21 Eylül 2011 Çarşamba

Ne Zaman Konuşsam Susardım

-17 Ağustos 1999 Depremi’nin kara anısına-

 bütün hüzünlü akşamlarda bütün ölüler kan-ardı”

   Kaç gündür evdekiler başımın etini yiyip duruyor bu kızın hali ne olacak diye. Mahmut'u da ''Bizimle konuşmuyor, ne yapsın ne etsin artık bu gece bir karar versin.'' diye  göndermişlerdi yanıma. Kızın karnı günden güne büyüyormuş da... Uzun zamandır kimseyle konuşmuyordum. Kimseyi düşündüğüm de yoktu. Bu son zamanlar kendini iyice hissettiren, giderek büyüyen, içimdeki bu yengeç suratlı, dişlek adamla uğraşmakla meşguldüm. Ne zaman konuşmaya başlasam  bu yengeç suratlı adamın beni yalancı olmamla suçlayıp susturduğunu kim nereden bilecekti!
    Daha sakin bir ortamda karar vermem için Mahmut sandala binmemizi önerdi. Başımla onayladım. Sandala binerken hafif sarsıntı... Mahmut kürekleri kullanmayı öğrenene kadar kenarları yukarı doğru kıvrılmış, suya düşmüş kuru bir yaprak gibi dönüp durduk suyun içinde. Üstümüzde tenimize yapışan boğucu bir sıcaklık vardı. Deniz, yakamozların olduğu yerde ayna görevi görüyordu. Üstü tümseksiz ve yumuşak. Parmak uçlarımla dokundum ılık ve ıslaktı. Hava, güneş battıktan sonraki kızıllığını andırıyordu. Ay olabildiğince parlaktı. Yıldızlar üstümüze düşecek kadar yakın, irili ufaklı hepsi netti. Mahmut;
Havayı görüyor musun? Deprem gecesi de böyle kızıldı.
-…
(Deprem kelimesini duyar duymaz, istemeyerek de olsa, belleğimde kalan deprem kalıntıları parça parça toplanan bulutlar gibi bir araya geldi. En iyi dostum Necati'nin o gülen yüzü bir şimşek gibi çaktı, gitti gözlerimin önünden.)
   Böyle olup olmadığını bilmiyordum. O zamanlar memleketteydim. Yengemler İstanbul’dan tatile gelmişlerdi. Sabah şehirde duyduğum haberi  annemlere söyleyince önce telaşlanmışlar sonra yengemin haberi olmasın diye uyarmışlardı. Öğlene doğru kara haber tez elden ulaşmıştı dört bir yana. Artık herkes depremden konuşur olmuştu. Köyün ihtiyarları kavurucu sıcakları, yağmurun yağmamasını, cinayetlerin artmasını, bereketsizliği ve daha bunun gibi birçok şeyi hükümetin başında bulunanlara bağlamıştı zaten! Depremde sanki onları doğrulamıştı. Her geçen gün Tanrı'nın bizi cezalandırdığı dilden dile dolaşıyordu.
   Söylenenler her ne olursa olsun doğrusu doğa kendisini bir sonraki yaşama hazırlamıştı cesetlerin üstüne daha sağlam yapılar yapılsın diye. Sanki dev boşluk yıllardır içini cesetle doldurabilmek için fırsat kolluyordu. Ya da şöyle söyleyeyim. Azrail ve yardımcılarının gökyüzünden kovulduğu gündü. İntikamlarını almak için geceyi beklediler. Herkesin uyuduğuna emin olunca da bir gürültüyle şehirlere, sokaklara dağıldılar. Yaşlı-genç, kadın- çocuk fark etmezdi onlar için. Sonra... (Deprem anı ağır çekimde bir film karesinde izler gibi gözlerimin önüne geldi. Önce bir uğultu, köpek havlamaları, hafif esinti, yerin yerinde durmaması, yapıların ileri geri hareket etmesi, kimi ağaçların canlıyken başlarının ilk kez yere değmesi, denizin kabına sığmaması karadan daha çok pay alabilmesi için üst üste dev dalgalar göndermesi, bir gürültü... Kalın, tiz sesli çığlıkların yükselmesi, bir anlık bilinç kaybı... Sonra irin rengi bir toz bulutunun ağır ağır karanlığa karışması ve azalan çığlıklar, çoğalan iniltiler...)
