1. GİRİŞ
Türkiye’nin uzun bir dönemdir karşı karşıya olduğu önemli bir sorunu var. Kimi “Güneydoğu Sorunu”, kimi “Doğu Sorunu”, kimi “Kürt Sorunu”, kimi “Düşük Yoğunluklu Savaş” dedi bu sorun için. Ancak adı ne olursa olsun yaşanan bir gerçeklik var ve bu gerçeklik toplumu yıllardır derinden etkiliyor. Adından ziyade önemli olan bu gerçekliğin doğru tespit ve tahlil edilmesi ve doğru ve cesur çözümlerle ortadan kaldırılmasıdır. Yoksa adının şu ya da bu olması bu sosyal gerçekliği maalesef ortadan kaldırmıyor.
Bilindiği üzere Güneydoğuda yaşanan çatışma ortamı sonucunda ülkenin büyük maddi ve manevi kayıplar oluşmuş, 30 binin üzerinde insanımız hayatını kaybetmiş, bunun yanında 3 bin faili meçhul cinayet yaşanmış, 4 binin üzerinde köy ve mezra boşaltılmış, milyonlarca insan batı kentlerine göç etmek zorunda kalmıştır. Bu süreçte yaşanan insanlık dramının ötesinde hem göç edilen yerlerin boşaltılması orada yapılan tarım ve hayvancılığın durmasına sebep olmuş hem de göç edilen kentlerin hazırlıksız yakalanması gecekondulaşma ve çarpık kentleşmeyi hızlandırmış, böylece iki boyutlu bir kayıp meydana gelmiştir. Bunun da ötesinde bölge ekonomisinin ana damarı olan tarım ve hayvancılık yok olma noktasına gelmiştir.[1]
Peki, neden bu sorun bu kadar Türkiye’yi meşgul etti, bu güne kadar çözül(e))medi? Bunun çözümü bu kadar zor mu? Bunun iki nedeni var: Bir, sorundan beslenenlerin çözmek istememesi, çözümü sabote etmesi; iki, basiretsiz, ön görüsüz, korkak ve kendi çıkarlarını ülke çıkarlarının önünde gören çapsız politikacılar.
Sorunun tartışılması, araştırılması ve toplumlun aydınlatılması konusunda bilimcilerin, özellikle de sosyal bilimcilerin de günahı yok değil. Şöyle ki; bilindiği gibi Avrupa’da, Amerika’da, Fransa’da, Almanya’da, İngiltere’de filozoflar, düşünürler, bilim adamları çoğunlukla o günün sorunlu koşullarının bir sonucu olarak ortaya çıktılar. Sonra bu bilim insanları ve düşünürler ülkelerine karşı duydukları sorumluluğun bir gereği olarak dönüp bu sorunları incelediler, araştırdılar hatta onlara müdahale ettiler, çözümler ürettiler, öneriler geliştirdiler. Konuştular, tartıştılar ve sonuçta çözüme katkıları oldu ve diğer toplumsal dinamiklerin de etkisiyle birçok sorunda çözüme ulaşıldı. Bu gün gelişmiş dünyanın bulunduğu seviyeye gelmesinde bu bilim insanlarının büyük payını kimse inkâr edemez.
Türkiye’de ise bu konularda durum biraz farklı. Çözümün bir parçası olması gereken siyaset çoğu zaman sorunun parçası haline gelmiştir. Maalesef bilim insanlarının da bu anlamda sorumluluklarını yerine getirdikleri söylenemez. Bilim insanları bu yakıcı dönemde konuşmaları, çözüm üretmeleri gerekirken, genellikle sustular; konuşmadılar, tartışmadılar, çözüm üretmediler. Oysa bu ülkenin bilenleri olarak, bu ülkenin ekmeğini yiyip, suyunu içenleri olarak böyle bir günde ülkeye yardım etmeyip de ne zaman edilir? Yurtseverliğin içi başka nasıl doldurulur? Boş hamasetle mi? Bilmek sorumluluk değil midir; sorumluluk yanlış olana müdahale etmeyi, tabuları kırmayı gerektirmez mi?
Hal böyleyken, görevleri bu sorunları araştırmak ve tartışmak olan sosyal bilimciler yıllardır sanki bu sorun hiç yokmuş gibi davrandılar. Bilinmektedir ki eğer bir yerde akıl susarsa, bilim susarsa silahlar konuşur, şiddet egemen olur. İnanıyorum ki şimdi eğer aklı, bilimi hakim kılarsak, o taktirde silahlar susar, kandan ve şiddetten beslenenler kaybeder. Özellikle de bu savaşı bu güne kadar tırmandıran ve bundan sonra da asla bitmesini istemeyen şahinler kaybeder; insanlık ve demokrasi kazanır, Türkiye kazanır.
Bu çalışma da bu çerçevede değerlendirilmelidir. Bu amaçla öncelikle sorunun teşhisi ve tanımlanması yapılacak, sonra sorunu buralara kadar taşıyan nedenler ortaya konacak ve çözüm önerileri ile son bulacaktır.
2. SORUNUN TEŞHİSİ
Bugün yaşanan sorun Türkiye'nin çözmesi gereken en önemli sorunudur. Çünkü bu sorun ekonomiden tutun politikaya, Avrupa’dan tutun Ortadoğu'ya Asya'ya kadar yaşanan tüm diplomatik ilişkilerde ülkeyi ilgilendirmekte, uğraştırmakta ve etkilemektedir. Yan bağlantılarıyla yıllık 10 milyar dolar civarındaki güvenlik harcamalarıyla ekonominin seyrini değiştirmekte[2], Türkiye’nin AB ilişkileri dahil uluslararası ilişkilerini olumsuz yönde yönlendirmekte, İstanbul'daki işadamından, Trabzon'daki balıkçıya, Konya'daki çiftçiden, Van'daki esnafa kadar herkesi her bakımdan derinden etkilemektedir.
Kısaca hepimizin bildiği üzere sorun çok önemlidir. Önemli olan bir sorunun çözümü de önemsenmelidir. Ancak kanımca bu konuda geçmiş iktidarlar döneminden süre gelen ve neredeyse bugün bir devlet politikası haline getirilen çözümlerde dört temel yanlış işlenmektedir:
2.1. Sorunun Teşhisinde Yanlış Yapılmaktadır. Bu sorun Kürt sorunu olduğu halde, hala bu yönde devlet ve toplum tarafında üzerinde anlaşılmış bir tanımlamaya gidilmemektedir. Zaman zaman devlet ricali-özellikle de seçildikten sonra başbakanlar-, bu konuda bir saptama yaptıktan sonra dediklerini unutmakta ya da onlara bu söylem unutturulmakta söylediklerinin tam tersi beyan ve uygulamalara devam etmektedirler. Adeta bu konuda hatada diretilmektedir. Oysa teşhisi hatalı yapılan bir problemi çözmenin olanağı yoktur.
Teşhisin bilindiği halde uzun yıllar seslendirilmemiş olması, konuşulması ve tartışılmasının yasaklanmış olması çözümü ağırlaşmanın ötesinde bu hususta istenmedik sonuçların gündeme gelmesine yol açmıştır.[3] O nedenle soruna doğru teşhis koymak büyük önem taşıyor. Böyle bakıldığında sorun tarihsel, soyal ve ekonomik boyutlarla beraber etnik ve politik unsurlar içeren “Kürt Sorunu”dur.[4] Böyle bakıldığında görülecek ki Kürt sorunu; tarihsel, etnik, ekonomik, sosyal ve kültürel boyutları olan bir sorundur.
Tarihsel boyutu var, çünkü bu sorun öyle dünden bu güne ortaya çıkmış bir sorun değildir. Türklerin bu coğrafyaya gelmesi ile özellikle ortak dine sahip olmanın da etkisi ile Kürtlerle Türkler birbiriyle ilişkilenmiş, birçok konuda birlikte hareket etmiştir. Çok sonraları çıkar ve egemenlik kaygısı ile çelişkiler ve çatışmalar yaşanmıştır. Eğer bu tarihsel gerçeklik çarpıtılmadan, üzeri örtülmeden anlaşılmazsa bu sorun da tam olarak anlaşılamaz, sorun tam alarak anlaşılmadığı taktirde ise tam ve kalıcı bir çözüm üretilemez.
Sorunun tarihsel boyutu ile birlikte etnik (ve kimlik) yönü var. Kürtler tarihleri, dilleri ve kültürleri olan ayrı bir halktır. Birinci Dünya Savaşı sonrası birçok halk bir devlete sahip olduğu halde Kürtler bu olanağı kaçırmıştır. Sorun bir yönüyle Kürtlerin ayrı bir halk olmasından kaynaklanan bir sorundur. Bu nedenle eğer Kürtlerin yaşadığı bölgeler bir anda çok zengin ve kalkınmış olsa bile bu sorun ortadan kalkmaz. Çünkü orta yerde ayrı bir halk var ve bu halk bazı haklara Anayasal güvence ile sahip olmak istiyor.
Sorunun ekonomik ve sosyal boyutu da var kuşkusuz. Kürtlerin yaşadığı bölgelerin geri kalmışlıkla izah edilebilecek ekonomik boyutu tek başına bir neden olmamakla beraber sorunu büyümesine ve daha aşikâr hale gelmesine yol açmıştır. Üstelik bu ekonomik geri kalmışlık Kürtlükle bağdaştırılıp birlikte ele alınınca daha da önem kazanıyor. Bu arada geri kalmışlılıkla birbirini karşılıklı besleyen yarı feodal yapılanma sosyal değişime direnç gösterirken öte taraftan asimilasyonunu geciktiren bir paradoks içeriyor. Eğitim, sağlık gibi sektörlerdeki gerilik, kentleşme ve göç sorununda yaşanan çarpıklık sosyal bir yara olarak sadece Kürtleri değil Batının büyük kentlerinde yaşayan herkesi derinden etkiliyor.
Kürt sorununun önemli boyutlarından biri de kültürel boyutudur. Kürtlerin kendi dillerini tam olarak kullanmamaları, dilde bilim, sanat, edebiyat yapamamaları ve yapmak için gerekli alt yapı olanaklarına sahip olamamaları büyük sorun teşkil ediyor. Aynı şekilde kendi dillerinde radyo televizyon olanak ve alt yapılarına sahip olamamaları da sorunun başka bir boyutunu oluşturuyor. Yer ve insan isimlerinin fiiliyatta hala yasaklara maruz kalmaları sorunu azdıran bir işlev görüyor.
Sonuç olarak Kürt sorunu yukarıda sayılan bütün faktörlerin karşılıklı etkileşimi ile ortaya çıkan komplike bir sorundur. Çözüm için de bütün bunların birlikte senkronize ele alınması gerekir. Çünkü sorun bunlardan sadece biriyle kaim değil bunların hepsinin toplamı niteliğindedir.
AB’ye katılmaya çalışan bir Türkiye’nin bunları görmesi ve bu sorunu özgürlükçü bir demokrasi perspektifi içinde çözmesi en uygun yol olarak görünüyor. Ülkedeki dinamiklerin bunu yapacak ve başaracak gücü var. Bununla birlikte bu konuda her iki tarafa da düşen sorumluluklar var. Bu yolculukta en önemli kavramlar empati, samimiyet, cesaret ve basiret olarak önem kazanıyor ve öne çıkıyor.
Durum şu ki, mevcut statükodan rahatsız olanlar onun değişmesini isteme hakkına sahiptirler. Ancak bunu sadece istemek yetmez, bu değişimi gerçekleştirmek için bir şeyler de yapmak lazım. Kant’ın deyimi ile bu durumda hem görü hem kavram gerekiyor, diğer bir deyişle hem teori hem de pratik gerekiyor. Çünkü kavramsız görürle, yani teorisiz pratik kördür; ama aynı zamanda görüsüz kavramlar, yani pratiksiz teori ise boştur. İkisini buluşturmanın zamanıdır.
Artık net bir biçimde anlaşılmıştır ki, sorunun tespitinde “ret ve inkâr” çözüm değil tıpkı ayrılığın çözüm olmadığı gibi. O halde bütün farklılıkları teke indirgeyen homojenleştirici, tekçi, asimilasyonist politikalardan vazgeçilmelidir. Toplumsal çök kültürlülük bir zaaf olarak değil bir zenginlik olarak görülmelidir. Bütün teşhisler, tahliller ve çözümler bu temel üzerine inşa edilmelidir. Bilinmelidir ki, eğer doğru teşhis 20 yıl önce yapılmış olsaydı bu sorun çoktan çözülmüş olurdu. Eğer bugün doğru ve gerçekçi teşhis ve demokratik çözüm geliştirilmezse korkarım ki mevcut yöntemler 3-5 yıl daha sürerse çözüm daha da zorlaşacaktır başka istenmedik alternatifler güç kazanacaktır.
2.2. İkinci yanlış, sorunun yanlış teşhis edilmesinin de tazyiki ile yanlış yöntemlerle çözülmeye çalışmasıdır. Tarihsel arka planı bir tarafa bırakacak olursak, yeni dönemde -1979 yılından itibaren- sorun askere havale edilmiştir. Çözüm de bastırma ve dağda “tek terörist” kalana kadar savaşa devam olarak tarif edilmiştir. Askeri vesayeti güçlendiren bu yaklaşım ne yazık ki politikacılar için kolay bir yol olarak algılanmıştır. Bir iktidar kayması olarak da görülebilecek bu yaklaşımda (sorunu askere havale etme kolaycılığına kaçmada) siyasi irade eksikliğinin de payı büyüktür. Ülkenin önemli meselelerine muktedir olarak iktidar olması gereken yönetimler, sözgelimi ihalelere ve atamalar hükümet etmeyi yeğlemiştir. Bu da şiddeti yürürlüğe koymuş, etki-tepki döngüsü gereği şiddet karşı şiddeti beslemiş, bu kısır döngü böyle devam edip gitmiş ve çözüm için altın değerindeki yılları heba etmiştir.
20 yıllık sıkıyönetim ve olağanüstü hal uygulamalarının sorunu çözmediği herkesin görmesi gereken bir gerçek olmasına karşın hala bu yöntemlere geri dönülmesinin tartışılması anacak bir akıl tutulmasıyla izah edilebilir. Nitekim başta PKK olmak üzere yasal olmayan örgütlemelerin çoğu böylesi bir dönem ve ortamda büyümüşlerdir. Öte yandan güvenlik güçlerinin yaptığı yanlışlar, takındığı tutum, uyguladığı “hukuk”, halkın kafasını karıştırıp güven bunalımına neden olmuştur. Bu uygulamalar siyaseti de etkilemiş, halk ile devlet arasında bir köprü vazifesi görmesi gereken siyasi partilere olan inancın azalmasına yol açmıştır. Kaygan bir zeminin oluşmasında yıllarca süren bu uygulamaların payı büyük olmuş; siyasete ve partilere olan inançsızlık siyasi kulvarları boşaltmış, bölgede bu anlamda bir diyalog ve yönetim boşluğu meydana gelmiştir. Bunun sonucunda yasal olmayan politik reaksiyonlar güç kazanmış; sonuçta halk PKK ile güvenlik güçleri arasında sıkışıp kalmıştır. Çünkü çatışmalar, baskınlar ve ölümler halkın yaşadığı arenada meydana gelmiştir. Bu psikolojiyi iyi bilmek ve çözümlemek gerekir.
Bu anlamda 25-30 yıldır sadece askeri yöntemlerle sorunu çözmede ısrar etmek;
1. Daha fazla kan, daha fazla acı ve daha fazla gözyaşına neden olmuş,
2. Bu da sorunun çözümünü daha da ağırlaştırarak içinden çıkılamaz hale getirmiştir.
Bu noktada rasyonel ve objektif bir biçimde soruna yaklaşmanın önemi büyüktür. Fansızların söylediği bir söz var: “Bir sorun varsa, yıllarca tek bir yöntemle onunla uğraşıyorsanız ve o sorunu çözemiyorsanız, o takdirde yapılacak iki şey var: Ya sorunun bağlamını değiştireceksiniz ya da bakış açışınızı değiştireceksiniz.” Türkiye’de de sorunun çözümü için yıllardır uygulanan sonuç vermeyen yöntemler yeniden gözden geçirilmelidir. Bilinmelidir ki, sorunun tek çözümü şiddet değildir. Şiddeti, en çok karşı şiddeti uygulamak ve hâkim kılmak isteyenler ister. Oysa gelinen noktada halk sorunun değil çözümün bir parçası olmak istiyor ve yetkililerin hamasetle serenat yakmasını değil cesaret, basiret ve kararlılıkla artık bu sorunu çözmesini istiyor.
2.3. Üçüncü yanlış devletin sorunun çözümünde geleneksel ve geri kalmış kurum ve kuruluşları yeniden canlandırarak devreye sokmasıdır. Devlet sosyal değişmeye öncülük etmesi adına çözmekle mükellef olduğu kurumları yeniden diriltiyor. Bu kurumların başında ise aşiret reisliği, ağalık ve şeyhlik gibi ortaçağ feodalitesinin uzantısı durumunda olan kalıntılara dayanan “koruculuk sistemi” geliyor. Oysa çağdaş bir devletin görevi çağdaş olmayan kalıntıları çözmek ortadan kaldırmak olmalıdır, onlardan medet ummak değil. Çünkü tarihte ve dünyanın hiç bir yerinde bir yanlışın başka bir yanlışla düzeltildiği görülmemiştir. Nitekim bugün doğu ve güneydoğunun geri kalmasında, bunalımlı olmasında statükoyu koruyan, değişmeye ve modernleşmeye ayak bağı olan bu geleneksel kurumların payı büyüktür. Burada ilginç olan siyasetin ve bazı siyaset adamlarının da bu kurumların yandaş ve sürdürücülerine itibar etmesidir. Oysa çağdaş bir kurum olan siyaset kurumu değişime ve dönüşüme öncülük etmelidir; gericiliğin ayakta tutulmasına değil.
Nitekim Cumhuriyetle birlikte geleneksel yapıdan modern bir yapıya geçilirken, ağalık, beylik, şeyhlik gibi çözülmekle karşı karşıya bırakılan sistemler, 1946'da çok partili siteme geçilmesiyle birlikte birer oy deposu olarak telaki edilmiş, siyasi partiler tarafından korunmuş adeta teşvik edilmiştir. Bazı partiler için kısa vadeli siyasi çıkarların elde edilmesine neden olan bu sistem uzun vadede ülke ve bölge gerçekleriyle çelişen bir durum arz etmiştir. Bu çelişkinin giderilmesi çağdaşlaşma için ve demokrasinin tam işlemesi için kaçınılmaz bir zorunluluk iken bu yapılar koruculuk sistemiyle, bazı ağaların, aşiret reislerinin devletçe desteklenmesi ve teşvik edilmesiyle, seçim sistemleri ve seçilme edimi ile tekrar hortlatılmıştır. Dolayısıyla ilerici bir kurum olan siyaset kurumu, maalesef merkezin yönlendirmesi ile bölgede yıllardır gerici bir fonksiyon oynamıştır.
2.4. Dördüncü yanlış, ekonomik faaliyetlerden el çekilmesi, zaman zaman yatırımların dondurulmasıdır. Yetkililerin sürekli dedikleri “Terör son bulsun sonra bu işleri yaparız” mantığı yanlıştır ve son derece tehlikelidir. Bunun yerine bu işlerin daha da yoğunlaştırılarak sürdürülmesi sorunun çözümüne büyük katkı sağlayacaktır. Çatışmaların yoğun olduğu 1990’lı yılların ortalarında (DİE'nin verilerine göre) Türkiye'de teşvike bağlanmış yatırım tutarı 18 trilyon 323 milyardır. Bu rakamdan Marmara Bölgesinin aldığı pay o zaman % 51 iken Doğu Anadolu'nun aldığı pay % 3, Güneydoğu'nun aldığı pay ise sadece % l'dir. Bu politikanın sonucunda zaten ekonomik olarak geri kalmış bölgede yüzlerce yarım kalmış veya tamamlanmış ya da işletme kredisi bulamadığı için kapalı duran tesis mevcuttur.[5] Bu gün de değişmeyen bu tablonun sonucunda ortaya çıkan resmi ve gizli işsizlik oranları zamanla dayanılmaz bir hal almış, bu durum politik reaksiyonları daha da beslemiş siyasal istikrarsızlığı daha da artırmıştır.
Ekonomide palyatif çözümler, ardı ardına açılan kof ve boş paketler işe yaramamaktan öte halkın çözüm beklentisini sabote ederek umutsuzluğa sevk etmektedir. Oysa bu konuda radikal çözümler gerekiyor. (Örneğin bir yıl boyunca batı yerine doğuya yatırım yapmayı teşvik etmek, GAP çerçevesindeki barajlardan elde edilen elektrik enerjisinin bir kısmını bölge üreticisine ve üretimine teşvik unsuru olarak vermek, petrol ve asfaltit maddelerden yerel yönetimleri yararlandırmak gibi..)
Devamlı büyüyen bu sosyal yarayı zamanında teşhis edemeyen zihniyet yaranın büyümesine rağmen “pansuman tedbirler” yapmaya devam etmiş ''geçer" diye kaderine bırakmıştır.
Oysa sorunun nedenleri ve niçinlerini çok iyi analiz etmemiz lazım. Bu sorun kendiliğinden ortaya çıkmış bir sorun olmadığı gibi bir bölgeyle de sınırlı değildir; bütün toplumu ilgilendirmektedir. Bu sadece Kürt sorunu da değildir, metropol kentlerle birlikte aslında bu sorun bir Türk ve Türkiye sorunu haline gelmiştir. Çünkü milliyetçilikler karşılıklı olarak ötekileştirmekte ve biri diğerini körüklemektedir. Bu tehlikeli tırmanışın durdurulması, karşılıklı olarak “empati”nin anahtar kavram olarak uygulamaya konulması çözümün altyapısı için elzemdir. Değişimi istemek yetmez onun gerçekleşmek için gerekli altyapıların oluşturulması ve adımların atılması gerekir.
Ancak ne var ki statükodan beslenenler statükoyu değiştiremezler, değiştirmek istemezler. Çünkü ondan nemalanıp beslenirler, toplumu da farklı aldatma politikalarıyla uyutmaya çalışırlar. Kimi çözüm yönünde çıkan sesler ise bölücülükle, Kürtçülükle, ihanetle itham ederek üstünü örtmeye çalışırlar, başka birçok sorunda olduğu gibi.
Prof. Dr. Ahmet ÖZER
sınır dergisi / sayı 2 / mart nisan 2010
[1] Örneğin yıllardır Orta Doğu ülkelerine canlı hayvan ve kırmızı et ihraç eden Türkiye şimdi buralardan canlı hayvan ve kırmızı et ithal eder hale gelmiştir.
[2] Başbakan yardımcısı Cemil Çiçek, bu güne kadar yapılan bu nevi güvenlik harcamalarının bir trilyon doları geçtiğini belirtmiştir.
[3] Örneğin: Bir oğlunuz var, hasta ve hastalığı verem. Doktora götürüyorsunuz, doktor hastayı muayene ettikten sonra vakanın "basit bir soğuk algınlığı olduğunu birkaç aspirinle atlatılabileceğini" söylüyor. Burada iki olasılık var: Ya doktor iyi bir doktor değildir, sorunu gerçekten teşhis edememiştir. Bu durum bilgili ve yetenekli başka doktorlarla ikame edilebileceği için önemli değildir. Ya da hastasının hastalığını biliyor ama iki nedenden ötürü böyle konuşuyor: Birincisi hasta sahibini üzmek istemiyor olabilir; ikincisi ise hastalığın tehlikeli ve bulaşıcı olmasından ötürü gerçek teşhisi koyarak konu-komşuyu işkillendirmek istemiyor olabilir. Bu durumda doktor isteyerek veya istemeyerek size ve çevreye iki kötülük yapmış oluyor: Birincisi, sorunu hafife alarak hastanın kaybına neden oluyor. İkincisi, konu komşu işkillenmesin (ürkmesin) derken hastalık herkese bulaşıyor. Nitekim Kürt sorunun yıllarca üstünün örtülmesi yok olmasına değil daha da genişleyip uluslar arasılaşmasına neden oldu.
[4] Devleti yönetenler uzun yıllar “Kürt yok”, “dağlı Türkler” ya da “karda yürürken kart kurt” edenler var demiş, bu gün zorlu bir sürecin sonunda gelinen noktada artık Kürtlerin varlığı kabul edilmekte, bu kez de Kürt Sorunu yok denilmektedir. Acaba bir 20-30 yıl da böyle mi heba edilmek isteniyor? Hatırlardadır ilk olaylar başladığında başbakan Özal “fazla büyütmeyin” demiş üzerinde durulmamasını salık vermişti. Ama işin ciddiyetini anladığında iş işten geçmiş; çözüm üzerinde çalışmaya başladığında ise ömrü vefa etmemişti.
[5] Bu statüde sadece Diyarbakır'da 43, Van'da 13, Siirt’e 11 tesis tespit edilmiştir. Üstelik son yıllarda kapanan işyeri sayısında % 50 taşınan işyeri sayısından % 52 oranında artış kaydedilmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder