Toplumların ana taşlarını oluşturan bireydir. Nitekim bireylerden aile, ailelerden de toplumlar oluşur.
Bundan dolayıdır ki toplumların ruh hali ve yaşam tarzları bireylerden gelen yaşam tarzları ile oluşur. Bireyler kendi yaşamlarını idame ettirirken kendilerinden birer toplum oluşturduğunu daima göz önünde bulundurmalıdır.
İnsanlar yaşamlarında özenti ve esinlemeden ziyade kendisi olmayı hedefleyip bu doğrultudaki davranışları kendi yaşamına tatbik etmelidirler. İslam toplumunun ahlaki değerlerini esas alıp mütevazilikle saygınlık kazanmalıdır. Nitekim saygınlık makam ve mevki olmadan da elde edilebilen bir faktördür.
Bizim toplumumuzdaki zaaflara değineceğim. Araştırıp okuyanları tenzih ederek söylüyorum. Maalesef bizlerde okumama hastalığı, okumaktan acizlik hastalığı var. Bu nedenlerden dolayı evrensel dönüşüm çerçevesinde gelişmeyi bir yana bırakalım geçmiş kültürümüzden mahrum kalıyoruz. Cevap aramamız gereken mahrumiyetlerimize yönelik sorular:
Hani kendisi tok komşusu aç olan bizden değildi?
Hani sıla-ı rahim?
Hani alt kat, üst kat komşuluk ilişkileri?
Hani imece usulü yardımlaşmalar?
Hani kendi için istediğini arkadaşına on kat istemek?
Bu mudur toplumun ruh hali?
Üst katta ikamet eden biri alt katta hayata gözlerini yuman komşusunun varlığını 3-5 gün sonra belki de çürümeden dolayı rahatsızlık verici koku sonucu haberdar oluyorsa bu topluma bilgi güçlendirmesi gerekir.
Zenginin fakiri hor görmesi mi desem, fakirin zengine özentisini mi? Bazılarımızın egolarını tatmin etmek için mi ya da bir feyiz mi buluyoruz bilmiyorum ünlü olarak gördüklerimizin yanında objelenmek, objelendiğimizi etrafımıza her fırsatta göstermek, yemek yemek, imzalarını almak vb. davranışlarda bulunuyoruz. Öncüleştirdiklerimize, ünlü yaptıklarımıza, vekil ettiklerimize yaklaştığımız ve onlarla irtibat kurduğumuz anda bu (tarihi) ânı ballandıra ballandıra anlatıyor ve çevremize havamızı atıyoruz. Tabii ki saygı ve sevginin yeri olmalıdır. Ama kim görmüş ki korkunun olduğu yerde saygının olduğunu? Korkunun olduğu yerde saygı, saygının olduğu yerde korku yoktur.
Bizim toplumumuzda kötüye meyilli başkalaşım yoktur diyeniniz olabilir. Öyleyse bunlara yanıt arayalım;
Huzur evleri kimlerin kültürüdür?
Anneler gününü kutlamayı, annelerimizin yaşadığı her günün kıymetini sınırlandırıp bir güne (Anneler Günü) sığdırmayı kimlerden aldık?
Gözümüzden sakındığımız çocuklarımızı, eşimizi, anne ve babalarımızı neden ansızın karşısında düşman ordularıyla çarpışıyormuşçasına kurşun yağmuruna tutuyoruz. Neden canımdan çok seviyorum dediğimiz yakınlarımızı kasap gibi doğruyoruz. Mevzilerimiz mi yanlış yoksa ruh halimiz mi bozuk?
Çocuklarının bir uyuşturucu madde bağımlısı oluncaya kadar çocuklarından haberi olmayan bizler… Aile fertlerimizin para için kapkaç hırsızlıklarını, gasplarını onlar yakalandıktan sonra haberdar olan bizler… Yaratılışlarından dolayı farklı dilleri konuşan insanlarımızın varlığını ne zaman fark edeceğiz? Görmek dediğin eşit görüş, objektif görüş artısı ve eksiği ile görmektir. Sadece negatif veya pozitif görmek değil. Yoksa aksine yukarda belirttiğim gibi ya insanları idolleştiririz ya da köleleştiririz. Biz nasıl bakıyoruz diye soralım kendi kendimize. Bizim toplumdaki ruh halimiz nasıl? Elimdeki değerleri kaybetmeden nasıl anlayacağız? Yoksa hep kaybettikten sonra “rahmetli çok iyi idi” geleneğini mi sürdüreceğiz? Bu bizi nereye götürür?
Patron-işçi ilişkilerini kontrol edebiliyor muyuz? Bu ilişki patronun emri vaki davranışı, işçinin patrona iyi görünme çabasının altında kendi ütopyasında zengin olma anlayışı kapitalizmin kölesi haline getirir. Kapitalizmin ağır bastığı yerler metropollerdir. Metropollerdeki insanların günlük yaşamları hep koşuşturmaca, işe yetişme, verilen işi yerine getirme çabaları dozunu artırmış bir hal almış. Oysaki üst teba – alt teba ilişkisi yerine zenginlerin varlıklarını fakirler ile paylaşım konusu incelendiğinde bireylerin yanında olmasına ihtiyaç duyduğu parasal gücün esareti altına giriyor. Oysaki dünya düzeninin kuralları gereği zengin-fakir, patron-işçi zorunluluğu vardır. Herkes patron olsa ne olur ya da herkes işçi olsa, böyle bir düzen düşünebilir miyiz? Dolaylı olarak herkesin birbirinin veli nimeti olduğu doğa düzeninde birbirimizi hor görme üslubu toplumsal değerlerimize aykırıdır.
Ezilen bireyin ezebilme arayışı, kendisinden zayıf olanı ezebilme çabası ile faşizan sistemi devreye sokar ve bu gelenek gelecek nesillere devredilerek yaşamın bir parçasıymış gibi gelenekselleştirilir. Öyleyse yaşamımızın tüm alanlarında ilişki içinde bulunduğumuz bireylerle empati kurmamızın gerektiği yerde toplumumuz ne haldedir? “Herkesin doğru bildiği doğru değil.” Herkes doğruyu biliyorsa yanlışı kim yapıyor? Doğruların testini nasıl yapabiliriz, bunun tartısı nedir? Artık bu soruları kendimize sormanın zamanı gelmiştir, geçiyor bile. Bize yakışan, ne hindi gibi düşünüyormuş gibi görünüp düşünmemek ne de papağan gibi söyleneni tekrarlamaktır. Bizlere gerçeği görüp birbirimizle kucaklaşıp huzur dolu bir toplum kurmaktır.
Yakup ALMAÇ
sınır dergisi / sayı 2 / mart nisan 2010
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder