Josê ve içindeki aslı susan herkese
Acele –et!
Hemen azıcık fırına vermeniz yeter… Her şey acele artık… İçimizdeki et doyumunu doldurmalıyız…
Acele- ol!
Kaçışıp durmalıyız, belleksizleşen günümüz geride bir şey kalmadığını bize sezdirmemek için durmadan çalışır…
Ve bir bakarız yıllar çoktan geçip gitmiş…
Ardından gidişin şarkısı…
Koşuyor durmadan adam
Hiç durmadan duruyor yol… İnsanı ürkütürcesine,
Durmanın en hareketli dakikası kırılıyor adamın kalbinde,
Çünkü kadın gidiyor yolun hep duran döngüsünde…
Bir kesik var, kan damlıyor iyide nerde?
Duruyor hiç durmadan yol… Adam koşuyor… Dur!
Biter sanıyor yol, ulaşırım sanıyor dura…
Oysa hiç durmadan duruyor yol zaman gibi…
İnsanın iç asfaltında öylece duruyor…
Bu koşma itkisi,
Bu yamalar,
Her şey yoldaki katışımın bir maddesi…
İnciniyor içinde bazen bir isim… Kırılıyor ağlıyor sen sus makamındayken.
Hiç onarılmayacak bir acı betonlaşıyor üzerinde gidip gelinenlerden
Şimdi yol dur ya, zaman gibi
O isimde o acıda
Öyle bir makamda sonsuzlaşıyor…
Gidenin şarkısı…
Bu izole edilmiş bir sessizlik…
Martılar, kumrular sesini yutmuşçasına dolanıyor semalarda…
İnsana uzak hissini veren bu saba…
Ezan sesi, ölüm uykulu bir şarkıyı saklar koynunda
Seni güne seni unutmaya çağırır ilik ses,
Her şey biter…
Kurt uluyuşu bir isyandır bu sabah ayinine iyide artık her şey şehir…
Kurtlar bir sürgünün saklı ucubeleri…
Tanıdıktır her ses, her aksesuar yıkılamayacak bir düzenin habercisi…
Yalnızlığımızın yalıtıcıları aşk, evlilik…
Daha çok çoğaltmak iç sesimizi…
Sonsuza dek yalnız olacağımızın imzası nikâh törenleri…
Sesini yitirmişse martı, yakaladığı balığı artık umursamaz
Kurumuş güllere uyduramadığımız taze vazolar,
Ellerimizin mutsuzluğu,
Sizi yazıda da zorlar
Uyku kuşanın, az kaldı…
Sesine kavuşacak martı
Sizde yalnızlığınızı salacaksınız salıvermenin her şeyi abartan sesine,
İşte alın yeşile gömün kendinizi nafile
İçinizde kızıl kan bir mum
Aydınlatırken yakıyor bütün ölmüş hasretlerinizi…
Sızı şehrinin şarkısı…
Bir yanınız bu nasırı atamadığınız için şiddet uygularken size
Diğer yanınız çocuğunu kaybetme paniğinde,
Dur dersiniz ellerinize bir daha asla dersiniz
Ama aşk o dalga geçen palyaço yüzüyle, şaklabanlıklar yapar size
Seni ilk gördüğüm günde ve sonraki bütün dönümlerde, herkesin çamurlu kirli uykulara yattığı saatlerde ben hücrelerimin sızısıyla sana uyandım.
Kendi dağınıklığım katlanılır olsun diye odayı dağıttım.
Bu yıpranmış duvarlar benim bekleyişim oluyor.
Yaşamla girdiğin ortaklık tehlikeye girmesin diye uzaksın.
Senin ardından bütün değer yargılarımı döktüm.
Sen dönene kadar hiçbir anlam olmayacak.
Sana dokundum dokunduğumuz her şeyde parmak izlerimiz kalır,
Yani hiç kimsede olmayanı hediye ederiz sevdiğimizin bedenine…
Bir okuyucu olsa kaç farklı dokunuşun nasıl bir harita bıraktığını bilsek üzerimizde…
Cüzdanımızda taşıdığımız kişiye dair bir ayrıntı onun canının bir parçasını da taşıtır içimizde…
Bedenimizdeki parmak izleriyle bu parçanın enerjisi ısıtır bizi bazı çok çok yalnızken mesela…
İlk burnumuz düşecek mezarda bunun için belki bir eşikten dönerken bilirken bir daha tazelenmeyeceğimizi ağlamak üzere olmamızın sinyalini verirken sızlayan burnumuz ölümü de hatırlatır bize…
Suçumuz büyük hepimiz idama yollanacağız birazdan yani ölüm…
Yürüdüğümüz bu yeşil yol… Ne kadar sakinleştirir ki bizi…
Tüm bu unutkanlıklar zinciri içinde gerçek olan tek şey beyninizin arşiv özelliğidir…
Belleği öyle kuvvetlidir ki bu evin; unutmak için tanrılara yakardığınız her şey ummadığınız bir anda dikiliverir karşınıza…
Gençliğimizin bize oynadığı bu izafi yanılgılar, her şeyin telafisi var sanırsınız…
Birini kırarken, incitirken nede olsa bir gün telafi edeceksinizdir hatanızı…
Ta ki vücudunuz size geç kalmanın sinyallerini verinceye kadar… İsteseniz de onaramayacağınız şeyler başlar o zaman…
Ölümler çoğalır, bir daha hiç olmayacak olanla yapmak istediğiniz onca şey,
İçinizdeki sızı şehrinde yerini alır…
Kayıplar çoğalır durmadan…
Hicran ASLAN
sınır dergisi / sayı 2 / mart nisan 2010
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder