18 Temmuz 2011 Pazartesi

Karikatür ve Arka Kapak

sınır dergisi / sayı 2 / mart nisan 2010

Sınır 2 / Arka Kapak

Kitaplık

Bir Şiir Yolculuğu: Düşlerden Aldım Adımı

Düşlerden Aldım Adımı, Müştehir Karakaya’nın son şiir kitabının adı.
Daha önce Kerbela Ey Kerbela, Oralarda Bir Yerde Yüreğimi Bırakıp Gelmiştim, İstanbul Sokakları, Ebced, Epoperler, Kır Çiçeklerinin Ağıtı gibi şiir kitapları yayınlanan şair, geçen yıllarda bunlara Yalnızlık Gridir Biraz adlı yeni şiir kitabını da ekleyerek “Bütün Şiirleri” ibaresiyle Gece Sağanakları başlığı altında toplamıştı.

Ancak ondan sonra, yayınlanan bu kitabın “Bütün Şiirleri” olmadığını kanıtlamak istercesine üst üste yeni şiirler yazdı. Düşlerden Aldım Adımı işte bu esin döneminin eseri.

Karakaya, “aşk, acı, şiir” diye tanımlıyor çabasını. Buna fikri, düşünceyi de ekliyor. Şiir, varoluşun kırılmaya uğradığı noktalarda yeniden tutunma ve hayata çıkma isteği olarak kendini gösteriyor. Kentten çok doğaya, sevinçten çok acıya, unutmaktan çok hatırlamaya eğilimli; ama hep aşkla birlikte, umuda yakın.

Kitap, Karakaya’nın şiir dilinin, şiir kurgusunun, kelime dağarcığının tüm özelliklerini yansıtıyor.
Daha önceki şiir kitaplarında öne çıkan tema, imge ve sözcük grupları bu kitaptaki şiirlerinde de yineleniyor. Bu yinelenmeler nedeniyle, şair, Düşlerden Aldım Adımı’nda farklı bir şiir eksenine, farklı bir esin burcuna girmiş görünmüyor. Aynı ruh halinin renkleri baskın. Sonuçta şiir, kaldığı yerden yer yer durgun, yer yer hırçın, yer yer öfkeli ve protest akışını belirli bir söyleyiş yoğunluğu içinde sürdürüyor. Karakaya’nın şiirini tanımak isteyenler için, iyi bir çalışma, iyi bir örnek.

İşte şirin güzel ülkesinde ufuklara doğru kanat çırpan birkaç mısra:

saçlarından bin ırmak dökülse eteklerime
içimdeki alevi söndüremez nedendir
kemiklerim sızlıyor, bahardandır diyorlar
topladım aşklarımı bir mendile bağladım
okyanus sahilinde allah’a ısmarladım

Vefa Taşdelen


Dipnot:
1- Müştehir Karakaya, Gece Sağanakları, Erguvan Yayınları, İstanbul, 2006.

...............................................................................................................................





Yazarı: AHMET ÖZER
Yayınevi: HEMEN KİTAP
Yayın Yılı: 2009 
Sayfa Sayısı : 826


Kürtler ve Türkler tarihi süreç içerisinde ilişki ve çelişkilerle dolu beş noktada karşılaşmışlar-dır. Etnik, kültürel, siyasal ve sosyo ekonomik boyutları olan Kürt Sorunu bu kaynaklardan süzülerek geliyor. Bugün, bu tarihsel gerçek ve onun üzerinde şekillendiği sosyolojik durum kavranmadan demokratik çözüm geliştirilemez.


İlk önemli karşılaşma Kürtlerin yardımıyla Türklere Anadolu kapılarının açıldığı Malazgirt’tir. İkincisi, yaklaşık 330 yıl sürecek olan ittifakın temellerinin atıldığı Çaldıran’dır. Üçüncüsü Osmanlı’nın merkezi vidaları sıkıştırmasıyla ilk büyük çatlağın meydana geldiği Botan ayaklanmasıdır. Dördüncüsü II. Abdülhamit’in bozulan ilişkileri ümmet temelinde toparlama girişimidir. Beşincisi ise Erzurum’da başlayan ve sonrasında Kürt sorununu günümüze kadar şekillendirerek gelmesine yol açan politikalardır.

Tüm bu süreçleri değerlendiren Prof. Dr. Ahmet Özer, Kürtler ve Türklerin tarih içindeki ilişkilerini resmi tarih tezlerinden arındırarak objektif bir biçimde ele alıyor. Demokratik Açılım tartışmalarının olduğu bir süreçte, soruna dair kafa yoran herkes için Kürtler ve Türkler kitabı bir kaynak kitap olma özelliği taşıyor.

sınır dergisi / sayı 2 / mart nisan 2010


-Zihniyet Barbarlığı-

Koş deli çocuk
Kısalarak büyüdüğün zamana koş

Resim kalemleriyle çizdiğin büyük hayatlar nerede
Ölüm tek zaman durdurucu
Yağmur sesiyle dinlediğin çocukluğunu anımsa
Yalanlarla aldandığın yetimhane burası
Çizdiğin çocuk resimlerinde rüzgârlar yoktu
Yüz sürmüştün ağaç yapraklarına
Rüzgâr doluşmuştu tenine

Gecesizliğin koynunda, geleceksizliğe dem vurma sakın
Kucaksızlaşan büyüklere sen kucak ol
Sevgi damlası düşsün çocuk yağmurlarından
Süzülsün kan güdümlü zihniyet barbarlığı
Başkalaşan bakışlarda kanlı uyku saatleri kurulu
Sözler tetikte
Can çekişiyor kardeşlik
Yürek buruntusunda enkaz geleceğin

Dağlarımız sakin değil çocuk
Kuşlar çoktan terk etti dağlarımızı
Şehirlerimiz usulca soyuluyor
Dili söz tutan herkes tutuklu burada
Aşla, işle düşüncelerimiz yorgun
Kardeş vurumu tokatlar dolaşıyor suratlarda
Tarihteki ayıpları unuta unuta büyü çocuk
Masumiyetinle koru haklılıkları

Hainlik dil ucunda hep
Çok kolay harcanıyor asırlık değerler
“Çek git” diyenler bile var
Mevsimsiz bir bahar bekleme çocuk
Dağlarımızda Çiçekler kokmuyor artık
Barut kokuları öldürdü tüm filizleri
Kan görmeye tahammülün olacak mı çocuk

Dur çocuk, İsmail olamaya büyüyorsun
İbrahim’in toprağında firavunlaşanlar var
Kuyular hazır
Mısır’a hükmedecek gücün yoksa büyüme
Züleyha değil hiç kimse
Zindanlarda arp melodisi nahoş
Yüzleşecek zaman buğulusunda cehalet
Zamanla çürüyecek mumyalaşan düşünceler
Kardeş uzanımı bir el kaldıracak yere bakan başını

Koş deli çocuk
Sakın unutma!
Kazandıkların, kaybettiklerin kadarsa ancak büyürsün
Yoksa…
Yaşatmayacak düşlerini bu zihniyet barbarlığı…


Orhan ATEŞ
sınır dergisi / sayı 2 / mart nisan 2010

Üvey Sevda

Ne kadar uzun süre olmuş şöyle ardından gitmeyeli, beklemenin ve beklendiğinin sunduğu o eşsiz tad’a varacak bir şeyler yazmayalı ve ne denli zorlaştırmıştı hayat, beklentilerimize dair umutlarımızı…!

Öyle ya…Gerçeğin gözünün içine baka baka tüm olumsuzlukların üstüne yürümekti ve koşul yaratmaktı tüm çabamız. Düşlerde yaşanılası olarak hayal ettiğimiz o özlemlerimiz uğrunaydı tüm çırpınışlarımız.

Her soru kendine bir cevap arar durur şimdi kimi olumlu, kimi olumsuz ama her biri belirli zamanlarda bir sürü anlam ifade eden cevaplardı.. Belki de gitmen en büyük cevaptı.

Git artık sevgili
Kalbimi arada yoklayan sancıların var
İyiden iyiye tükendi kalmadı mecalim
Ve yüzümdeki izler belli belirsiz çarpıyor gözlerime
Gözden ırak olan gönülden de ırak olur ya hani
Tüm sorulara cevap olmak adına sadece git artık sevgili

Bu sevda üvey yapraklarını dökeli ve buraları terk edeli çok oldu. Şimdi bir mektup düşlüyorum, sevgiliye en tiz sesiyle nasıl seslenebileceğim veya en derin sevgisiyle nasıl hitap edebileceğim.. Belki de tüm ağızların sesi olmaktı niyetim veya kalplerdeki tüm hislerin simgesi olmaktı amacım ve öyle bir mektup düşüyor ki gecemin karanlığına herkesin sesi  ve tüm kalplerin hissi olmaya dair.


Orhan DİNÇ
sınır dergisi / sayı 2 / mart nisan 2010

Sürgün

Ve sürgündeyim
Umudu yeşertecek bir baharın kavşağında
Bir yanım kayıp, bir yanım yıkık
Bazen susar, bazen haykırırım
Suskunluğum çığlığa, çığlığım isyana döner
Yasaklı sözcüklerle şiirler yazarım
İçinde çocukluğum, çalınmış hayallerim var
Gel biraz da sana anlatayım

Ben hep birlikte söyleyeceğimiz bir türküyü düşledim
Hep beraber yaşayacağımız bir sevinci, bir şarkıyı,
bir aşkı ve bir özlemi düşledim
Ve tiryakisi olmalıyız baharın,
sevmenin, özgürlüğün
Tarihe bürünmeli sevdamız
Egede zeytin ağacı, Çukurova’da pamuk dalı,
Karadeniz’de Kızılırmak olmalı
Mezra Botanda Fırat ve Dicle gibi gürül gürül akmalı
Gel, gel kardaş biraz da sana anlatayım

Tarık Kutlu
sınır dergisi / sayı 2 / mart nisan 2010

Topu Olanın Oyunda Kaptan Olduğu Gençlik

Özalp Belediye Parkı’nda Cevdet AKGÜL ve Adnan GÜLECEN ile gençlikleri ve gençliklerinde yaptıkları etkinlikler üzerine sohbet etme fırsatı buldum. Verdikleri mesajların yararlı olacağı ümidiyle bu sohbeti olduğu gibi yayınlıyorum.

Cevdet AKGÜL (C.A.): 1971 / Özalp doğumlu, lise mezunu, Özalp Cumhuriyet Mahallesi Muhtarı.

Adnan GÜLECEN (A.G.): 1969 Özalp doğumlu, lise mezunu, esnaf. (Lisede Van Merkez’de liseler arasında yapılan  10 Km. uzun koşu yarışmasında  birincilik ödülü var.)

- Gençliğinizde (ki hâla gençsiniz) kültür ve sanat etkinlikleriniz hakkında neler anlatmak istersiniz Sınır Dergisi okurlarına?

C.A. – Hareketli bir çocukluk ve gençlik dönemi yaşadık. Kültür ve sanat etkinliklerin düzenlenmesinde elbette ekip olmak ve ekibin yapacaklarının süreklilik arz etmesi için kararlı olmak  ve pes etmemek şarttır. Biz lisede iken Özalp Halk Eğitim Merkezi’nin  Müdürü Halis DÜNDAR idi. Batmanlı olan Halis hoca biz öğrenciler arasında bir ekip kurmuştu. Ekipte ben, İlhami MATBAY(rahmetli), Ahmet DALKIRAN, Şahin ALPAY, Osman AKSU, Sadrettin NAK, Ergin POLAT vardı. Başımızda Halis hoca bulunurdu. Şunu da belirteyim ki ekibimizin en genci ve en aktifi Sadrettin NAK’tı.
A.G. – Halk Eğitim Merkezi, o yıllarda gerçek anlamda halk içindi. Şimdi daha çok bürokrasi işlevlerin merkezi haline gelmiş durumdadır.

- Yaptığınız etkinlikler nelerdi ve halkın etkinliklere katılımı nasıldı?

C.A. – Etkinliklerimizin başında tiyatro gelirdi. Halis Dündar’ın seçtiği ve oynamamızı uygun gördüğü bütün oyunları oynardık. Bu etkinliklere halkın katılımı fevkalade güzeldi. Halk Eğitim Merkezi dolar taşardı. Ünümüz baya bir yayılmıştı. Van ve ilçelerine de giderdik. Gittiğimiz yerlerde gündüz okullara, gece ise halka oyunlar sergilerdik. Bizi davet edenler ekibimizin gidiş-dönüşü için bir araba tahsis eder, yeme-içme ve konaklamamız için bütün imkanlarını seferber ederlerdi. Böylesi davetlerde başımızda Öğretmenimiz Mehmet BAHÇECİ (ruhu şad olsun) bulunurdu. Başkale’de yaşadığımız bir olayı  anlatayım bu arada:
Davetle Başkale ilçesine gittik. Oyun için sahneye  çıktık. Nasrettin Hoca rolündeyim.  Sahneye canlı eşekle çıktım. Eşek çok huysuzdu. Ben eşeğe binmeye çalıştıkça eşek çifte atıyor ve çifte attıkça da halk gülüyor, eğleniyordu. Oynamam gereken oyun eşeğe binemeyen bir insanın komik durumu değildi şüphesiz. Eşeğin bu huysuzluğundan rolümü oynamayacağım için ben ter dökerken halk gülüyordu. Çok zor bir durum  ve son bir çabayla zor bela bindiğim eşek bir hamleyle beni yere atarken sahne üzerimize yıkıldı. Biz oyunu sergileyememenin hüznünü yaşarken halk ise eşeğe binemeyen bir ekibe gülmekten kırılıyordu.
A.G. – Ben de bir anımızı anlatmak istiyorum. Halk Eğitim Merkezi’nde etkinliğimiz vardı. O etkinlikte ilçemizin yerel sanatçılarından olan Latif BARIŞ da vardı. Programda kendisine ayrılan bölümde çıkıp türkü söyledi ve  türkü söyledikten sonra sahnede inecekken halk : “Latiiff bir dahaaa, Latiiff bir dahaaa” diye tempo tuttu. Programa göre Latif’in yerine oturması gerekiyordu ama halkın bu yoğun isteği karşısında Latif devam etmek istedi. Programı tertip edenler Latif’e: “Latif yerine otur, sana ayrılan süre bitti!” diye söylerken Latif sahneden: “Min berdin, xelk min dixwaze, Welle ez peyanabim!”[1] diye çıkışması halkı kahkahaya boğmuştu.

- Kendinizi şu an ki gençlik karşısında nasıl tanımlıyorsunuz ve yaptıklarınız büyükleriniz tarafından nasıl karşılanıyordu?

A.G. – Hazıra konan pasif bir gençlik var şimdi. Biz bu etkinlikleri yaparken desteğini hiç görmezdik babalarımızın, büyüklerimizin. Üstüne üstlük azar işitirdik ve dayak yerdik büyüklerimizden. Bir sürü imkandan yoksun yaptığımız bu etkinlikleri şu an ki imkanlara sahip gençlerin yapmamasını anlamıyoruz. Bir şeyler yapmaya kalkışmamalarını yadırgıyoruz.
C.A. – İlçeye ilk bisikleti biz getirdik mesela. Bisikletleri kiralardık ve halk bisiklete binmek için kuyruklar oluştururdu. İş öyle boyutlara varmıştı ki bisikleti kiralama işi için fişler bastırır olmuştuk.  Kış sezonunda ilçe merkezinde kızak kayardık. Kış gelmeden kızaklarımızı yapardık, eski kızaklarımızı elden geçirirdik.
A.G. – Yaz gelince de sezonlar biçiminde; bilye sezonu, topaç çevirme, melmelikan ve voleybol oyunları oynardık. Oynanan oyunlara halkın katılımı müthişti.
C.A. – Eskiden futbol müsabakalarının tabur alanında yapıldığını söylersem şaşarsınız herhalde! ( Şaşırıyoruz!) Bu müsabakalar asker-halk dayanışmasının müthiş örneklerindendi. Askerin karavanasını ilk bu müsabakalar esnasında gördük ve o karavanadan yemek yedik. İlçede belirlenmiş olan fakir ailelere askeriyeden yemek gönderildiğine çok sık şahit olurduk. Ama şimdi tabur alanında boşverin müsabaka düzenlenmesini, tabur alanına yakın bir yerde durup seyredemezsiniz etrafı.

- Hızla değişen şu anki şartlar karşısında şöyle bir maziye baktığınızda  neler canlanıyor belleğinizde?

A.G. – Topu olanın oyunda kaptan olduğu, bugünkü tabirle borusu ötenin olduğu bir gençlikti yaşadığımız. Elbette ki şartlar ve imkanlar muazzam şekilde değişti, gelişti. Nasıl anlatılır, nasıl dilendirilir bilmiyorum ama şu an gözlerimi nemlendirecek kadar tatlı, güven kokan çok müthiş diyalog ve ilişkiler vardı insanlar arasında. O dönemde Özalp’da yaşamış ve şimdi Özalp’da olmayanlardan buraları sorduğunuzda gözleri dolarak anlatırlar.  O davranışlardaki içtenliği, o hal hatır soran müthiş komşuluğu en sıcak anılarla en iyi onlar yad ederler.
C.A. Yolların tel örgülerle kaldırımlardan ayrıldığı bir Özalp’da çektik çocukluk ve gençlik resimlerimizi. Neler canlanmıyor ki hafızamda? Harçlık kavramının olmadığı bir çocukluktu yaşadığımız. Ama şimdi her sabah okula giderken bizden harçlık isteyen çocuklarımız var. Şartları değişen dünya karşısında çok şaşırıyoruz elbet. İmkansızlıklarla geçen gençliğimizde yaşadığımız mutlulukların, imkanları bol şu anki gençlerin fazla yaşayamamaları karşısında daha çok şaşırıyorum.

- İlçe idarecilerine ve gençliğe mesajlarınız var mı?

A.G. – ilçe idarecilerinden halk için voleybol sahasının yapılmasını istiyorum. Bunun yanında spor müsabakalarının yapılması tertip edilmeli ve halkın katılımı sağlanmalıdır. Halk Eğitim Merkezi halktan soyutlanmamalı, halkın eğitiminde öncü rol oynaması ve gençliğin internet cafelerde zaman öldüren bireyler olmaktan çıkarılmaları şarttır. Spora, tiyatroya yönelen aktif gençlik hedeflenmeli.
C.A. – Adnan’ın yaptığı bu güzel çağrı ve dileğin  karşılık bulmasını ümit ediyorum. Gerçekten bilen, sorgulayan, paylaşabilen, aktif bir gençliğe o kadar çok ihtiyaç var ki!

- Zaman ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum.

C.A. / A.G. – Biz teşekkür ediyoruz. Ayrıca siz ve sizin gibi gençlerin halkı yazmaya, okumaya teşvik edici böylesi etkinliklerde bulunmasını mutlulukla karşılıyor ve  Sınır Dergisi’ne başarılar diliyoruz.

Lütfi DEMİR
sınır dergisi / sayı 2 / mart nisan 2010

[1]Beni bırakın, halk beni istiyor, Vallahi ben inmiyorum!”

Parmaklarıma Dokunan Kül

Ben ki ne olacağımı bilemeden atıldım kuytuluklara. Ne olamayacağımı yokladım ne olabileceğimi sordum lal olmuş taş duvarlara. Döndüm dolaştım kendimi yitirircesine, sağlam bir kovuk bulup da dinlenen bir filozof olamadım. Ben kendimi bir şeylere kaptırmaktan yoksunum, tek suçum bu. Deliler gibi bir şeyi sevemedim. Sevgiliye döndüm benden eksik göründü. Anneye en başta görünmüştüm o benim bütün kötülüklerimi ta başından kabul etmişti. Ben kendime gelmeden babam zaten gitmişti. Neyse sizlere çelişkiler içinde önemsiz bir nesneye bürüneceğim. Nasıl olacak onu da bilmiyorum ama her halde kimse onu yazmamıştır ben onun sancısını gördüm rüyamda. Bana seslendi ve beni kalemine ekle dedi. Sesine kulak verdim.
            Rengim siyahtı çoğu zaman çünkü siyah bütün kirleri saklayandı. Başka bir renk barındıramazdım kendimde, benimle beraber çok şey kirlenirdi.  Her renk kirlenirdi.  Ben plastik bir maddeden imal edildim çoğu zaman. Bazen camdan da üretildim, bazen kristallerden. Bazen de tahtadan, daha kim bilir nelerden imal edilmişimdir. Camdan üretildiğim zamanlar çok kırılgandım kim bir şey dese hemen kırılıyordum gözlerimi alarak avuçlarıma suluyordum ellerimin nasırlarını. Plastikten üretildiğim zamanlar sorun olmuyordu. Beni oradan oraya savuruyorlardı bana mısın demiyordum ama maliyetim ucuzdu diye en çok plastik olduğumda alınıyordum ve genelde en kötü yerlerde plastik olarak bulunuyordum. Diğer türlüde çok lüks yerlerde kullanışıma aldanmadan gösterişimle satılıyordum misafirlerin bakışlarına. Her neyse ben kendi içimde bir can barındırırken kimse benim ne düşündüğümü bilmiyordu. Oysa ben neler görüyordum. Ben neler yaşıyordum. Bazen benimde ihtiyacım oluyordu, bazen benimde gönlümden kopan istekler ama kimse beni düşünecek halde değildi. Kendi dertlerine düşmüş bir şekilde nerde bu acıyı dindire bilirim matemini kullanarak, benim ta gönlümün merkezinde ateşlerini söndürüyorlardı.
Çok uzatmaya gerek yok ben bir küllüğüm. Evet, yanlış duymadınız. Ben içi boş gibi görünen aslında bütün hayatların, bütün vakaların temelindeki yerim. Benden kurtulan olmamıştır daha. Her kadını tanırım her erkeği de. Ne düşündüklerini de. Kimsecikler bana yalan atamaz. Kimse beni kandıramaz. Ben gerçeğin tadından geliyorum. Ve yalanın yüzünden. Ben ne anne babalar ne çocuklar gördüm. Kaç aileye denk geldim. Kaç toplantıda başköşede ben vardım. Bir cinayet mi işlenecek en önce ben bilirim planını ama hiçbir polis gelip benden sormaz bunu bende söylemem kimseye. Kaç kalleşlik döndü gözlerimin önünde. Kaç maktulün ölüm emri dönerken dudaklarda ben sanki bir mührün mürekkebi gibi damgayı her vurduklarında onay verdim.  Benim dinlediğim müzikleri hiç biriniz dinlememiştir. Kaç yatak odasında bulundum. Kaç prezervatif atıldı yüzüme. Kaç sevişmeye tanık oldum biliyor musunuz? Kaç tane aldatma sahnesine. Hem de nasıl hınçlar nasıl intikamlar alınıyordu benim önümde. Ha birde birçok film karesinde gözünüze çarpmıştır kimliğim. Ama en çok orda zaten hayranlığımı aldım koynuma. Bunun yanında güzel şeylerde ilişti gözüme. Ve kaç yazının temelinde dönen imgeydim bunu ben bile sayamıyorum. Kaç şiir yazıldı benimle kaç gecenin karanlığı şafağa söktüm. Bir gün günlerden bir gün ve çoğu günler yaşadım bunları ama şiir daha derindi benim için birçok intihar sebebi oldu. Yüzümde söndürülen sigaraların daha tadına varmadan karşımdaki daha ben neyim kimim diye sormadan küfürler savurdu bana. İzmarit ambarı olduğumu bir sille gibi vurdu yüzüme. İçim hep bir çöp ambarı olarak kullanıldı. Kimseler ama kimseler bunun farkında değil. Beni imal edenler bile ne olduğumu ne işe yaradığımı bilmiyorlar.
            Geçenlerde bir adam sesiz yüzü hayata karşı yenik bitik duran bir adam. Derdi çok, belli gözlerinde. Bu kaçıncı geceydi benimle sabahladığı bilmiyorum. Kendi kendine yumruklarını sıkarak sinirleniyordu. Bazen ellerinin arsına mengeneye düşmüş gibi başını alıyordu. Ve sıkmaya başlıyordu var gücüyle, çekmeye çalışıyordu saçlarını. Aklı sıra iyi geleceğini düşünüyordu. Kaç gece düşündü, aklı almıyordu artık. Git gide düşünme yetisini de kaybettiğini gördüm. Bilinçsizce ağzından birkaç kelime sürüklüyordu dumanla beraber dışarıya. ‘’ Olmaz olmamalıydı, bana nasıl yapılır, ben ki ona o kadar iyiydim.’’ Anladım hemen, kaç gündür ağzında gevelediği şeyi, kimin onu bu hale koyduğunu. Ve bir türlü aklının alamadığı şeyi anladım. Ve sonra kendi kendine bir şeyler daha geveledi yüzüme bakarak. İlk kez bir insan yüzümü bakarak benimle konuşuyordu. Konuşmaya çalışıyordu. Beni duymuştu. Sessizliğimi anlamıştı. Beni artık duyan ve anlayan biri vardı karşımda. Sevinmeli miydim yoksa üzülmeli miydim? Bu insan tam sınırını yıkıp hastalığa geçme vizesini mi alıyordu eline? Yüzüme baktı ve bir çığlıkla ‘’ anlıyorum seni küllük, ey çaresiz küllük senden ne farkım var benim bende senin gibiyim artık. Artık çöpleri ben içime alacam senin dinlenme zamanın.’’ Son nefesi de tükenerek elindeki sigaranın külünü üzerine attı ve sigarsını bağırarak kanlar içinde ta gözlerinin içine bastırdı. 
 Mahmut PAKDEMİR
sınır dergisi / sayı 2 / mart nisan 2010

Öyle Uzak ki…

Garip bir jilet yardım ister kaldırım hasılı kelam kalır evde hiç öyle bakar ne zaman nereye tarikat akıl umursamaz şaşkın fakat reçine kokar ağaçların yaprakları eser rüzgara karşı her şey rekabet dünya lastik bir toptur tankın ağzındaki karanlık dibi var bucağı burası sonsuzluktur diyor yok yoktur sonsuzluk diyor yok diyor ki sonsuzluk suzluk gök gürlerken dinle kalbini hissedeceksin nasıl yaşadığını zaman zaman zaman burası mekan na mekan yakaladın mı bırak yoksa kalmaz hayatın yakalanacak yeni şeydir içinden geçip giden o senin içine bakar sen onun niçine reçine reçine yapış yapış oldu bu şiir edebiyat gibi yapış yapış tıpış tıpış yazmak zor anlamak kafa ister kaf dağında burun ister biberiye zeytin kahvaltılar güzeldir çayı sev o ki ne olduğu açık sevilen en güzel şeydir nokta devam etmez hiçbir cümle bittiği yer neresiyse ayrı yaşıyoruz doğadan misal kaplumbağaları görmüyorum ben belki bu yüzden kısa yaşıyor tüm tanıdıklarım ne ki uzasa ne yağmur yağarken uyunur bilirim akarken hayat sokak aralarından temizler rahmet her sabah kalktığında insanoğlu bilir yaşam onu kirleteceklerini böyle yazısı caddelerin sokakların virgül üç nokta falan filan şeydir en iyisi şey kalbi var onun iyimserdir aklı evveldir herin yanına gelir hiçin sonuna koşar bilir yani uzunun kısası masal gibidir ukalalığı güvercinka kimin aklına gelir ilk sanki bişeymiş gibi gibi gibi de tedirgindir bakar hep yanına bilemez ne olduğunu insan oğlunun malı kızıda benim insanın kızar bana insanı sevmemem bundan büyütür beni beni beni lekesiz karışık acılı sormadan ne önemi varsa dayan dayan ölüme kadar gidilecek yere varmaktan tren istasyonlar belirsiz değil sürpriz değil bilindik değil değil değil ne önemi var ayrılıkların kimi kimden neyi neyden neyden neyden görkemli şeydir ölüm işte işini bitiren biri derim işte tüm kaygılardan uzak yanık yanık tüter toprak devler bekler yollarda buradan diyecek buradan buhurdan yıllarca tüter mi hay aksi hay hay hay hay hay budur doğası insanın gider gelir doğmak için çocuk ölür gelir ölür gider ölmek bölmek hayatı ikiye geçit geçit geçerken ben ben ben gitmek serçeleri bilirim kurbağa dediğin sıratı atlar da geçer fütursuz insan oysa kulak var ses duyacak duyacak duyacak uyacak sonra sonra sonrası kavuşmaktır kendine kendi ne iyilik güzellik =

Yezdan Nur BABAN
sınır dergisi / sayı 2 / mart nisan 2010

Öğrendim

Aslında bu sevda benden hep çalmadı. Bu sevda sayesinde öğrendim;

İnsanlara kendimi zorla sevdiremeyeceğimi öğrendim. Yapabileceğim tek şey sevilebilecek biri olmak. Gerisi onlara kalmış...
İnsanları ne kadar düşünürsen düşün, onların seni o kadar düşünmediklerini öğrendim.
Güven elde edebilmek için yılların gerektiğini, ama yok etmek için saniyelerin bile yettiğini öğrendim.
Sevdiğin kişilere sevgi dolu sözler söylemen gerektiğini, belki bu defa onları son görüşün olabileceğini öğrendim.
Her ne kadar onu çok düşünsen de yine de gidebileceğini öğrendim.
Seni hep hesapsız sevdiğimi, ama bunu nasıl göstereceğimi bilemediğimi öğrendim.
Gerçek dostluğun ve gerçek aşkın aramızda uzak mesafeler olsa bile büyüdüğünü öğrendim.
Birisinin seni istediğin gibi sevmemesi, onun seni tüm benliğiyle sevmediği anlamına gelmediğini öğrendim.
Bir arkadaşın ne kadar iyi olursa olsun seni üzeceğini ve senin yine de onu affetmen gerektiğini öğrendim. Bazen de başkaları tarafından affedilmenin yetmediğini kendini de affetmeyi öğrenmek gerektiğini öğrendim.
Kalbin ne kadar kırılmış olursa olsun, dünyanın senin acılarından dolayı durmayacağını öğrendim.
İki kişinin tartışmasının, birbirlerini sevmedikleri anlamına gelmediğini ve tartışmadıkları zaman da sevdikleri anlamına gelmediğini öğrendim.
Hayatlarında her zaman dürüst bir şekilde daha ileriye gitmek isteyen kişilerin, sonuçları önemsemediklerini öğrendim.
En fazla önemsediğim kişilerin, benden hep uzaklaştırıldıklarını öğrendim.
İnsanları üzmeden ve duyarlı olarak kendi fikirlerini söylemenin çok zor olduğunu öğrendim.


Kendimizi saplantılardan korumanın tek yolunun aşkı bir hırs aracı olarak görmeyerek, başkalarına, başkalarının duygularına saygı duymayı, "İstemiyorum" diyene ısrar etmemek gerektiğini ve bunu onun için değil, kendimiz için yapmamız gerektiğini öğrendim. Aslında aşkı keyifle yaşamak varken hastalıklı hale getirmenin hiç alemi yok...
Öğrendim...


Hüsrev-i Mülk-ü Gam
sınır dergisi / sayı 2 / mart nisan 2010

Meleğin Günlüğünden…

Sevgili günlük; “Daimi işsizim” yazabilecek tek bir satırım bile yok...
Oysa İlahi iktidarın, yazı işlerinden sorumlu bakanlığından, kırtasiye masrafı için bolca ödenek çıkmıştı. Bir sürü defter, mürekkep, kalem ve defterleri kaplamak için bir yığın Tom ve Jery desenli renkli kaplar...

Yan komşumun ise, hiç boş durduğuna tanık olmadım.
Yazacak öylesine çok malzemesi var ki:
Savaşları masumlaştıranlar, hunharca işlenen cinayetler, soykırımlar, yalanı ve hırsızlığı sanatlaştıranlar, kendilerini özgürleştirmek için başkalarını mahkûmlaştıranlar, aldatmayı bir hüner sayanlar, komşusu açken kendisi fazla kaçırdığı yemekten karın ağrısı çekenler, yükselmek için rüşveti sistemleştirenler, kendisinden zayıfı sömürgeleştirenler, yalana şahitlik yapmak için en ön saflara atılanlar, tecavüzler…
Yan komşumun, masasında duran onlarca dosyaya bakıp bakıp, günümü bir avare gibi bitiriyorum.

Geçenlerde, “İstersen biraz yardım edebilirim dedim?” fakat “Koalisyona kapalıyım” cevabını aldıktan sonra, iyi bir şeyler yazmam için bana gönderilen defterlerin yapraklarından, uçaklar, gemiler, uçurtmalar yaptım. Can sıkıntısı meğerse ne kötü bir şeymiş!...
Şu sıralar imzamı beğenmediğim için, bir iki defterde, imza denemeleri yaptım.
Nihayet beğendiğim bir imzada karar kıldım.
Acaba yan komşum “Boş durduğum için” benim hakkımda da bir tutanak tutar da, “boş durmayı sevmeyen” ilahi iktidarın gazabına uğrayıp, işime son vermeleri olası mı? 
Düşüncesi bile ürkütüyor beni!

Büyük bir torpille yerleştiği devlet kadrosunda, tüm gününü bulmaca çözerek geçiren bir memurdan farksızım. “Yangında ilk kurtarılacaklar arasında duran arşivimde” ilkokulun resim panolarında birinci olacağına kesin gözüyle baktığım “el ele vermiş çubuk insanlar, akan mavi dereler, M harfinden kuşların” olduğu pastel boya çalışmalarım var. Boş zamanlarda canım her sıkıldığında, kendimi sanata adadım. Oysa yan komşumun raflarında duran kalın kaplı defterlere baktıkça, insanlığın gidişatından oldukça endişeleniyorum. Yan komşumun, yakın bir tarihte “Rapor” çıkarıp, “Hava Değişimine” çıkacağını tahmin ediyorum.

Bazen yine boş zamanlarımda, iyi bir şeyler yazmak için, başka diller öğrenmem gerektiğini düşünüp, yabancı dil haneme, epeyce dil eklememe rağmen, hiçbir dilden, hiç iyi bir şeyler yazamıyorum... İyiye dair ne varsa, kâinattan silinmiş sanıyorum çoğu zaman... Bu dilleri öğrenmek için aldığım sözlüklerin yapraklarından da, küçük toplar yapıp, çöp tenekesine isabetli basket atışları yapıyorum. Hayır boyumla ilgili bir sorunum yok!... Sadece tembellikten az biraz yağ bağladım. Kendimi bazen eski model bir “halk otobüsü” muavini sanıyorum.

Şu ikametgah adresim olan sağ omuzda, gün boyu sallanıp durmaktan, bazen bunaldığımda olmuyor değil hani!...
Sana yazarak tedavülden kalkmış olan iyiliğe, tekrar hayat verdiğime inanıyorum.
Sen beni dinledikçe, birini “dostça dinlemenin erdeminde bulunup” herkesin unuttuğu iyiliği yapmış oluyorsun... En büyük sorunda bu zaten…
Kimse dinlemiyor kimseyi!...
Önümüz kış, bende boş duracağıma, kendimce tedbirler alıp yünlü kazaklar örmek istiyorum.
Yoksa sonra yan komşum, kendisini karınca beni de ağustos böceği sanıp, başlar nasihat vermeye.
Yine de umudumu yitirdiğimi söyleyemem. Bilgenin dediği gibi “Her sabah güne başlarken, yaptığımız en iyi şey, intihar etmemeye karar vermektir!...” Beni hayata bağlayan bir şeylerin olduğunu hissediyorum... Ama öylesine uzağım da ki. Ve bazen öylesine yakınız ki...
Sanki nefes aldığımda, onu içime dolduracakmışım gibi...

İmza:
İyiliği yazmakla görevlendirilmiş sağ omuz Meleği!

Mahsum ORAL
sınır dergisi / sayı 2 / mart nisan 2010

Lori - I

Ölüm cezası gibi bir yazgı süzüldü ruhuma
Hangi kanun benim bu yalnızlığımı kaldırır lori
Gölgeleri vururken anlıma şu hiddetli ateşin
Şafak kızılca kan olur
              Saydam bir ölüm düşer dağlara
Baş eğmez bir karanlık olur
        Mazlum olur
              mahzun olur
                         ten ve can
bakışın yaralar beni
                   sessizce gülüşün lori

Sana geceden
            sana gözüme düşen nemden
                                              ve terden
Açlığın ve sefaletin köyünden
    İçimde yanan tütünden
         Sessiz ve solgun yüzümden
            Tüm şefkatimle ve içten
               Ve bütün cesurca ölümlerden
Acı ve öfke içinde
Yüreğimin yüzüne düşen sıcaklığını bırakıyorum
Sana kollarımın şefkatini bırakıyorum lori

Sana sevmenin ilk doğuşunu
Sana tüm merhametiyle kuşların ötüşünü
Sana göklerden kopan fırtınaların bir yarısını
                                               en serin yarısını
Sana gözlerimi
Sana sesimi
Sana kalbimin sıcaklığını bırakıyorum lori

Dalgın bir bakışın “sev” emriyle başladı her şey
Nereden geldiğini bilmediğim
                  mis kokulu bir bahçe
                                        kalbi ışık
Islak ve çırılçıplak bir gözle başladı her şey
Ey davetsiz derdin çekilmezliği
Ey sessizliğin çınarından yaprak yaprak dökülen ben
Ağlamaktır kirpiklerimi mahzun eden
Düşüncenin zahmeti kederse eğer
Baharın kırk kilidini kırmak boşuna
Zahmetsiz bir bakışsa şayet ölüm
Sevgiliyi görmek
               sevginin lütfundandır

Kararsız ol ey elem
               belki ruhumu bağışlarsın

Yadırgamaz beni, bu şehre düşen hayalin
Gel, koynundan al beni gecenin lori
Sevgin kalmaya yemin etti kederimde
Zamansız bir tufan gibi
Yüreğimde pimi çekilmiş adressiz bir ölüm gibi
Toprak gibi
               su gibi
Kalbime vurulan kırk kilit gibi
Sevmeye götürüyorsa beni, sana bakmalarım
Hangi gecenin nemi dokunur artık gözlerime lori

Duy, ey bedenime inen kederin
           gece kadar karanlık perdesi
Duy ey yüreğimin doğusundaki ağır hüzün
Değilken dünya hiç kimsenin
Ve hiç kimse yeryüzüne inmemişken
Ve inmemişken kusursuz varlığın hayatın rahmine
Ve yazılmamışken ismin annenin alfabesine
Ben senin sevgini türetiyordum
Tanrı’dan gelen -ol- emrinin buyruklarıyla lori

 Yıldızları
          Güneşi
                Ay’ı inkar etmekse seni sevmek
İnkar ediyorum yağmuru ve ışığı emen toprağı
Dokunmak günahsa ellerine
Bırak ömrüm bu günah sokağında son bulsun lori

Ey yüreğimi yakan sonsuz keder
Ey geceyi ve günü örten adanmışlık
Ey iffetli yüzü benim olan ten
Ey sevmenin aziz suskunluğu
Ey çağrılmadan gelen hüzün
Ey varlığımı örten yokluğun hükmü
Verin sizin olmayan cesareti

Arzum yada faziletim
Ya da her ikisi olmayan uzun uykum
                                                  derdim
Ya da ismim,
              babam
                    aşiretim
size umudumu reddediyorum, bu bir mükemmeliyet olsa da
alıyorum varlığını
senin varlığın bütün her şeye bedel lori
                                       aşkım, eşim benim!

ORHAN DEMİRTAŞ
sınır dergisi / sayı 2 / mart nisan 2010

KÜRT SORUNU İÇİN BİR DEĞERLENDİRME VE BAZI ÖNERİLER - I

1. GİRİŞ
Türkiye’nin uzun bir dönemdir karşı karşıya olduğu önemli bir sorunu var. Kimi “Güneydoğu Sorunu”, kimi “Doğu Sorunu”, kimi “Kürt Sorunu”, kimi “Düşük Yoğunluklu Savaş” dedi bu sorun için. Ancak adı ne olursa olsun yaşanan bir gerçeklik var ve bu gerçeklik toplumu yıllardır derinden etkiliyor. Adından ziyade önemli olan bu gerçekliğin doğru tespit ve tahlil edilmesi ve doğru ve cesur çözümlerle ortadan kaldırılmasıdır. Yoksa adının şu ya da bu olması bu sosyal gerçekliği maalesef ortadan kaldırmıyor.
Bilindiği üzere Güneydoğuda yaşanan çatışma ortamı sonucunda ülkenin büyük maddi ve manevi kayıplar oluşmuş, 30 binin üzerinde insanımız hayatını kaybetmiş, bunun yanında 3 bin faili meçhul cinayet yaşanmış, 4 binin üzerinde köy ve mezra boşaltılmış, milyonlarca insan batı kentlerine göç etmek zorunda kalmıştır. Bu süreçte yaşanan insanlık dramının ötesinde hem göç edilen yerlerin boşaltılması orada yapılan tarım ve hayvancılığın durmasına sebep olmuş hem de göç edilen kentlerin hazırlıksız yakalanması gecekondulaşma ve çarpık kentleşmeyi hızlandırmış, böylece iki boyutlu bir kayıp meydana gelmiştir. Bunun da ötesinde bölge ekonomisinin ana damarı olan tarım ve hayvancılık yok olma noktasına gelmiştir.[1]
Peki, neden bu sorun bu kadar Türkiye’yi meşgul etti, bu güne kadar çözül(e))medi? Bunun çözümü bu kadar zor mu? Bunun iki nedeni var: Bir, sorundan beslenenlerin çözmek istememesi, çözümü sabote etmesi; iki, basiretsiz, ön görüsüz, korkak ve kendi çıkarlarını ülke çıkarlarının önünde gören çapsız politikacılar.
Sorunun tartışılması, araştırılması ve toplumlun aydınlatılması konusunda bilimcilerin, özellikle de sosyal bilimcilerin de günahı yok değil. Şöyle ki; bilindiği gibi Avrupa’da, Amerika’da, Fransa’da, Almanya’da, İngiltere’de filozoflar, düşünürler, bilim adamları çoğunlukla o günün sorunlu koşullarının bir sonucu olarak ortaya çıktılar. Sonra bu bilim insanları ve düşünürler ülkelerine karşı duydukları sorumluluğun bir gereği olarak dönüp bu sorunları incelediler, araştırdılar hatta onlara müdahale ettiler, çözümler ürettiler, öneriler geliştirdiler. Konuştular, tartıştılar ve sonuçta çözüme katkıları oldu ve diğer toplumsal dinamiklerin de etkisiyle birçok sorunda çözüme ulaşıldı. Bu gün gelişmiş dünyanın bulunduğu seviyeye gelmesinde bu bilim insanlarının büyük payını kimse inkâr edemez.
Türkiye’de ise bu konularda durum biraz farklı. Çözümün bir parçası olması gereken siyaset çoğu zaman sorunun parçası haline gelmiştir. Maalesef bilim insanlarının da bu anlamda sorumluluklarını yerine getirdikleri söylenemez. Bilim insanları bu yakıcı dönemde konuşmaları, çözüm üretmeleri gerekirken, genellikle sustular; konuşmadılar, tartışmadılar, çözüm üretmediler. Oysa bu ülkenin bilenleri olarak, bu ülkenin ekmeğini yiyip, suyunu içenleri olarak böyle bir günde ülkeye yardım etmeyip de ne zaman edilir? Yurtseverliğin içi başka nasıl doldurulur? Boş hamasetle mi? Bilmek sorumluluk değil midir; sorumluluk yanlış olana müdahale etmeyi, tabuları kırmayı gerektirmez mi?
Hal böyleyken, görevleri bu sorunları araştırmak ve tartışmak olan sosyal bilimciler yıllardır sanki bu sorun hiç yokmuş gibi davrandılar. Bilinmektedir ki eğer bir yerde akıl susarsa, bilim susarsa silahlar konuşur, şiddet egemen olur. İnanıyorum ki şimdi eğer aklı, bilimi hakim kılarsak, o taktirde silahlar susar, kandan ve şiddetten beslenenler kaybeder. Özellikle de bu savaşı bu güne kadar tırmandıran ve bundan sonra da asla bitmesini istemeyen şahinler kaybeder; insanlık ve demokrasi kazanır, Türkiye kazanır.
Bu çalışma da bu çerçevede değerlendirilmelidir. Bu amaçla öncelikle sorunun teşhisi ve tanımlanması yapılacak, sonra sorunu buralara kadar taşıyan nedenler ortaya konacak ve çözüm önerileri ile son bulacaktır.
2. SORUNUN TEŞHİSİ
Bugün yaşanan sorun Türkiye'nin çözmesi gereken en önemli sorunu­dur. Çünkü bu sorun ekonomiden tutun politikaya, Avrupa’dan tutun Ortadoğu'ya Asya'ya kadar yaşanan tüm diplomatik ilişkilerde ülkeyi ilgilendirmekte, uğraştırmakta ve etkilemektedir. Yan bağlantılarıyla yıllık 10 milyar dolar civarındaki güvenlik harcamalarıyla ekonominin seyrini değiştirmekte[2], Türkiye’nin AB ilişkileri dahil uluslararası ilişkilerini olumsuz yönde yönlendirmekte, İstanbul'daki işadamın­dan, Trabzon'daki balıkçıya, Konya'daki çiftçiden, Van'daki esnafa kadar herkesi her bakımdan derinden etkilemektedir.
Kısaca hepimizin bildiği üzere sorun çok önemlidir. Önemli olan bir sorunun çözümü de önemsenmelidir. Ancak kanımca bu konuda geçmiş iktidarlar döneminden süre gelen ve neredeyse bugün bir devlet poli­tikası haline getirilen çözümlerde dört temel yanlış işlenmektedir:
2.1. Sorunun Teşhisinde Yanlış Yapılmaktadır. Bu sorun Kürt sorunu olduğu halde, hala bu yönde devlet ve toplum tarafında üzerinde anlaşılmış bir tanımlamaya gidilmemektedir. Zaman zaman devlet ricali-özellikle de seçildikten sonra başbakanlar-, bu konuda bir saptama yaptıktan sonra dediklerini unutmakta ya da onlara bu söylem unutturulmakta söylediklerinin tam tersi beyan ve uygulamalara devam etmektedirler. Adeta bu konuda hatada diretilmektedir. Oysa teşhisi hatalı yapılan bir prob­lemi çözmenin olanağı yoktur.
Teşhisin bilindiği halde uzun yıllar seslen­dirilmemiş olması, konuşulması ve tartışılmasının yasaklanmış olması çözümü ağırlaşmanın ötesinde bu hususta istenmedik sonuçların gündeme gelmesine yol açmıştır.[3] O nedenle soruna doğru teşhis koymak büyük önem taşıyor. Böyle bakıldığında sorun tarihsel, soyal ve ekonomik boyutlarla beraber etnik ve politik unsurlar içeren “Kürt Sorunu”dur.[4] Böyle bakıldığında görülecek ki Kürt sorunu; tarihsel, etnik, ekonomik, sosyal ve kültürel boyutları olan bir sorundur.
Tarihsel boyutu var, çünkü bu sorun öyle dünden bu güne ortaya çıkmış bir sorun değildir. Türklerin bu coğrafyaya gelmesi ile özellikle ortak dine sahip olmanın da etkisi ile Kürtlerle Türkler birbiriyle ilişkilenmiş, birçok konuda birlikte hareket etmiştir. Çok sonraları çıkar ve egemenlik kaygısı ile çelişkiler ve çatışmalar yaşanmıştır. Eğer bu tarihsel gerçeklik çarpıtılmadan, üzeri örtülmeden anlaşılmazsa bu sorun da tam olarak anlaşılamaz, sorun tam alarak anlaşılmadığı taktirde ise tam ve kalıcı bir çözüm üretilemez.
Sorunun tarihsel boyutu ile birlikte etnik (ve kimlik) yönü var. Kürtler tarihleri, dilleri ve kültürleri olan ayrı bir halktır. Birinci Dünya Savaşı sonrası birçok halk bir devlete sahip olduğu halde Kürtler bu olanağı kaçırmıştır. Sorun bir yönüyle Kürtlerin ayrı bir halk olmasından kaynaklanan bir sorundur. Bu nedenle eğer Kürtlerin yaşadığı bölgeler bir anda çok zengin ve kalkınmış olsa bile bu sorun ortadan kalkmaz. Çünkü orta yerde ayrı bir halk var ve bu halk bazı haklara Anayasal güvence ile sahip olmak istiyor.
Sorunun ekonomik ve sosyal boyutu da var kuşkusuz. Kürtlerin yaşadığı bölgelerin geri kalmışlıkla izah edilebilecek ekonomik boyutu tek başına bir neden olmamakla beraber sorunu büyümesine ve daha aşikâr hale gelmesine yol açmıştır. Üstelik bu ekonomik geri kalmışlık Kürtlükle bağdaştırılıp birlikte ele alınınca daha da önem kazanıyor. Bu arada geri kalmışlılıkla birbirini karşılıklı besleyen yarı feodal yapılanma sosyal değişime direnç gösterirken öte taraftan asimilasyonunu geciktiren bir paradoks içeriyor. Eğitim, sağlık gibi sektörlerdeki gerilik, kentleşme ve göç sorununda yaşanan çarpıklık sosyal bir yara olarak sadece Kürtleri değil Batının büyük kentlerinde yaşayan herkesi derinden etkiliyor.
Kürt sorununun önemli boyutlarından biri de kültürel boyutudur. Kürtlerin kendi dillerini tam olarak kullanmamaları, dilde bilim, sanat, edebiyat yapamamaları ve yapmak için gerekli alt yapı olanaklarına sahip olamamaları büyük sorun teşkil ediyor. Aynı şekilde kendi dillerinde radyo televizyon olanak ve alt yapılarına sahip olamamaları da sorunun başka bir boyutunu oluşturuyor. Yer ve insan isimlerinin fiiliyatta hala yasaklara maruz kalmaları sorunu azdıran bir işlev görüyor.
Sonuç olarak Kürt sorunu yukarıda sayılan bütün faktörlerin karşılıklı etkileşimi ile ortaya çıkan komplike bir sorundur. Çözüm için de bütün bunların birlikte senkronize ele alınması gerekir. Çünkü sorun bunlardan sadece biriyle kaim değil bunların hepsinin toplamı niteliğindedir.
 AB’ye katılmaya çalışan bir Türkiye’nin bunları görmesi ve bu sorunu özgürlükçü bir demokrasi perspektifi içinde çözmesi en uygun yol olarak görünüyor. Ülkedeki dinamiklerin bunu yapacak ve başaracak gücü var. Bununla birlikte bu konuda her iki tarafa da düşen sorumluluklar var. Bu yolculukta en önemli kavramlar empati, samimiyet, cesaret ve basiret olarak önem kazanıyor ve öne çıkıyor.
Durum şu ki, mevcut statükodan rahatsız olanlar onun değişmesini isteme hakkına sahiptirler. Ancak bunu sadece istemek yetmez, bu değişimi gerçekleştirmek için bir şeyler de yapmak lazım. Kant’ın deyimi ile bu durumda hem görü hem kavram gerekiyor, diğer bir deyişle hem teori hem de pratik gerekiyor. Çünkü kavramsız görürle, yani teorisiz pratik kördür; ama aynı zamanda görüsüz kavramlar, yani pratiksiz teori ise boştur. İkisini buluşturmanın zamanıdır.
Artık net bir biçimde anlaşılmıştır ki, sorunun tespitinde “ret ve inkâr” çözüm değil tıpkı ayrılığın çözüm olmadığı gibi. O halde bütün farklılıkları teke indirgeyen homojenleştirici, tekçi, asimilasyonist politikalardan vazgeçilmelidir. Toplumsal çök kültürlülük bir zaaf olarak değil bir zenginlik olarak görülmelidir. Bütün teşhisler, tahliller ve çözümler bu temel üzerine inşa edilmelidir. Bilinmelidir ki, eğer doğru teşhis 20 yıl önce yapıl­mış olsaydı bu sorun çoktan çözülmüş olurdu. Eğer bugün doğru ve gerçekçi teşhis ve demokratik çözüm geliştirilmezse korkarım ki mevcut yöntemler 3-5 yıl daha sürerse çözüm daha da zorlaşacaktır başka istenmedik alternatifler güç kazanacaktır.
2.2. İkinci yanlış, sorunun yanlış teşhis edilmesinin de tazyiki ile yanlış yöntemlerle çözülmeye çalışmasıdır. Tarihsel arka planı bir tarafa bırakacak olursak, yeni dönemde -1979 yılından itibaren- sorun askere havale edilmiştir. Çözüm de bastırma ve dağda “tek terörist” kalana kadar savaşa devam olarak tarif edilmiştir. Askeri vesayeti güçlendiren bu yaklaşım ne yazık ki politikacılar için kolay bir yol olarak algılanmıştır. Bir iktidar kayması olarak da görülebilecek bu yaklaşımda (sorunu askere havale etme kolaycılığına kaçmada) siyasi irade eksikliğinin de payı büyüktür. Ülkenin önemli meselelerine muktedir olarak iktidar olması gereken yönetimler, sözgelimi ihalelere ve atamalar hükümet etmeyi yeğlemiştir. Bu da şiddeti yürürlüğe koymuş, etki-tepki döngüsü gereği şiddet karşı şiddeti beslemiş, bu kısır döngü böyle devam edip gitmiş ve çözüm için altın değerindeki yılları heba etmiştir. 
20 yıllık sıkıyönetim ve olağanüstü hal uygulamalarının sorunu çözmediği herkesin görmesi gereken bir gerçek olmasına karşın hala bu yöntemlere geri dönülmesinin tartışılması anacak bir akıl tutulmasıyla izah edilebilir. Nitekim başta PKK olmak üzere yasal olmayan örgütlemelerin çoğu böylesi bir dönem ve ortamda büyümüşlerdir. Öte yandan güvenlik güçlerinin yaptığı yanlışlar, takındığı tutum, uyguladığı “hukuk”, halkın kafasını karıştırıp güven bunalımına neden olmuştur. Bu uygulamalar siyaseti de etkilemiş, halk ile devlet arasın­da bir köprü vazifesi görmesi gereken siyasi partilere olan inancın azalma­sına yol açmıştır. Kaygan bir zeminin oluşmasında yıllarca süren bu uygulamaların payı büyük olmuş; siyasete ve partilere olan inançsızlık siya­si kulvarları boşaltmış, bölgede bu anlamda bir diyalog ve yönetim boşluğu meydana gelmiştir. Bunun sonucunda yasal olmayan politik reaksi­yonlar güç kazanmış; sonuçta halk PKK ile güvenlik güçleri arasında sıkışıp kalmıştır. Çünkü çatışmalar, baskınlar ve ölümler halkın yaşadığı arenada meydana gelmiştir. Bu psikolojiyi iyi bilmek ve çözümlemek gerekir.
Bu anlamda 25-30 yıldır sadece askeri yöntemlerle sorunu çözmede ısrar etmek;
1. Daha fazla kan, daha fazla acı ve daha fazla gözyaşına neden olmuş,
2. Bu da sorunun çözümünü daha da ağırlaştırarak içinden çıkılamaz hale getirmiştir.
Bu noktada rasyonel ve objektif bir biçimde soruna yaklaşmanın önemi büyüktür. Fansızların söylediği bir söz var: “Bir sorun varsa, yıllar­ca tek bir yöntemle onunla uğraşıyorsanız ve o sorunu çözemiyorsanız, o takdirde yapılacak iki şey var: Ya sorunun bağlamını değiştireceksiniz ya da bakış açışınızı değiştireceksiniz.” Türkiye’de de sorunun çözümü için yıllardır uygulanan sonuç vermeyen yöntemler yeniden gözden geçirilmelidir. Bilinmelidir ki, sorunun tek çözümü şiddet değildir. Şiddeti, en çok karşı şiddeti uygulamak ve hâkim kılmak isteyenler ister. Oysa gelinen noktada halk sorunun değil çözümün bir parçası olmak istiyor ve yetkililerin hamasetle serenat yakmasını değil cesaret, basiret ve kararlılıkla artık bu sorunu çözmesini istiyor.
2.3. Üçüncü yanlış devletin sorunun çözümünde geleneksel ve geri kalmış kurum ve kuruluşları yeniden canlandırarak devreye sokmasıdır. Devlet sosyal değişmeye öncülük etmesi adına çözmekle mükellef olduğu kurumları yeniden diriltiyor. Bu kurumların başında ise aşiret reisliği, ağalık ve şeyhlik gibi ortaçağ feodalitesinin uzantısı durumunda olan kalıntılara dayanan “koruculuk sistemi” geliyor. Oysa çağdaş bir devletin görevi çağdaş olmayan kalıntıları çözmek ortadan kaldırmak olmalıdır, onlardan medet ummak değil. Çünkü tarihte ve dünyanın hiç bir yerinde bir yanlışın başka bir yanlışla düzeltildiği görülmemiştir. Nitekim bugün doğu ve güneydoğunun geri kalmasında, bunalımlı olmasında statü­koyu koruyan, değişmeye ve modernleşmeye ayak bağı olan bu geleneksel kurum­ların payı büyüktür. Burada ilginç olan siyasetin ve bazı siyaset adamlarının da bu kurumların yandaş ve sürdürücülerine itibar etmesidir. Oysa çağdaş bir kurum olan siyaset kurumu değişime ve dönüşüme öncülük etmelidir; gericiliğin ayakta tutulmasına değil.
Nitekim Cumhuriyetle birlikte geleneksel yapıdan modern bir yapıya geçilir­ken, ağalık, beylik, şeyhlik gibi çözülmekle karşı karşıya bırakılan sistemler, 1946'da çok partili siteme geçilmesiyle birlikte birer oy deposu olarak telaki edilmiş, siyasi partiler tarafından korunmuş adeta teşvik edilmiştir. Bazı partiler için kısa vadeli siyasi çıkarların elde edilmesine neden olan bu sistem uzun vadede ülke ve bölge gerçekleriyle çelişen bir durum arz etmiştir. Bu çelişki­nin giderilmesi çağdaşlaşma için ve demokrasinin tam işlemesi için kaçınıl­maz bir zorunluluk iken bu yapılar koruculuk sistemiyle, bazı ağaların, aşiret reislerinin devletçe desteklenmesi ve teşvik edilmesiyle, seçim sistemleri ve seçilme edimi ile tekrar hortlatılmıştır. Dolayısıyla ilerici bir kurum olan siyaset kurumu, maalesef merkezin yönlendirmesi ile bölgede yıllardır gerici bir fonksiyon oynamıştır.
2.4. Dördüncü yanlış, ekonomik faaliyetlerden el çekilmesi, zaman zaman yatırımların dondurulmasıdır. Yetkililerin sürekli dedikleri  “Terör son bulsun sonra bu işleri yaparız” mantığı yanlıştır ve son derece tehlikelidir. Bunun yerine bu işlerin daha da yoğunlaştırılarak sürdürül­mesi sorunun çözümüne büyük katkı sağlayacaktır. Çatışmaların yoğun olduğu 1990’lı yılların ortalarında (DİE'nin verilerine göre) Türkiye'de teşvike bağlanmış yatırım tutarı 18 trilyon 323 milyardır. Bu rakamdan Marmara Bölgesinin aldığı pay o zaman % 51 iken Doğu Anadolu'nun aldığı pay % 3, Güneydoğu'nun aldığı pay ise sadece % l'dir. Bu politikanın sonucunda zaten ekonomik olarak geri kalmış bölgede yüzlerce yarım kalmış veya tamamlanmış ya da işletme kredisi bulamadığı için kapalı duran tesis mevcuttur.[5] Bu gün de değişmeyen bu tablonun sonucunda ortaya çıkan resmi ve gizli işsizlik oranları zamanla dayanılmaz bir hal almış, bu durum politik reaksiyonları daha da beslemiş siyasal istikrarsızlığı daha da artırmıştır.
Ekonomide palyatif çözümler, ardı ardına açılan kof ve boş paketler işe yaramamaktan öte halkın çözüm beklentisini sabote ederek umutsuzluğa sevk etmektedir. Oysa bu konuda radikal çözümler gerekiyor. (Örneğin bir yıl boyunca batı yerine doğuya yatırım yapmayı teşvik etmek, GAP çerçevesindeki barajlardan elde edilen elektrik enerjisinin bir kısmını bölge üreticisine ve üretimine teşvik unsuru olarak vermek, petrol ve asfaltit maddelerden yerel yönetimleri yararlandırmak gibi..)
Devamlı büyüyen bu sosyal yarayı zamanında teşhis edemeyen zihniyet yaranın büyümesine rağmen “pansuman tedbirler” yapmaya devam etmiş ''geçer" diye kaderine bırakmıştır.
Oysa sorunun nedenleri ve niçinlerini çok iyi analiz etmemiz lazım. Bu sorun kendiliğinden ortaya çıkmış bir sorun olmadığı gibi bir bölgeyle de sınırlı değildir; bütün toplumu ilgilendirmektedir. Bu sadece Kürt sorunu da değildir, metropol kentlerle birlikte aslında bu sorun bir Türk ve Türkiye sorunu haline gelmiştir. Çünkü milliyetçilikler karşılıklı olarak ötekileştirmekte ve biri diğerini körüklemektedir. Bu tehlikeli tırmanışın durdurulması, karşılıklı olarak “empati”nin anahtar kavram olarak uygulamaya konulması çözümün altyapısı için elzemdir. Değişimi istemek yetmez onun gerçekleşmek için gerekli altyapıların oluşturulması ve adımların atılması gerekir.
Ancak ne var ki statükodan beslenenler statükoyu değiştiremezler, değiştirmek istemezler. Çünkü ondan nemalanıp beslenirler, toplumu da farklı aldatma politikalarıyla uyutmaya çalışırlar. Kimi çözüm yönünde çıkan sesler ise bölücülükle, Kürtçülükle, ihanetle  itham ederek üstünü örtmeye çalışırlar, başka birçok sorunda olduğu gibi.

Prof. Dr. Ahmet ÖZER
sınır dergisi / sayı 2 / mart nisan 2010

[1] Örneğin yıllardır Orta Doğu ülkelerine canlı hayvan ve kırmızı et ihraç eden Türkiye şimdi buralardan canlı hayvan ve kırmızı et ithal eder hale gelmiştir.

[2] Başbakan yardımcısı Cemil Çiçek, bu güne kadar yapılan bu nevi güvenlik harcamalarının bir trilyon doları geçtiğini belirtmiştir.
[3] Örneğin: Bir oğlunuz var, hasta ve hastalığı verem. Doktora götürü­yorsunuz, doktor hastayı muayene ettikten sonra vakanın "basit bir soğuk al­gınlığı olduğunu birkaç aspirinle atlatılabileceğini" söylüyor. Burada iki olasılık var: Ya doktor iyi bir doktor değildir, sorunu gerçekten teşhis ede­memiştir. Bu durum bilgili ve yetenekli başka doktorlarla ikame edilebile­ceği için önemli değildir. Ya da hastasının hastalığını biliyor ama iki neden­den ötürü böyle konuşuyor: Birincisi hasta sahibini üzmek istemiyor olabilir; ikincisi ise hastalığın tehlikeli ve bulaşıcı olmasından ötürü gerçek teşhisi koyarak konu-komşuyu işkillendirmek istemiyor olabilir. Bu durumda doktor isteyerek veya istemeyerek size ve çevreye iki kötülük yapmış oluyor: Birincisi, sorunu hafife alarak hastanın kaybına neden oluyor. İkincisi, konu komşu işkillenmesin (ürkmesin) derken hastalık herkese bulaşı­yor. Nitekim Kürt sorunun yıllarca üstünün örtülmesi yok olmasına değil daha da genişleyip uluslar arasılaşmasına neden oldu.
[4] Devleti yönetenler uzun yıllar “Kürt yok”, “dağlı Türkler” ya da “karda yürürken kart kurt” edenler var demiş, bu gün zorlu bir sürecin sonunda gelinen noktada artık Kürtlerin varlığı kabul edilmekte, bu kez de Kürt Sorunu yok denilmektedir. Acaba bir 20-30 yıl da böyle mi heba edilmek isteniyor?                                                                                          Hatırlardadır ilk olaylar başladığında başbakan Özal “fazla büyütmeyin” demiş üzerinde durulmamasını salık vermişti. Ama işin ciddiyetini anladığında iş işten geçmiş; çözüm üzerinde çalışmaya başladığında ise ömrü vefa etmemişti.

[5] Bu statüde sadece Diyarbakır'da 43, Van'da 13, Siirt’e 11 tesis tespit edilmiştir. Üstelik son yıl­larda kapanan işyeri sayısında % 50 taşınan işyeri sayısından % 52 oranında artış kaydedilmiştir.

Kurumuş Güllere Uyduramadığımız Taze Vazolar

                            Josê ve içindeki aslı susan herkese

Acele –et!
Hemen azıcık fırına vermeniz yeter… Her şey acele artık… İçimizdeki et doyumunu doldurmalıyız…
Acele- ol!
Kaçışıp durmalıyız, belleksizleşen günümüz geride bir şey kalmadığını bize sezdirmemek için durmadan çalışır…
Ve bir bakarız yıllar çoktan geçip gitmiş…

Ardından gidişin şarkısı…

Koşuyor durmadan adam
Hiç durmadan duruyor yol… İnsanı ürkütürcesine,
Durmanın en hareketli dakikası kırılıyor adamın kalbinde,
Çünkü kadın gidiyor yolun hep duran döngüsünde…
Bir kesik var, kan damlıyor iyide nerde?
Duruyor hiç durmadan yol… Adam koşuyor… Dur!
Biter sanıyor yol, ulaşırım sanıyor dura…
Oysa hiç durmadan duruyor yol zaman gibi…
İnsanın iç asfaltında öylece duruyor…
Bu koşma itkisi,
Bu yamalar,
Her şey yoldaki katışımın bir maddesi…
İnciniyor içinde bazen bir isim… Kırılıyor ağlıyor sen sus makamındayken.
Hiç onarılmayacak bir acı betonlaşıyor üzerinde gidip gelinenlerden
Şimdi yol dur ya, zaman gibi
O isimde o acıda
Öyle bir makamda sonsuzlaşıyor…

Gidenin şarkısı…

Bu izole edilmiş bir sessizlik…
Martılar, kumrular sesini yutmuşçasına dolanıyor semalarda…
İnsana uzak hissini veren bu saba…
Ezan sesi, ölüm uykulu bir şarkıyı saklar koynunda
Seni güne seni unutmaya çağırır ilik ses,
Her şey biter…
Kurt uluyuşu bir isyandır bu sabah ayinine iyide artık her şey şehir…
Kurtlar bir sürgünün saklı ucubeleri…
Tanıdıktır her ses, her aksesuar yıkılamayacak bir düzenin habercisi…
Yalnızlığımızın yalıtıcıları aşk, evlilik…
Daha çok çoğaltmak iç sesimizi…
Sonsuza dek yalnız olacağımızın imzası nikâh törenleri…
Sesini yitirmişse martı, yakaladığı balığı artık umursamaz
Kurumuş güllere uyduramadığımız taze vazolar,
Ellerimizin mutsuzluğu,
Sizi yazıda da zorlar
Uyku kuşanın, az kaldı…
Sesine kavuşacak martı
Sizde yalnızlığınızı salacaksınız salıvermenin her şeyi abartan sesine,
İşte alın yeşile gömün kendinizi nafile
İçinizde kızıl kan bir mum
Aydınlatırken yakıyor bütün ölmüş hasretlerinizi…

Sızı şehrinin şarkısı…
Bir yanınız bu nasırı atamadığınız için şiddet uygularken size
Diğer yanınız çocuğunu kaybetme paniğinde,
Dur dersiniz ellerinize bir daha asla dersiniz
Ama aşk o dalga geçen palyaço yüzüyle, şaklabanlıklar yapar size

Seni ilk gördüğüm günde ve sonraki bütün dönümlerde, herkesin çamurlu kirli uykulara yattığı saatlerde ben hücrelerimin sızısıyla sana uyandım.
Kendi dağınıklığım katlanılır olsun diye odayı dağıttım.
Bu yıpranmış duvarlar benim bekleyişim oluyor.
Yaşamla girdiğin ortaklık tehlikeye girmesin diye uzaksın.
Senin ardından bütün değer yargılarımı döktüm.
Sen dönene kadar hiçbir anlam olmayacak.
Sana dokundum dokunduğumuz her şeyde parmak izlerimiz kalır,
Yani hiç kimsede olmayanı hediye ederiz sevdiğimizin bedenine…
Bir okuyucu olsa kaç farklı dokunuşun nasıl bir harita bıraktığını bilsek üzerimizde…
Cüzdanımızda taşıdığımız kişiye dair bir ayrıntı onun canının bir parçasını da taşıtır içimizde…
Bedenimizdeki parmak izleriyle bu parçanın enerjisi ısıtır bizi bazı çok çok yalnızken mesela…
İlk burnumuz düşecek mezarda bunun için belki bir eşikten dönerken bilirken bir daha tazelenmeyeceğimizi ağlamak üzere olmamızın sinyalini verirken sızlayan burnumuz ölümü de hatırlatır bize…
Suçumuz büyük hepimiz idama yollanacağız birazdan yani ölüm…
Yürüdüğümüz bu yeşil yol… Ne kadar sakinleştirir ki bizi…

Tüm bu unutkanlıklar zinciri içinde gerçek olan tek şey beyninizin arşiv özelliğidir…
Belleği öyle kuvvetlidir ki bu evin; unutmak için tanrılara yakardığınız her şey ummadığınız bir anda dikiliverir karşınıza…
Gençliğimizin bize oynadığı bu izafi yanılgılar, her şeyin telafisi var sanırsınız…
Birini kırarken, incitirken nede olsa bir gün telafi edeceksinizdir hatanızı…
Ta ki vücudunuz size geç kalmanın sinyallerini verinceye kadar… İsteseniz de onaramayacağınız şeyler başlar o zaman…
Ölümler çoğalır, bir daha hiç olmayacak olanla yapmak istediğiniz onca şey,
İçinizdeki sızı şehrinde yerini alır…
Kayıplar çoğalır durmadan…
  
Hicran ASLAN
sınır dergisi / sayı 2 / mart nisan 2010

Ji Evîndaré Diviya

Bi awirên bê wate li min menihêre
Evînê min negotî, pirsên min veşartî, hestên min dewisandî mehêle
Bi nermî li min binihêre
Ku derkevin hole hemû veşareyên min ên jibo te

Awirên min qirfok, çavên min bi girî, hestên min nermijî,
Dilê min vala (n)mehêle
Ku hesteke bi esîl tehm bigire li ser zimanê min

Hêviyên min meşikêne
Hêsrên min bila toz negirin û ber evîna te ta negirim
Min bi jîndarî(xweşî) hînî axa mirinê meke
Du tayên porê xwe yê kuruşk dîyarî min bike
Ku ez li vî bajarî bê xevnên xwe tikûtanê neminîm

Bi çirûskên çavên xwe min sermest bike
Ku ez bi dizî nefikirim
Di mewijkên çavên te re di kûrahiya dilê te binêrim
Wek kuliyên berfê (pûzrik)  ên ku bi bengî diweşin xwe ber dilê tedim
Pêta dilê xwe ya bêhempe bavêjim rehên dilê te
Ji nû de vejînim giyanê  evîndara xwe
Jibo ku stêrkên me li ezmanan beremberî hev biçirûsin
Jibo ku evînên cîhanê bi bêhna evîna me bimehên.
                                                      
Mistefa BÎRÎŞÎK
sınır dergisi / sayı 2 / mart nisan 2010

İki Dil Bir Bavul'dan Kürt-çe Sorunu'na Bakmak

Orhan Eskiköy & Özgür Doğan imzası taşıyan İki Dil Bir Bavul, geçtiğimiz Altın Portakal’da “En İyi İlk Film” ödülünü almıştı. Film, Denizlili genç öğretmen Emre’nin Güneydoğu’nun bir köyü olan Demirci’ye atanmasıyla başlayan bir yıllık macerasını anlatmakta. Ve başrolde Türkiye’de bir dönem varlığı kabul edilmeyen; hatta yasaklanan Kürtçe (ve de dolaylı olarak, yeni yeni iyileştirilmeye çalışılan Kürt Sorunu)…
Emre öğretmenin öğrencileri olan Demirci köyü çocuklarıyla iletişim kurması pek güç oluyor. Çünkü Kürt çocukları olan öğrenciler Türkçe bilmiyorlar. Yalnızca yetişkin erkeklerin Türkçe bildiği bir yerde öğrenci ile öğretmenin bırakın eğitim öğretim faaliyetine başlaması, diyalog kurması bile mümkün değil; fakat Öğretmen, yine de bir şeyler yapmaya gayret ediyor.
Filmin özetini vermek yerine İki Dil Bir Bavul’un gözler önüne serdiği “dil problemi”ni ele almamız daha yerinde olacaktır. Yıllardır, buna var oluştan beridir demek yanlış olmayacaktır, Kürt coğrafyasında Türkçe sonradan öğrenilen dil olmuştur. Kürt çocuklarının şanslıysalar ilkokulda, değilseler askerde yahut hamal, amele ya da işsiz olarak bulundukları batı Türkiye’de öğrendikleri bir dil… Ve kimi kez bu dili bilmemenin getirdiği güçlükler… Hastanede doktora, karakolda polise, jandarmaya dert anlatamama… Bunun sonucunda ortaya çıkan dramlar ve “insanlık ayıpları”…
            Eskiköy ve Doğan’ın parmak bastığı bu yara, yıllardır kanamakta ve halen de kanamaya devam etmekte. İlk eğitimlerine anadillerinden başka bir dilde başlamak mecburiyetinde kalan insanların “eğitimde fırsat eşitliği” hakkına sahip olmamalarının nelere sebep olduğu gün gibi ortada. Türkiye’nin en fazla işçi/işsiz üreten bölgeleri, Bilge köyü katliamları, şiddetin zirvede olduğu bir toplum ve cahiliye dönemi Arapları gibi güdülen kan davaları, töre cinayetleri… Kendi dilinden başka bir dilde, hiç bilmedikleri bir dilde, birleştirilmiş bir sınıfta öğrenim görmeye mecbur bırakılmış insanların bundan fazlasını beklemek de zaten mantıklı değil. Ahmed Arif’in, “Oysa ben Doğuluydum. “Az gelişmiş” değil, sömürülmek için kasıtlı olarak geri bırakılmış bir ülkenin, aşiret töreleriyle yetişmiş bir çocuğuydum.” sözlerini tam burada hatırlamak ne kadar da yerinde olacaktır…
Kurtlar Vadisi Gladio’nun bir sahnesinde, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a söyletilen şu cümlelerini unutmamak gerekir: “PKK bugünün meselesidir. Yarının meselesi değildir. Yarının meselesi, Kürt meselesidir. Onun da çözümü basit: Daha büyük, daha demokratik, daha güçlü bir Türkiye.” “Yarın’ın ne getireceğini bilemiyoruz. Fakat “dün” büyük zararla geçti. “Bugün”se “dün”den kalan yanlışların farkına henüz varılmış görünüyor. Belki süreç olumlu devam eder  -temennimiz budur- ve yapılan pek çok hatadan biri olan “Ana dilde eğitim” hakkının gaspına son verilir. Avrupa’da “azınlık” durumunda bulanan Türk çocuklarına kendi dillerinde eğitim verildiği gibi aynı “hak” Türkiye’deki Kürt, Zaza, Arap… azınlıklarının yeni kuşaklarına da tanınır. Peki “dün”? O talihsiz nesil ne olacak? Onlara “kaybolan yıllar”ını kim verecek, verebilecek mi, bilemiyoruz...

Abdullah KOÇAL
sınır dergisi / sayı 2 / mart nisan 2010