—Şeyda’dan daha iyisini bulamazsın.
-...
(Derken dalgaların önünde can havliyle koşan insanları bir fotoğraf karesi gibi dondurdum.)Bir gazetede okumuştum. İki arkadaş nişanlılarıyla sahilde eğleniyorlarmış. Bir gürültüyle kalkmışlar. Dalgaların üstlerine geldiğini görünce koşmaya başlamışlar.  İki genç kurtulmuş, nişanlıları geride kaldıkları için dalgaların içinde kaybolmuşlar. Sonraki günlerde iki arkadaş sahile gelip denize yalvarıyorlarmış "Ne olursun ya ölülerini ya dirilerini..."İçimden niye gençler kızların ellerinden tutup onları da kurtarmadılar ki diye geçirecekken, yengeç suratlı adam hemen atıldı:" Siz orada olsaydınız, sende Şeyda’ya aynısını yapardın. Bencilsiniz siz, bencil".Hayır ben bencil değilim dedim. Yengeç suratlı, geçmişten birkaç olay hatırlattı. Sustum.
   Yok olmuş binlerce yaşam, akşamdan verilmiş binlerce söz veya birkaç tamamlanamamış cümle... Son çığlıklarını atan yaralılar, karnı deşilmiş ölüler, bebek ölüler, suda şişmiş ölüler, gözleri açık ölüler, ille de kadın ve çocuk ölüler... Aman Tanrım ne çok ölüler öyle katliam manzaraları gibi... Sıkıldım. Elimi suya daldırmak için eğildiğimde denizin dibi cesetlerle doluydu. Bir kadının yüzünü yosun kaplamıştı. Bir kadının saçları yavaşlamış akıntıda dalgalanıyordu. Birinin gözleri açık bana bakıyordu. Biri kaskatı kesilmişti. Bir çocuk denizanası gibi savruluyordu. Birinin... Korktum. Elimi sudan çektim. Başımı kaldırdım. Enkazların arasında bir el sallanıyordu. Kurtarılmayı bekleyen bir can.(Tekrar ağır çekimde bir adam sallanan ele doğru harekete geçti. Ben tam üstündekilerini kaldırıp kurtarmayı beklerken, adam sallanan elden takıları çıkarıp hızla uzaklaştı.).Tükürdüm adamın yüzüne adam kayboldu. Tükürüğüm denizin yüzünde dağıldı. Soluma döndüm bir adam kucağında yaralı çocuğunu taşırken derinden gelen bir "yardım edin" sesi duydu. Çocuğunu yere bırakarak yardıma koştu. Bu iyi insanın peşinden gitmek istedim. Kalktım, hafif sarsıntı... Oturdum. Sağıma döndüm dört adam bilmem hangi azimle dev beton kütlesinin altındaki seslere ulaşmak için betonu kaldırmaya çalışıyorlardı. Bütün çabalara rağmen dev kütle bir santim bile olsun yerinden oynamıyordu. Sonrası bakışların konuşması... Sonrası çaresizlik... Cesetlerin üstündeki beton yığınları, eğri büğrü demirler ne kadar sevimsizdiler Tanrım.
   Mahmut meyve suyunu "tut" diye attı. Meyve suyu boşluktayken birden binlerce tınıdaki seslerin "su" dediklerini duyar, ellerini uzattıklarını görür gibi oldum. Utandım. Meyve suyunu tutup yanıma bıraktım.
—Şeyda herhalde hamileymiş öyle mi?
-...
—Bitir gitsin artık. Yeter artık bu kadar uzadığı.
Bir an neyi bitireceğimi anlayamıyorum. Çevremi dolduran onlarca görüntüyü mü, Şeyda’yla sürüncemede geçen günleri mi? Eğer konu Şeydaysa, hem bunlara ne ki Şeyda'dan. Öyle bir şey olsa Şeyda bana söylerdi. Gerçi son buluşmamızda bir şeyler söylemek istiyor gibi duruyordu ama... Benden niye utansın ki. Yengeç suratlı adam hemen araya girdi" Sen kızla son buluşmanda konuşmasına fırsat vermedin ki söylesin".Sustum.
   Bakışlarımı uzaklara odakladım. Memlekete… Yuvalarına yiyecek taşıyan karıncalar gibi, otobüslerin biri girip biri çıkıyordu otogardan. Gidenler telaşlı-ürkek, gelenlerin ise yaşadıkları dehşeti iri cansız gözleri anlatıyordu. Birkaç gün sonra şehrin dört bir yanından farklı tonlarda salalar yükselmişti. Salaları en yanık okuyan Cevdet Hoca'nın sesinin ardı arkası kesilmiyordu. Çaresiz insanlar, salaları pür dikkat dinledikten sonra sonunda verilen anonsla rahatlamaya çalışıyorlardı! Derken ardı ardına cenaze konvoyları... Az araçlılar kimsesizleri, çok araçlılarsa kimselileri... Bir bakıma ölüm de eşitleyemiyordu kimseyi.
   Depremin üçüncü günüydü Necati'yi getirdiklerinde. İzmit'e gitmeden önce bir düğüne beraber gitmiştik. Düğünde kızların “kız kıza” dans etmelerine hüzünlü bir tavır takınmıştı. Derin bir iç çekerek sürdürmüştü konuşmasını. "Buradakilerin yüzümüze baktığı yok. Batı'nın kızları daha iyidir. En azından bizi adam yerine koyuyorlar, konuşuyorlar. Belki de gariban olduğumuzu bilmiyorlar. Bilseler gene…" Susmuştu. Onaylamıştım mı? Bilmiyorum. Cenaze namazını kılarken beş kişiydik.(O günler bazen yavaş bazen hızlı bir film şeridi gibi aktı, gitti.)
—Dönelim mi? Çok geç oldu.
-...
Belli-belirsiz birkaç damla yaş süzüldü kirpiklerimin arasından. Anlayamadım, ağlamaktan göz pınarları kurumuş insanlara mı, yaşamadan ölen bebeklere mi, akşamdan birkaç sözcüğü diline dolayıp mecnun gibi gezenlere mi, günler sonra sağ çıkan mucizelere mi? Yengeç suratlı sanki çok geç kalmışçasına atıldı" Aslında sen bunlara ağlamıyorsun. Sen o gece burada olmadığına sevindiğine ağlıyorsun" dedi. Sustum.
   Elimin tersiyle nemlenen gözlerimi sildim. Göçükte kalan yanımı da alarak sandaldan indiğimde unutulanlar dışında yeni hiçbir şey yoktu. Yoldan geçen arabalar züppe manevralar yaparak arkalarında yanmış lastik kokusu ve bir toz bulutu bırakıyordu. Mahmut ücreti ödedikten sonra aramızdaki sessizliği bozdu;
Karar verdin mi? Yarın ne söyleyeyim sizinkilere?
-...
—Hadi yorgunum, gidip uyuyacam.
-...
[Doğrusu Şeyda konusunu yukarıda yazdığım veya sizin de okuduğunuz gibi pek fazla, hatta hiç düşünmedim. Ta ki hamile olduğunu öğrendiğimden bu yana. Bir bakıma emellerine ulaşabilmek için bilinçli olarak hamile kalmayı başarmıştı. Böylesi kadından her şey beklenirdi. Hamile olduğunu sevinerek bana anlattığı günden beri hayatımdan çıkarmıştım onu. Çıkardıktan sonra da vicdan denilen şey kılık değiştirerek yengeç suratlı adama dönüşmüştü içimde. Ama ne yengeç suratlı ne Mahmut ne ev halkı ne de Şeyda hiçbir zaman başarılı olamayacaklardı. Kendi kendime söz vermiştim.]
   Mahmut, yüzüne  belirsiz bir gülümseme iliştirerek yanımdan hızla ayrıldı. Eve doğru ağır ağır yürürken birden yengeç suratlının "Bakalım bu gece sen ne yapacaksın" dediğini, ironik bir kahkaha attığını hissetmemle olduğum yerde çivi gibi çakıldım. Dudaklarımın arasından "Yoksa... Yoksa bu gece saat üçte... Sus-tu-rul-dum.

     M.UÇAN
     Sınır Dergisi Sayı 4 / Temmuz Ağustos 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder