masallarda ve kahramanlarda bir sorunun olmadığına seviniyorum…
Yedi düvele nam salmış, kocaman ülkemin, soğuk odamın küçük kitaplığı kadar barış kokmadığına üzülüyorum...
Nasıl bir kitaplığın raflarında huzur içinde "kendi masallarını yaşıyorsa" Rapunzellerim ve Kırmızı başlıklı kızlarım, isterdim ki yaşadığım ülke, tıpkı o kitaplık olabilsin...
Ülkemdeki Kırmızı başlıklı kızları ve Rapunzelleri, masallarda geçen Rapunzellere ve Kırmızı başlıklı kızlara dönüştürmek istiyorum…
Bir cepheyi “hasta büyük annelerine kurabiyeci taşıyıcısı”, bir cepheyi de “münferit kulelere hapsedersem” bu mesele çözüme kavuşur mu acaba?
Herkes kendi derdine düşerse “kavga etmekten” vazgeçerler mi?
Artık din elden gitmez, laiklik elden gitmez olur mu?
Öncelikle kırmızı başlıklı kızların, büyük annelerini bulmam gerekiyor. İyi de nasıl?
Hadi buldum diyelim, aralarında büyük anneleri ölen yok mudur?
Büyük annelerine salgın bir hastalık bulaştırmakta büyük bir mesele…
Ya kuleye hapsedeceklerime ne demeli?
Hadi saçı kısa olanlara kaynak yaptırdık, kulenin dibinde onlara aşk serenadı yapacak yakışıklı prensleri nerden bulacağım…
Gece ilerliyor…
Vazgeçiyorum birilerini kurabiyeci, birilerini kuledeki mahpus güzel yapmaktan…
Nerede kalmıştık, Pinokyo’da mı?
Kibritçi kızlar ve kurbağa prensler alanı terk etmiş…
Ne gereği vardı ki bu kadar yalan söylemenin Pinokyo?

Bir ses duyuyorum… “İlk defa kendimin değil, başkasının yalancısı çıktım” diyor…
O da haklı… Onu sözcü yapan bendim…
İçine edildi masalın…

***

(Dergimiz için otuz üç kurşunla ilgili yazı isteyen Lütfi Demir’e)

Bize sıkılan kurşunların sayılabildiği günlerdi o demler…
Nasıl çıkıp bahsederim dünden…
Bugün kişi başına düşen gölge sayısına göre
Mühimmat stoklanıyorken şarjörde…


Mahsum ORAL
Sınır Dergisi Sayı 4 / Temmuz Ağustos 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder