Neresinden tutulsa elde bir şeylerin kaldığı kırık dökük bir hal karşısında, Sınır; güç bela kurduğumuz birkaç cümledir belki de…
30 Aralık 2012 Pazar
Mısır'da Cuma
Çatılarda güvercinler var!
Bir memleketin çatılarında güvercinler varsa saklı, gizli bir şey kalmaz. Onlar görür, izler, birbirlerine şaşkın şaşkın bakar. Sonra anlatırlar. Önce fısıltıyla, ardından yüksek sesle.
“İnsanlar insanlar… Koşuyorlar, yürüyorlar. Evlerde sevişenler, dövüşenler. Sokakta vuruşanlar. Ekmeğimize tükürenler. Kediler aslan, köpekler melek, insanlar canavar hem de melek. İnsanlar çalışıyor, doyuyor, aç kalıyor.”
Şimdi sokağa gurulduyor onlar.
Aşağıda yol inşaatı var. Göbekli adam kompresörle eski asfaltı kaldırıyor. Göz göz delinmiş yorgun yol kabuklanıyor, inliyor, gözyaşları toz oluyor da eriyor.
“İnsan acımasız, acımasız.”
Kürekliler kavlanmış deriyi yanlarında sırada bekleyen el arabalarına dolduruyor. Yolun karşısında duran kepçenin ağzına dökülüyor arabalar. Canavar ağzını çalkalayıp hımbıl kamyonun kasasına tükürüyor.
“Çok çalışıyor bunlar.”
Geride iki adam. Birisi tefsiye edilmiş çıplak yola ince kum döküyor. Diğeri parke taşlarını tek tek dizip elindeki tokmakla oturtuyor.
“Çömezin adı Güz. Güz güz güz. Öteki Şakir. Şakir usta olmuş da tokmağa geçmiş. Bal peteği gibi döşüyor yolu.”
Güz el arabasını bırakıp elleri belinde ihtiyara baktı.
“Abi be, bu yollardan kimler geçecek, di mi?”
“Bize ne be. Geçen geçsin.”
Güz güldü. Şakir de gülümsedi. Doğruldu. Ellerini ovuşturdu. Dizdiği yola baktı.
“İnsan dediğin güzel de oluyor bazen.”
Çavuş bitti yanlarında. Fırıncı küreği ellerini uzattı.
“Oh, oh! İki orta kahve de getireyim mi size. Maşallah!”
İki adamın yüzü gölgelendi. Anında işe döndüler. Gül, ıh’layıp el arabasını dehledi. Şakir tokmağı çevirdi elinde, iki taşı aynı anda koyup üzerinden geçti. Bir ön sıraya geri döndü. Sağlamlaştırdı. Sonrakilere yeniden geldi. Malayla kumu düzeltti. Yeni taşları okşadı. Fırça alıp üzerlerindeki ince kayırı kaldırdı.
“Allah büyüktür, Allah büyüktür. Sala okunur şimdi.”
Çavuş tozun ortasında düdüğünü öttürdü.
“Paydos! Saat bir buçukta herkes işinin başında olsun.”
Güz, Şakir üstlerini başlarını silkelediler. Şantiyeyi ayağı kırık it gibi izleyen seyyar köfteciye gittiler. İki yarım sarıldı. Parkın yanındaki kahveye yollandılar.
“İki duble çay. Demli olsun abi.”
Şakir ters ters baktı.
“Niye abi diyorsun. O çocuk daha be.”
“He, öyle. Ben de senden gencim ama.”
Masaya geçtiler. Haberler başladı.
“Oğlum çabuk ye. Cuma’ya yetişeceğiz daha.”
“Tamam, abi. Boğazımıza dizmeyelim ama.”
“Mısır’da isyan. Esmer güvercinler çatışıyor.”
Güz’le Şakir kalabalığı izledi. Kalkanlar, oturanlar. Haykıranlar. Kadınlar, çocuklar. Yollar, meydanlar dolu. Ağaç tepelerinde gülen, ağlayan insanlar.
İkinci çaylar geldi. Köfte ekmeğe sarılı gazeteleri yumruk yapıp parmaklarının yağını sildiler.
Nehir olmuş kalabalıklar geçti gözlerinden.
“Abi, namaz kaçtı.” dedi Güz.
“He, öyle.” dedi Şakir.
İki cigara yaktılar.
“Abi, ne oluyor dünyaya böyle. Biz de oturmuş yol yapıyoruz. Kim yürüyecek bu yollardan acaba?”
“Bize ne oğlum. Yürüyen yürüsün.”
Çavuş önlerinde bitti. Gölgesi büyük kendi büyük elini çakacaktı ki…
“Bana bak Çavuş. O elini alır götüne sokarım. Gidiyoruz işte işin başına.”
Güz, Şakir’in yüzüne baktı kaldı. Sonra güldü.
“Abi çok yaşa sen.” dedi.
Arkalarında heykele dönmüş Çavuşu bırakıp yürüdüler.
“Abi, yarın iş aramamız gerek.”
“He, biliyorum,” dedi Şakir.
“İnsan dediğin çok garip. Çok şahane, çok boktan.”
Güvercinler guruldayıp konuştular aralarında. Bir kaçı çiftleşti. Uçtu, kayboldu gitti.
Ahmet BÜKE
Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart Nisan 2011
Dersimnâme
O ağıt
Dersimnâme hayâ ağrı
ana ciğeridir banılır
yediveren çatkıdır
yedi dilden tutuşur
Nasırlı bir masalda
haki darağacı giyecek sona
hudey hudey payesi
gelincik ellere
sûr kısır talan üfler
humakızı akşamlarımıza
ve
f tipi yorgunluk çökmüş
mahmuz yediğimiz şark yanlarımıza
Aysarı bir hıncım kalır
kasıkların enlem ve boylamlarına
ve hıfsettiğin eski kabile sancılarına.
Ebabil yarım dönüşünde yoklar
sînendeki Araratlı yavruyu
malabat maraba ezik ürperiş
sargıl(ar)sın
derin yanık çocukluğuna.
Huma kırılmış pepu vurulmuş
uğrun ruha
bin kere kalem kırılmış
nâki ve bâki yaşam artığı
zebun ve zina
a politik günlerin karanlığına
Mahsus mahal çıngı
kaptır kendin dertli dolap
sazından ceylanlar sızan orman
zülfikar ağlarsın
buğday pası kırlangıç fırtınası
kınası karılmış Abbassın
usavurmanın ve çarklara durmanın kılağısında.
Ikınış ve deri değişimi
Mardin kapı
İmlerin salaca kıvrımı
zincir seslerinde
sırım ve doru
hâralı sevincim
Aysarı şah ânı
puşi ve yaşmakta karşıtların birliği
harap memelerin garip çuha dağı
korugan rahmin felsefesi
şafak ve çıplak kanatlı ölüm
Sokrates tomur
bilge kançiçeklerin goncadaymış daha
tûrabın serçe parmağına
Ânım ândan kara
çağanoz felek çıban
dersimnâme hece değdi
bağrımdaki küne ve kıyamete.
Havva AĞRAL
Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart Nisan 2011
Dersimnâme hayâ ağrı
ana ciğeridir banılır
yediveren çatkıdır
yedi dilden tutuşur
Nasırlı bir masalda
haki darağacı giyecek sona
hudey hudey payesi
gelincik ellere
sûr kısır talan üfler
humakızı akşamlarımıza
ve
f tipi yorgunluk çökmüş
mahmuz yediğimiz şark yanlarımıza
Aysarı bir hıncım kalır
kasıkların enlem ve boylamlarına
ve hıfsettiğin eski kabile sancılarına.
Ebabil yarım dönüşünde yoklar
sînendeki Araratlı yavruyu
malabat maraba ezik ürperiş
sargıl(ar)sın
derin yanık çocukluğuna.
Huma kırılmış pepu vurulmuş
uğrun ruha
bin kere kalem kırılmış
nâki ve bâki yaşam artığı
zebun ve zina
a politik günlerin karanlığına
Mahsus mahal çıngı
kaptır kendin dertli dolap
sazından ceylanlar sızan orman
zülfikar ağlarsın
buğday pası kırlangıç fırtınası
kınası karılmış Abbassın
usavurmanın ve çarklara durmanın kılağısında.
Ikınış ve deri değişimi
Mardin kapı
İmlerin salaca kıvrımı
zincir seslerinde
sırım ve doru
hâralı sevincim
Aysarı şah ânı
puşi ve yaşmakta karşıtların birliği
harap memelerin garip çuha dağı
korugan rahmin felsefesi
şafak ve çıplak kanatlı ölüm
Sokrates tomur
bilge kançiçeklerin goncadaymış daha
tûrabın serçe parmağına
Ânım ândan kara
çağanoz felek çıban
dersimnâme hece değdi
bağrımdaki küne ve kıyamete.
Havva AĞRAL
Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart Nisan 2011
Yüzü: Annesinin Albümü
Kim silebilir ki yüreğinden durakları,
Bütün beklentilerini bitirmeden!
Ne kokusu ne de görüntüsü tanıdıktır bazı kimselerin…
Ellerin tanıklığı.
Kendi çoğulculuğunuz içinde onu da tanıdık kılmak istersiniz…
Herkesin benzerliklerin kurbanı olduğu bu yerde o bebekliğinden farklıydı ve bu farkı ne yaparsa yapsın ortadan kaldıramayacağını anlamıştı annesi…
İri yarı cüssesinin altında, birkaç yaş geriden takip ediyordu her şeyi oğlu…
Bedeni büyüdükçe aklı, algısı küçük…
Saf kalmak istiyordu belli ki.
Duyuyordu ama konuşamıyordu. Bir şeyler anlatmaya kalkışınca öyle rahatsız edici bir karmaşa çıkıyordu ki ortaya. Kendisi bile duymak istemedi bu sesi.
Zamanla o da unuttu ağzının dünyanın kaosunu anlatma biçimini.
Kocaman elleriyle neyi okşayacak, sevecek olsa kırıveriyor, incitiveriyordu.
Fareler ve insanlar kitabındaki karakter karşınızdaydı sanki.
Herkes çocuklarını ondan koruma telaşına giriyordu olduğu yerde.
Belki de büyük şeyler için yapılmıştı elleri Nazım’ın dediği gibi.
Ama bu kurallar, kısıtlamalar ve ehlileştirme senaryosu çoktan yazılmıştı.
Kişilere yapabilecekleri büyük işler, ellerinin yazgısını anlatacakları yazılım unutturulmuştu çoktan.
Kaçılan, azarlanan oldukça o da korkar olmuştu dokunmaya. Ürkekleşmişti iyice.
Taa ki bir gün çocukça bir kutlamada ay tutulması kutluyoruz diye teneke çalan çocukları görünceye kadar.
O zaman hatırlamıştı elleri; duyduğunu, içinde geliştirdiğini, dile dökememenin yazgısını neyle telafi edeceğini.
O da bir teneke bulmuş hiçbir korku olmadan dokunmuştu tenekeye.
Sonra annesi ona bir def buluverdi.
İşte dilini, duygusunu, duasını, niyetini aktaracak bir obje bulmuştu nihayetinde.
O kocaman eller zaman içinde şiir okur gibi, insana dair her şeyi anlatır gibi kavramıştı enstrümanını.
Onun atlası olmuştu o yüzey…
Onun dünyası, onun kadını, onun sevgiden anladığı her şeyi,
onun annesinin sonsuz, içi titrer gibi sevgisine verebileceği cevap olmuştu…
İnsanlar onu dinlemek için toplanıyordu artık. Tabi hep mesafeli, hep ne yapacağı belli olmaz fikrinin gölgesi yüzlerinde.
İyi bir def yaptırdı sonunda ona annesi, onu dilsiz bırakmak istemediği için belki.
Oğlu için ağladığı gecelere, kimsesizliğinin sesi de karışıyordu.
Ölürse geride onu bırakacağı için yaşamak istiyordu çoğu kez.
Kaybetti annesini sabahın erken bir saatinde.
Yaşadıkları ev bakımsızlıktan çöktü zaman içinde.
Kir içinde oradan oraya savrulurken…
Yıllarca hiç değişmeden, hiç şaşırmadan ölüm gününü,
Annesine olan borcunu öder gibi,
Sevgisini, konuşmadığı her şeyi anlatır gibi çalıyordu defini.
Bildiği tek duaydı bu çünkü bildiği tek dil…
Tek çaresi…
Onu öyle bir günde misafirliğe gittiğim bir yerde tanıdım.
Hiç kimse ritmi böyle bir dua kıvamında, aşk gibi, gidene duyulan özlem gibi…
Çaresizlik gibi, son çaresi buymuş sesini duyuramazsa silinip gidecekmiş gibi çalamaz,
ilk doğduğu günden onu en son gördüğü ana kadar annesiyle yaşadığı her şeye,
Ona, onun bedenine, kokusuna saygı duruşundaymış gibi çalamaz bu enstrümanı…
Hayvansı bir his uyandırıyor insanda izledikçe daha doğrusu insansı, çok insansı ama çoktan unuttuğumuz bir his.
Öyle ki çalarken yüklediği anlamdan ölecekti sanki adam, ölecektik sanki o güne kadar konuştuğumuzu sanıp hep sustuğumuz şeyleri hatırlamaktan.
En son tanıdığım kişiydi o adam, en son vardığım yer.
Balinaların yalnız, uzun, mavinin sonsuzunda hiç durmadan yorulan yolculuğu gibiydi.
Abartı tınlıyor olabilir sesim, anlatım, ama inanın kendinden bütün yüklenenlerden soyunmak istiyordu insan.
Onun kollarının canı atıveriyordu damarlarımızda…
Çok sevdiğiniz tadı damağınızdan hiç silinmemiş bir rüyanın kolları gibi salınıyordu defin üstünde elleri.
İçine aldığı, büyüttüğü insandan içi ürperiyordu dinleyenin.
Her biri başka bir dilde kulak olan tüm vuruşları annesine adadığı bir albüm oluyordu…
Hicran ASLAN
Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart Nisan 2011
Ren û Neşûştî Bûyî
Şev xopan
Tarî bê rûçik
Min tu naskirî
Ren û neşûştî bûyî.
Min xwezîya xwe
Bi flamîngoyek anî
Li bintara Gola Wanê.
Pêlên avê
Bûne stranên pola
Min hemêzkirina wan
Ya kevirên seqî mêzekir.
Qafikan digerim di nav avê de
Qafikên bi nexş.
Naxwazim
Daristanên bê binî
Bi aramî
Guh didime çîyayên bilind.
Duh ve bîrya meha Avrêl ê dikim
Bîrya keserên xwe
Û çavên şil.
Hê şapatek di ser me de nehatî ye
Daxwaza çîke şilî dikim
Ji Yezdan
Ji hetikandina hestên xwe
Fikara dikim.
Mîna hecheck a havî,
Naxwazim bibime dizê gewrîya xwe.
Di sîha dilên şıkestî de
Qulubîm
Û poçika pênûs a nezanekî de
Bûme hawar..
Bendewarê şopa xwe me
Şopa xwe ya rûreş.
Dı guleke bêhndayî de
Nazyan nagerim..
Lê di kele kela havînê de,
Nale nala zivistenê me.
Bi kelogirî
Li mişextîyê me
Zend Avesta yê
Sond bı min dane xwarin
Sonda bê rade
Di helwestên xwe de
Vedişêrim
Hêvîyên xwe
Yên bi agir hatine şûştin.
Berham MÎRZOSınır Dergisi / Sayı 7 / Mart Nisan 2011
Evd İm III
Evd im
Ez gul im
Di laşê axê de elem im
Diêşim
Ax diêşe
Ji ber min dinale
Li canê min dicive
Dixwaze derke
Ji min xelas bibe
Yan jî jîyanekê ava biki
Evd im
Ez tuxumekî di axede mim
Şîn nabim
Evd im
Dernabim
Xwe bi zikê axe digrim
Lê belav dibim
Dibêjim
Hey ax
Ez evdekî nesax
Ser rûyê erdê nebûm sax
Hembêza te de bimînim ax
Bila pêsîra min bibe ax
Doşeka min jî ax
Malzarya min bimîne ax
Mezelê min bibe ax
Sax ne sax
Bila di laşê te de bim ax
Ev dim
Tunebûnek bê hebûn im…
Mahsum ÇÎÇEK
Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart Nisan 2011
Şehrin Bakışları
Şehrini, ülkesini terk edip bir daha geri dönmeyi hiç düşünmeyen insanlar vardır. Bazen düşünürüm neden geriye dönmek istemediklerini. Bir şehirden kaçıp gitmek; acıtan bir geçmişten kaçmaktır bazen. Hele küçük kasabalar, insanların diğerlerinin sırlarına bir biçimde tanık olduğu taşralı hayatlar... İnsanlar, bazen hiç de kendilerinin sorumlu olmadığı hikâyelerden utanç duyabilirler. Kısır hayatların gözaltında boğulabilirler. Başkalarının cehennem olduğu sözü daha da doğrudur oralarda. Taşralı yaşantılarda, dedikodu önemli bir parçası sayılır hayatın. Oraların sıkıcı günlerini eğlenceli hale getirir.
Benim çocukluğum da böyle bir ortamda geçti. Savaşın ve onun sorunlarının bunalttığı, sıkışmış bir küçük toplumun insanları arasında.
O sefil çocukluk günlerimin tanıkları ile karşılaşmak bazen ürpertir beni... İnsanın daha çok da büyüdüğü şehirde karşısına çıkar bu... Birden birileri size dair bir anısını anlatıverir. Belleğin çok da güvenilir olmadığını, seçicilikle anımsadığımızı, anımsamalarımıza pek çok yabancı faktörün karıştığını ve anılarımızın film yönetmeni olduğumuzu biliyorum ama yine de gerçeğe dair önemli ipuçları verebiliyor bir başkasının size dair hikâyesi. Birden irkilebiliyorsunuz, belleğinizde silikleşmiş izlerini bulduğunuz ya da bir türlü anımsayamadığınız bir yaşanmışlığı dinlerken.
Bazen geçmiş denen o yabancı ülkede, birlikte var olduğunuz ya da siz bundan habersizken sizi onun sisli sokaklarında gözleyen yabancılar çıkıyor karşınıza.
Sadece tek bir cümle söylüyorlar; Örneğin : “İlkokuldaydık. Hepimizin siyah ayakkabıları vardı ama sen okula lame ayakkabılarla gelirdin. Annenden gizli mi giyerdin onları; bilemiyorum” gibi... Bir türlü anımsayamadığım o pabuçlar; bana yalnızca çocukluğumun savaş sonrası döneminde annemin depresyonunu ve ilgisiz bırakılmışlığımı hissettiriyor; birden içim acıyor. Sonra başka çocukluk görüntülerini çağrıştırıyor bu ve hemen kaçmak istiyorum oralardan.
Herşeye rağmen çocukluğumun mekânlarına karşı duyduğum bu gönül bağı nedendir bilemiyorum. Çocukluğumu ve ilkgençliğimi yaşadığım evlerin önünden geçerken kayıtsız kalamam. Uzak hayallere dalarım oralarda. İllaki odamın bulunduğu pencereye doğru bakarım ve bir zamanlar o pencereden hayatı seyreden küçük kızı selamlayıp şimdi orada kimlerin yaşadığını merak ederim.
Kıbrıs’ın güneyinde yaşamaya başladığım yıllarda; henüz karşılıklı geçişler başlamamışken üç uçak değiştirerek varabiliyordum adanın kuzey yarısına. Lefkoşa’dan Atina’ya, Atina’dan Istanbul’a ve Istanbul’dan Lefkoşa’ya. Dünyanın bu en uzun elli metresini bir günde geçip aynı şehirden aynı şehire gidiyordum. Böylesi gidişlerin birinde göçmen evimizin olduğu sokağa sürüklemişti ayaklarım beni ve pencereme doğru dalgın dalgın bakarken ardımdan birinin “Neşeli” diye çağırdığını işittip donakalmıştım.
Bu yalnızca babamın kullandığı bir hitaptı çünkü... Çocukluğumda “Neşeli” diye çağırırdı beni. Bazen de takılmak için “Safinaz” derdi. “Saf naz” anlamında... Arkamı dönüp baktığımda babamın berberini görmüştüm. “Neşeli” diye çağıran oydu. Beni yıllardır görmediğini ama pek değişmediğimi söylüyordu. Çocukluk odamın penceresine bakarken yakalandığım için yüzüm kızarmıştı.
Yine de, onu görmek mutlu etmişti beni.1974’ten sonraki demografik değişimlerle çocukluk sokağım öyle çok değişmişti ki orada geçmişi anımsatan birine rastlamak iyi gelmişti. Artık çok uzaklardaki çocukluktan bir armağan gibi...
Çocukluğumda dolaştığım bazı sokaklar pek bozulmamış. Şehrin surları içindeki bu mahallelerdeki evler çok varisli olduklarından satılamıyor; pek çoğu restore edilmeden duruyorlar. Türkiyeli göçmenlere ucuza kiralanıyor buralar... Açık bırakılmış kapılardan ev içlerindeki yoksul yaşantıları görebiliyorum. Tıpkı küçüklüğümdeki gibi... Sokaklarda çocuklar oynuyor.
Yıkılan bir ev, kesilen bir ağaç nasıl da üzer beni... Ağaçlardan benim de çok arkadaşlarım olmuştur ve onların kesildiklerini gördüğümde ağlamışımdır.
Güneydeki daireme ilk taşındığımda apartmanın iki yanında yaşlı çiftlerin yaşadığı bahçe içinde güzel evler vardı. Onların birbiri ardına ölümüne ve o evlerin yıkılarak yerlerine apartmanlar dikilmesine şahit oldum. İlk zamanlar Beşparmak dağlarını ve muhteşem bir günbatımı görüyordum salondan. Apartmanın önündeki boşlukta yağmurlarla birlikte daha bahar gelmeden papatyalar açardı ve mor salkımlı bir ağaç bana dizeler fısıldardı. Oysa artık sadece binalar görüyorum.
Bir zamanlar yoksulluğun koruduğu Kıbrıs’ın Kuzeyi de referandum sonrasındaki furya ile vahşi bir şantiyeye, sonra da villaların böbürlenip durduğu, yeşilin günden güne azaldığı bir kıyım alanına dönüşmüş durumda.
İçimi yaşama sevinciyle dolduran o güzelim Girne şimdi başka bir yer sanki.
Yağmalanan sadece ülke değil; ruhlarımız aynı zamanda...
Lefkoşa’daki bölünmeyi hep bedenimde hissetmişimdir. Şehrin yasak ve düşman yarısına bakarken içim acımıştır. Geçişler başladığında ise tıkanmış, bloke olmuş enerjinin akmaya başladığını ve garip bir biçimde bedenimdeki gerginliğin gittiğini duyumsamıştım.
Artık çocukluk odamın pencerelerine bakmak için üç uçak değiştirmem gerekmiyor ama birgün belki orası da yıkılacak ve yerine başka bir bina dikilecek.
Çocukluk şehrim, belki bir gün bana, bir zamanlar ruhumun derinlerine dalar gibi sevgiyle bakan bir sevgilinin, başka bir kadına gittikten sonraki donuk, yabancı bakışlarıyla bakacak.
Neşe YAŞIN
Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart Nisan 2011
13 Aralık 2012 Perşembe
Tony Manero Olmak
Üçüncü
dünyanın sahnesi taklitlerle aydınlanır. Sivaslı Sindi veya Karadenizli Riki
Martin, yaralı bir gururla sahiplenilen ünlülerdir. “Biz de, biz de…”
içgüdüsüyle hayran olunur onlara. Geçtiğimiz İstanbul Film Festivali’nde “En
İyi Film Ödülü”nü alan Tony Manero (2008) da, Şilili Tony Manero’nun hikâyesi. Şili-Brezilya yapımı olan film, Pablo Larrain’ın ikinci uzun metraj
çalışması.
John Travolta'nın “Cumartesi Gecesi Ateşi”nde canlandırdığı beyaz
kostümlü meşhur Tony Manero karakteri, elli yaşındaki Raul Peralta'nın ikinci
kişiliği haline gelmiştir. Hastalıklı bir tutkuyla bağlıdır bu hayali kişiliğe.
Raul, uyduruk bir barda sahne alan dandik bir dans grubunun başındadır
ve her cumartesi gecesi, idolünü derme çatma sahnede büyük bir özenle canlandırır.
Her şey orijinalinin kötü bir kopyasıdır. Zemini kırık sahne, futbol topundan
yapılma disko topu, kostümler, kareografi… Hollywood’un üçüncü dünyaya açtığı
yasadışı bir bayilik gibidir burası. “Cumartesi Gecesi Ateşi”, burada ateşli
bir hastalık, gerçeklikten kopmuş bir halüsinasyon gibi nükseder. Ve Raul, Tony
Manero’yu canlandırırken etrafındakileri gözünü kırpmadan öldürmeye başlar. Tony
Manero ile arasındaki engelleri, alter egosu Tony Manero olan soğukkanlı bir
seri katile dönüşerek, bir bir kaldırır.

Üçüncü dünya kırık ayna parçalarının futbol topuna yapıştırılıp bir
çocuk tarafından sopayla çevrildiği, zemini kırık kalaslarla dolu bir sahnedir. Ancak Raul etrafını saran karanlık ve fakir dünyayı
görmez. Onun gözleri Tony Manero’nun ışıltılı dünyasıyla kamaşmıştır.
İzleyiciyse dünyayı Raul’ün gözünden değil, yönetmenin sunduğu toplumsal/acı gerçekliğin
yıpranmış penceresinden görür. “Tutku” kavramını yeniden sorgulatacak bir
penceredir bu.
Sinema seyircisinin tutku öykülerine her
zaman zaafı olmuştur. O, en kutsaldır. Tutkuya giden yolda akan sular durur.
Nice yönetmen, cicili bicili tutku öyküleri anlatarak bu konseptin ekmeğini
yemiştir. Tony Manero ise tutkuyu tribünlere oynanan tatlı bir oyun olarak
resmetmez. Raul kolay kolay empati kurulabilecek bir karakter değildir çünkü. Onun
tutkusuna kendini bırakamaz izleyici. Nefesini tutup amacına ulaşmasını
bekleyemez. Dualar onun için değildir. Kalpler onun için atmaz. Bunun tek sebebi
tutkuya giden yolda işlenen acımasız cinayetler değildir. Tutkunun kendisinin
acıklılığı, anlamsızlığı ve kahrediciliğidir aynı zamanda.
Fena halde tutunanların gölgesinde yaşayan
bir tutunamayandır Raul. Ne kahramandır ne anti-kahraman… Bir tür kahraman
taklididir. Hollywood’un yarattığı bir asalaktır o. Üzerine bembeyaz takım
giymiş bir karbon kopyadır. Ama filmin en can alıcı noktası da şudur: Raul
Peralta gerçektir, Tony Manero ise hayal…
Evet, “Dünya bir sahnedir.” Ve üçüncü
dünyanın sahnesi taklitlerle aydınlanır. Aslı taklitlerini yaşatır.
Hakan BIÇAKCI
Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart Nisan 2011
Sağım Sağım Sobe
Çirkinim,
hem de çok çirkin. Yolda gördüğünüzde kendinizi bir defa daha dönüp bakmak
zorunda hissettiğiniz türde bir çirkinlik. Öyle bir çirkinlik ki, yüzümü
gördüğünüzde kendinizi Allah’a şükretmek zorunda hissedersiniz. Karga burnunuz
ya da kırışık suratınız size o an o kadar da çirkin gelmez. Allah’ıma bin şükür
onun gibi değilim, dersiniz. Dudaklarınız fısır fısır dualar okur. Ben görürüm.
Siz göremezsiniz.
Evet,
çirkinim. Çirkinliğimi size izah edeyim: Suratımın sağı tamamen deforme olmuş
bir halde. Sağ gözüm sol gözüme göre beş santim elli milimetre daha aşağıda.
Doktorlar ölçmüş söylemiş anneme. O da bana söylemişti. O günden beri hiç
unutmadım bu sayıyı. Sağ gözümden sürekli yaşlar akar. Yanımda sürekli bir
paket mendil taşımak zorunda kalırım. Sanırım sağ gözüm çirkinliğimden ve
çirkinliğinden ötürü durmadan gözyaşı döker. İkimizin yerine de ağlar.
Eminim,
suratımın sağ tarafının neden normal olmadığını, neden sağ gözümün sol gözümden
daha aşağıda olduğunu ve neden burnumun sağ tarafının olmadığını merak
ediyorsunuz. Evet, burnumun sağ tarafı yok. Bunu da öğrenmiş oldunuz. Neden?
Ben de merak ediyorum. Doğduğumdan beri böyleyim. Doktorlara sorarsanız ciddi,
gırtlaktan gelen sesleriyle şöyle cevap verirler: Kalıtsal sorunlardan ötürü
hastanın sağ elmacık kemikleri bulunmuyor ve bundan ötürü gözü normalden daha
aşağıda bulunuyor. Buruna gelirsek, onun sebebi de aynı: Kalıtsal sorunlar.
Hayır,
annem ve babam akraba değiller. Akraba evliliğinden ötürü değil bu sorun. Annem
ve babam kader diyorlar. Bilmiyorum. Ama annemin beni doğurduktan sonra terden
sırılsıklam olmuş suratını kaplayan o rahatlamış yüz ifadesinin ve mutlu
gülüşünün beni gördükten sonra nasıl tuz buz olduğunu tahmin edebiliyorum. Ona
kırılmıyorum, o da haklı. Kim ister ki kızı çirkinlik abidesi olsun. Hangi anne
ister ki kızı bir ucube olsun!
Aslında
güzelim. Yani şunu demek istiyorum: Bir genç kız olarak boyum posum yerinde,
göğüslerim ve kalçalarım sokakta gördüğüm çoğu kızdan çok daha seksi. Yüzüm de
gayet hoş. Ama tek sorun yüzümün sağ tarafı. Orayı saymazsak mükemmelim.
Vücudumun şu el kadarcık kısmının tüm güzelliğimi yok etmesinden nefret
ediyorum.
Bir
görseniz beni, tabii sol açıdan; bir manken kadar güzelim. Evet, güzelim. Bunu
içim rahat bir şekilde söyleyebilirim. İnsanlara bundan ötürü elimden
geldiğince yüzümün sol kısmını gösteririm. Ah, nasıl da bakarlar bana;
vücuduma, göğüslerime, yüzüme, yüzümün sol tarafına. Erkekler bana yiyeceklermiş
gibi bakarlar. Ta ki sağ tarafımı görene kadar. Gözlerindeki şehvetin nasıl da söndüğüne,
şaşkınlık ve iğrenmenin suratlarına nasıl aniden yerleştiğine şahit olmak her
seferinde işkence gibidir.
Ben
çirkinim, kabul ediyorum. Sözlükteki “çirkin” kelimesinin canlı örneklerinden sadece
biriyim. Ama ben aranızdayım. Yaz kış kocaman güneş gözlüklerim, çirkin gözümü
ve burnumu saklarken rahatça aranızda dolaşırım. Normal biriymişim gibi
kalabalıklara karışırım. Bayanlar, bazılarınız bana imrenerek bazılarınızsa
kıskanarak bakarsınız, özellikle yerden bitme ve şişko olanlarınız. Erkekler,
ah erkekler; ne de güzel bakarsınız bana. Aşağıdan yukarıya ve yukarıdan
aşağıya. Sonra yine…
Bazen
ne hayal ederim, bilir misiniz? Roma zamanındaki Tanrı Bacchus adına düzenlenen
o maskeli balolara katılmak. Kimsenin kimsenin yüzünü görmediği çılgın partiler.
Erkeklerin ve kadınların yüzlerini göstermeden rahatça birbirlerinin olmaları…
Yanlış zamanda doğmuşum ben. Çok yanlış bir zamanda.
Eğer
kış günü güneş gözlüğü takan, 1.75 boylarında, sürekli sol tarafını insanlara
dönen, sarışın, manken gibi güzel bir bayan görürseniz o ben olabilirim. Bana
rahatça bakabilirsiniz. İsterseniz yanıma gelip benimle konuşup tanışa da
bilirsiniz. Belki başka şeyler de yapabiliriz.
Ama
benden gözlüğümü çıkarmamı asla istemeyiniz!
Ruhşen Doğan NAR
Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart Nisan 2011
Kitap
Bir kitap geçti elime
Satırları anımsıyorum hayal
meyal
Ezbere söyleyecekmişim gibi
Tek sözcük yok aklımda.
98 tarihli, tanınmaz el
yazımla.
Şimdi. 2008 yazdım,
yazarken yabancı parmağımda
oynayan kalemim.
Çocukluk zamanlarıydı
Belki çocukluk, acıyı
bilmediğin değil
Geçeceğine dair
umutlandığındı.
Belki büyütmemek gerek
Adı hayat
Ben kıyım
Ben zar zor tek parça.
Biliyorum büyütmemek gerek
Ama ya başaramadıysak
Başaramamak gerçekse
Bir kitap geçti elime.
98 tarihli.
Şimdi. 2008.
Artık umut etmek
Ya da kabullenmek gerek.
Sine ERGÜN
Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart Nisan 2011
Bir Akşam, Zor Akşam
Maltepe’nin kalabalığı
arasında, bir program CD’si bulabilme gayretiyle girip çıktığım dükkânların birinin
kapısında, ansızın ablamla karşılaşıncaya dek, akşam yemeğinde balık yemek
aklımın ucundan bile geçmiyordu. Zaten balıklarla yolum çok ender kesişmiştir,
nadiren karşı karşıya gelmişizdir onlarla: bir akşam vakti, müdürüm ve önemli
birtakım müşterilerimizle birlikte çevresine dizildiğimiz, üzerine bembeyaz
örtülerin serildiği geniş masalarda, kocaman tabaklar içinde, başları
gövdelerinden ayrılmamış bir halde önüme gelmişlerdir hep. Bu gibi yemeklerde
genellikle deniz mahsulleri yenilmesi adet olageldiğinden, ben de ne yapayım
aykırı kalmamak için bu geleneğe ister istemez uymuş; balık kültürümün, bir
hamsiyi bir istavritten ayırt etmeye bile yetmediğini fark ettirmeme
gayretiyle, çoğunluğun istediğini sipariş etmişimdir boyuna. Önüme konan balığı
çatalla dürtüklemeden önce, onun başının döndüğü yöne doğru, en az onun kadar
kederle bakmışımdır sonra: yerden tavana dek uzanan yekpare camdan yapılma
pencerelerinin hemen dibinde, üzerine şehrin ışıklarının vurduğu bir deniz
uzayıp gitmektedir çünkü.
Minibüs sallandıkça midem ağzıma geliyordu. Sıkı sıkı yutkunmalarım, kendimi sakinleştirmeye çalışmalarım da hiçbir işe yaramıyordu ne yazık ki! Keşke, diye düşündüm, keşke yanımda bir poşet filan bulundursaydım; böyle durumlarda bir can simidi görevi görüyor o küçük torbalar. Yeryüzündeki en değerli nesne oluveriyorlar… Ama nerden bilebilirdim böyle bir durumla karşı karşıya kalabileceğimi? Aç gözlülüğümün, doymak bilmezliğimin beni en olmadık anda sıkıştıracağını, baş dönmesi ve mide bulantısıyla baş başa bırakacağını nereden bilebilirdim?
Ablama, balık dışında da akşam yemeği için birçok alternatif olduğunu söylememin, bunları bir bir saymamın, yolumuz üstündeki yeni açılan lokantaları göstermemin de hiçbir işe yaramadığını ayrımsadığımda pes ettim. ‘Canım balık çekiyor ne yapayım?’ dedi. ‘Döner filan yemek istemiyorum, sağlıklı bir şeyler geçsin boğazımızdan.’ İyi geçsin, ben de isterim bunu, ama bu sağlık sadece balıkta mı var? Hem madem o kadar sağlıklı, neden kendine faydası dokunmamış? Tabağın içinde iki seksen yatar halde koyuyorlar önümüze, bu mu uzun ömürlü, sağlıklı olmak? ‘Amma da saçmaladın şimdi, ne alakası var bu sözlerinin şimdi. Tamam, tamam ya, kendi yemek paramı kendim veririm!’ dedi ablam. Aslında ettiğim sözlerin çok elle tutulur yanı olmadığının farkındaydım, ama ne yapayım, balık yemek istemiyor, bunun için mücadele veriyordum. Ve bu uğurda, beni amacıma ulaştıracak tüm saçmalamalar mubah ve caizdi benim gözümde.
Ama ablam bu mücadeleye benden çok daha iyi hazırlanmış olmalı ki, kendimi bir balık lokantasının önüne koyulmuş demir masalardan birinde buluverdim.
İneceğim köşeye doğru yaklaştı minibüs. Zorlukla kalktım koltuktan, demirlere sıkıca tutunarak kapı önüne geldim ve inmek istediğimi söyledim. Kapı açılır açılmaz attım kendimi dışarı; bir bahçe duvarına yaslanıp derin derin nefes alıp verdim. Karşıdan karşıya geçtim. Kendimi dinliyordum bir yandan da: ateşim çıkmıştı, boynum ve kulaklarım sıcacıktı; bir üşüme, bir ürperti de sarıp sarmalamıştı bedenimi. Midemin bulantısı da iyice azıtmış, alarm veriyordu. Ne yapmam gerektiğini düşündüm. Evime gitmem için, bir minibüse daha binmem gerekiyordu; köşede onu bekliyor, bu halde yirmi dakikalık bu yolculuğu nasıl gerçekleştireceğimi kara kara düşünüyordum. Tam o anda kusmak üzere olduğumu fark ettim. Alelacele etrafa bakındım. Az ötede iki katlı bir pastane vardı. Dışarıdaki masalarından birinde üç kişi oturuyor, içerideyse orta yaşlı bir adam tezgâhın arkasında gazete okuyordu. Oraya doğru koşar adım yürüdüm.
Lokantanın plastikten peçetelikleri toz kir içindeydi. Çok uzun zamandır temiz bir bezin değmediği belli olan bu nesneler, insanın yemek yeme kararlılığını sekteye uğratıyorlardı; ablamın balık yeme isteğine yeni bir mazeret bulmuş olmamak için önce bir şey söylemedim. Ama beş dakika sonra kendimi tutamayıp, birkaç peçeteyi içinden alarak ‘bunu arkandaki masaya koyar mısın abla, gözden uzak olmalarında fayda var’ dedim, o da hak verdi bana. Etrafta göz gezdirir, mekândaki hoş olmayan görüntüler üzerine uzun uzun konuşur, ‘ben olsam’lı kimi cümleler kurarken; gülüşüne gösterdiği özeni temizliğe gösteremeyen genç kadın yemeklerimizi getirdi. Tabaktakilere kuşkuyla baktım bir süre; Ablam, yiyeceklerinin bu kötü imajı biraz olsun sileceğini umarak önündeki levreği yemeye koyuldu. Ben de bir hamsiyi aldım elime.
Pastanedeki adama selam verip bir sütlü kahve istediğimi, dışarıdaki masalardan birinde oturacağımı söyledim. Hemen ardından, cümleme nokta bile koymadan tuvaletin yerini sordum. On dakikalık, benim için oldukça zor geçen bir süre kaldım içeride: dakikalardır kendini bedenimden dışarıya atmaya çalışan o tüm yediklerimi çıkardım. Başım şakaklarımdan, bir mengenede sıkıştırılıyormuş gibi feci halde ağrıyordu. Gözlerim yuvalarından fırlayacak sandım bir an. Sonunda yüzümü yıkayıp aynaya baktığımda, gözlerimin kan çanağına döndüğünü gördüm. Yüzüm bembeyazdı.
Bir daha buraya gelmeyelim dedim ablama.
O da aynı fikirdeydi.
Soydan KIZGIN
Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart Nisan 2011
Minibüs sallandıkça midem ağzıma geliyordu. Sıkı sıkı yutkunmalarım, kendimi sakinleştirmeye çalışmalarım da hiçbir işe yaramıyordu ne yazık ki! Keşke, diye düşündüm, keşke yanımda bir poşet filan bulundursaydım; böyle durumlarda bir can simidi görevi görüyor o küçük torbalar. Yeryüzündeki en değerli nesne oluveriyorlar… Ama nerden bilebilirdim böyle bir durumla karşı karşıya kalabileceğimi? Aç gözlülüğümün, doymak bilmezliğimin beni en olmadık anda sıkıştıracağını, baş dönmesi ve mide bulantısıyla baş başa bırakacağını nereden bilebilirdim?
Ablama, balık dışında da akşam yemeği için birçok alternatif olduğunu söylememin, bunları bir bir saymamın, yolumuz üstündeki yeni açılan lokantaları göstermemin de hiçbir işe yaramadığını ayrımsadığımda pes ettim. ‘Canım balık çekiyor ne yapayım?’ dedi. ‘Döner filan yemek istemiyorum, sağlıklı bir şeyler geçsin boğazımızdan.’ İyi geçsin, ben de isterim bunu, ama bu sağlık sadece balıkta mı var? Hem madem o kadar sağlıklı, neden kendine faydası dokunmamış? Tabağın içinde iki seksen yatar halde koyuyorlar önümüze, bu mu uzun ömürlü, sağlıklı olmak? ‘Amma da saçmaladın şimdi, ne alakası var bu sözlerinin şimdi. Tamam, tamam ya, kendi yemek paramı kendim veririm!’ dedi ablam. Aslında ettiğim sözlerin çok elle tutulur yanı olmadığının farkındaydım, ama ne yapayım, balık yemek istemiyor, bunun için mücadele veriyordum. Ve bu uğurda, beni amacıma ulaştıracak tüm saçmalamalar mubah ve caizdi benim gözümde.
Ama ablam bu mücadeleye benden çok daha iyi hazırlanmış olmalı ki, kendimi bir balık lokantasının önüne koyulmuş demir masalardan birinde buluverdim.
İneceğim köşeye doğru yaklaştı minibüs. Zorlukla kalktım koltuktan, demirlere sıkıca tutunarak kapı önüne geldim ve inmek istediğimi söyledim. Kapı açılır açılmaz attım kendimi dışarı; bir bahçe duvarına yaslanıp derin derin nefes alıp verdim. Karşıdan karşıya geçtim. Kendimi dinliyordum bir yandan da: ateşim çıkmıştı, boynum ve kulaklarım sıcacıktı; bir üşüme, bir ürperti de sarıp sarmalamıştı bedenimi. Midemin bulantısı da iyice azıtmış, alarm veriyordu. Ne yapmam gerektiğini düşündüm. Evime gitmem için, bir minibüse daha binmem gerekiyordu; köşede onu bekliyor, bu halde yirmi dakikalık bu yolculuğu nasıl gerçekleştireceğimi kara kara düşünüyordum. Tam o anda kusmak üzere olduğumu fark ettim. Alelacele etrafa bakındım. Az ötede iki katlı bir pastane vardı. Dışarıdaki masalarından birinde üç kişi oturuyor, içerideyse orta yaşlı bir adam tezgâhın arkasında gazete okuyordu. Oraya doğru koşar adım yürüdüm.
Lokantanın plastikten peçetelikleri toz kir içindeydi. Çok uzun zamandır temiz bir bezin değmediği belli olan bu nesneler, insanın yemek yeme kararlılığını sekteye uğratıyorlardı; ablamın balık yeme isteğine yeni bir mazeret bulmuş olmamak için önce bir şey söylemedim. Ama beş dakika sonra kendimi tutamayıp, birkaç peçeteyi içinden alarak ‘bunu arkandaki masaya koyar mısın abla, gözden uzak olmalarında fayda var’ dedim, o da hak verdi bana. Etrafta göz gezdirir, mekândaki hoş olmayan görüntüler üzerine uzun uzun konuşur, ‘ben olsam’lı kimi cümleler kurarken; gülüşüne gösterdiği özeni temizliğe gösteremeyen genç kadın yemeklerimizi getirdi. Tabaktakilere kuşkuyla baktım bir süre; Ablam, yiyeceklerinin bu kötü imajı biraz olsun sileceğini umarak önündeki levreği yemeye koyuldu. Ben de bir hamsiyi aldım elime.
Pastanedeki adama selam verip bir sütlü kahve istediğimi, dışarıdaki masalardan birinde oturacağımı söyledim. Hemen ardından, cümleme nokta bile koymadan tuvaletin yerini sordum. On dakikalık, benim için oldukça zor geçen bir süre kaldım içeride: dakikalardır kendini bedenimden dışarıya atmaya çalışan o tüm yediklerimi çıkardım. Başım şakaklarımdan, bir mengenede sıkıştırılıyormuş gibi feci halde ağrıyordu. Gözlerim yuvalarından fırlayacak sandım bir an. Sonunda yüzümü yıkayıp aynaya baktığımda, gözlerimin kan çanağına döndüğünü gördüm. Yüzüm bembeyazdı.
Bir daha buraya gelmeyelim dedim ablama.
O da aynı fikirdeydi.
Soydan KIZGIN
Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart Nisan 2011
LORÎgulan
ji
ewran didilope eşqeke rehmanî
b’terrahî
sax dibe cû û çirik û kanî
(derve bi
baran e hundir bi lorî
j’mehan heyva gulan e gul
zikrî b’gel dirî)
ruh
kete beden û canan tev nebatat geş bû
rûyê
kulek û banan kenî û kenî û xweş bû
(……………..……..)
(………………..…..)
vebûn
b’kulilkên xwe leylaqên bi bîn
b’xweşmizgîniya
xwe dem têr kirin bi evîn
(……………..……..)
(………………..…..)
çûk
dikin wîte wît l’bin deviyan l’nav daran
j’hûrika’m
tê qîsteqîst ku şahî dibe car caran
(……………..……..)
(………………..…..)
Sıdîq GORÎCAN
gulan2008wan
Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart Nisan 2011
Kadınca

Kimler için yaşadım, yaşattığım beden benim yaşamımda ne kadar yer tuttu? Toprak çatlayalı hayli zaman oldu...
Nice sular sızdı içeri, nice depremler, nice seller gördü. Her bahar da yine çiçek verdi, çok keşişler geçti üstünden, künyesi kolunda değil, boynunda idi, bıkmadan taşıdı ağırda olsa yaftasını...
Şimdi mil çekilmiş şahin gözüyle görür dünyayı. Tohumlarını serper, toprağını eler, misafir olur yine de köstebek yuvasına. Güneşin ilk ışığını o emer, avını arada bir de görmezden gelir acıma duygusu ağır basmıştır yine. Bilir ki, bu coğrafya kendine esirdir. Her adım ona, her su yoluna, her ışık çatlağına girecektir…
Acelesi yok bekler…
Hummalı kapışmalar yaşatır bedeninde. Boşalır dolar, dolar taşar...
Topraktır…
Her gizemi, kıyımı, talanı içinde yaşar.
Anadır toprak, kadındır…
Her kadın bin toprak…
Biçersin ektiğini, verir sana her türlü meyveyi, çiçeği. En vazgeçilmezi sevgidir toprakta olduğu gibi. Nice oğullar devletler vermiştir sevdiğine, reva görmese de nice umutlar yeşertmiştir koynunda. Anadır kadın…
Yeter ki güvensin denizi çalar, güneşi yakar, ayı indirir gökten.
Dağı eler, serveti neyler deli yüreği, yeter ki sevsin…
Günlerce içi boş da olsa hayaller kurar, kurduğu hayalleri tiyatroya koyar, başrolde oynamanın keyfini doya doya yaşardı. Kim alıkoyabilir ki onu?
Ağlamayı öğrendiğinde büyümüş olduğunu da düşünmüştü, hâlbuki koynundaki yavru ak memeye sarılalı hayli zaman olmuştu…
Büyümek her gün değişik ikonlara bürünmeyi gerektiriyordu oysa. Bazen yaşlı bir kadın, bazen taze bir gelin, bazense acımasız bir dişi. Hangisi en çok yaraşıyorsa o gün bu bedene, onu sahneliyor, çevirimden memnuniyet duyulmasını sağlıyordu. Arada teraziyi tutturamıyor, eksik veya fazla da tarttığı oluyor, ağladığında hep ağlıyor, ya da hep güldürmeye çalışıyordu.
Bu sahnede daha ne kadar kalmam gerekiyor?
Ya aşk kadınısın, ya acı.
Sonuçta kadınsın vereceksin senaryonun hakkını…
Asma dalında yeni yeten üzümdün, tatlanacak, koparılacak, ezilerek şarap olacaktın. Sesin kulağına her değdiğinde sanki biraz daha değişiyor, şekil alıyordun. Bir yerlerde bir şeyler eksik mi? Duyguların anadan öksüz, babadan yetim...
Lütfen yaşamak mı bu, yavaşça çağıldıyor, usulca bağırıyordun anlamsızca. Her susman çentik atıyor adeta can damarına, uzaklara her dalışın boğulmalarla sonuçlanıyor. Neden bu sığmayışlar, hazince niye bu uğultu?
Anlamsız güfteler, tanımsız hisler, zoraki bir kilitlenme…
Zonkluyor beyninin her bir hücresi, salt tek doku olmak ister bu beden…
Tek ve hür…
Kaybetmek her şeyi, tekrar yeniden doğmak ve tekrar kendimi bulmak için aramak,
Sesime yabancı olmak tenimin kokusunu unutmak, ismimi hiç bilmediğim bir lisanda çağırmak. Unutmak kendimi. Yaşadığımı, var olduğumu. Geçtiğim sokakları, oturduğum bankları, ekmek verdiğim güvercinleri unutmak. Nicedir amansız yakarışlar içimde. Sırtımdaki kambur devasa. Ellerim alev topu, her körükte yüzüm yanıyor. Kavruluyor benliğim ellerime her dokunuşta.
Yanarak var olmak mı bu?
Dilek SOYSAL
Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart Nisan 2011
“Tek Kanatlı Sevda”
madem biletim kesildi,
bari “can kenarı” olsun! -
ah! Era
kırların bin bir tonunun Tanrısı
al sana tarumar bir bahçe
çık şimdi, öncesi ve sonrası hesaplanmayan bu dehlizden
Kısa filmin kahramanıydı artık. Ne ilerleyebilecek gücü vardı, ne de geri dönebilecek pişmanlığı. Düş ile var olanın ayırdın da, gerçekliğe dalmış, istemeyerek bozmuştu büyüsünü yolculuğun. Korktuğu başındaydı.
“ben bu aşkın esiri, kaç sonbahardan beri
yüzüme hiç gülmedi, halimi bilemedi.”
Artık yüreğin sıkışsa, mantığın iflas etse de, iki tarafı da keskin bıçağın. Kanadıkça canın yanacak, alışık olmadığın bilinmezlere... Her bir yanın çetrefilli kör tuzak... Öylece durup uzamayı seçsen de sonsuza, ürkeceksin sığırcık kuşları misali. Esmerliğin kanatlarında, kuzeyin rüzgârları ile ürpereceksin.
“bu hicran kaderim mi, var mıdır tesellisi?
sevdi mi sevmedi mi, son ümidim tükendi.”
Güçlü avuçlar içinde sessizce konuklanmış, kendini sarıp sarmalayan sıcaklığı kaybetmenin korkusuyla seveceksin varlığımı. Yazılarda, söylemlerde, bekleyişlerde, özleyişlerde kendini kıskanacak pervasız yanın... Hatta çocuksu haykırışlarda unutup özleyeceksin yeni yetme yanını… Bazen kimsenin tahammül edemediği serkeş, şımarık duruşlarını bile…
“gelmiyor bir söz bir ah dilimden
geçse de mevsimler göçemem yerimden
unutup kırılmış kanadı derinden
son bir gayret seslensem”
Zamanı ve mekânı olmayan bir yerde sıkışan sözcüklerin dokunsam kaybolur mu korkusu ve bir fısıltı kadar uzağında olan toplumun izleyen gözleri, hapsetti yürekleri iki kapı arasına. Ellerde başlayan ayrılık, sesleri karıştırdı ormanın gürültüsüne. Yakana yapışan gitmeler, ciğerinde ince bir sızı, dörtnala ayrılık misali.
“bakmaya bile sana doyamazken
hasreti hasrete ekleyip dururken
unutup kırılmış kanadı yerinden
felek vurmuş derinden”
Varlığını tehdit edenlerin karşısında yeni bir gerçeklikle karşılaştığında, ilk sınavın var olabilmenin mücadelesini vermek olacak. Topyekûn benliğinle katılman gereken bir sınav... Daha ilk rauntta kolay olamadığını anlayacaksın. Pes etmeyeceksin, yaşamayı göze almışsan bir kere, korkularının üstüne gideceksin. Ne yapman gerektiğini bilemeyeceğin zamanlar olacak; dar pencere arasından sonsuzluğa çıkmak için çırpınacaksın.
“tek kanatlı sevdam yolun açık olsun
buralara uğrama…”
Tümcelerini istiflerken, günün yorgunluğuna yenik düşüp uykuya teslim olduğunda bile aklından geçecek yaşanmışlıklar. Bir gök gürültüsü ile bölecek uykunu anılar. Bağlandıktan sonra kaybetme korkusu düşecek yüreğine, soluksuz kalacaksın bir zaman. Ürkeceksin yeni limanın dinginliğinden. Yaşını ikiye bölüp gençliğini aradığında bulamayacaksın. Tek kanatla nasıl sevildiğini anladığında; korkularını, tutsaklığını özleyeceksin. Sessiz çığlıkların karışmış olacak gök gürültüsüne. Düşen yağmur damlaları gözyaşların olacak. Özleyeceksin, özlendiğin gibi…
“benden sitem dolu, yare selam olsun
yeter artık ağlama…”
Hayallerini büyük yapan an’larını, duru ve saf yaşantılarını anımsayacaksın. Bu hayaller iyi tahlil edilip ilham kaynağı olacak yarınlarına.
eylül yağmurlarla geldi
yalnızlaştık
ekle beni susmalarına
Bir daha dönmeyecek olanın ardından ağlarken, yağmur değil de kaderin yağacak sanki gökyüzünden. Patlayan sağanakta gürültüler arasında sessizleşecek yaşananlar. Eylülde geçti artık. Öpmeyi bile unuttu dudaklarım. An gelir aydın günlerin incileriyle bir kolye takılır boynuna bu kasvetli zamanda. Pencereden ufku ve fırtınanın gelişini izlerken, boğazına takılı kalan kederi ne yapacağını düşün. Yedi tepeli şehrin ufkuna değil, yüreğine tırmanacak fırtınalar.
“Hiç senin gözlerinde ‘beni sev’ diye kaybolan bir bakış gördün mü?”
Ya da çıkmaz sokağa saptığında ‘mezara yatan bir bakış!’
Sevgi, gölgesine yaslanılan ağaç gibidir.
Uğrunda yaptığınız fedakârlık kadar serinletir.
Soğuk, yağmurlu bir günde sıcak bir şeyler aradığın zaman uzaklara bak. Artık o kentin en izbe barında içebilirsin, benim yaptığım gibi.
‘düş’ten tüy ‘düş’tü
ben bir tüy gökyüzünde
ne ‘düş’tüm, ne de ‘düş’ündüm
sadece ‘düş’ledim
İstediğin gibi kal Era!
Mehmet KUVVET
Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart Nisan 2011
Sen Gidersen
Sınır
boylarında öksüz kalır çocuklar
Leşlerini
sorgulamam atların
Kışa
amansız yakalanan kuşun
Yuvasızlığına
üşümem
Ürkek bir
balığa döner yüreğim
Okyanusun
en kuytu köşesine gömülen
-Ne olur
gitme-
Göğsünü
kıskanır kar
Üşütür
seni
Kan
çekemez dudaklarını
Gülistan
gözlerini
Sözlerini
anlamaz yırtıcı kuşlar
Üzerine
devrilir o karanlık bakışlar
-Ne olur
gitme-
Teselli
etmez güneş karanlıklarımı
Üşürüm
kırılgan bir mum alevinde
Şiirler
ayaklanır içimde
Kayar bir
bir yıldızlar
Aç kalır
dileklerim
Hayallerim
acıkır
-Ne olur
gitme-
Mehtabın
şahitliğinde
Mevtamı
taşır gece
Tabutumda
sır yaşar
Yıldızlarda
bilmece
Çözülmez
sandığın hengâmede gizlidir
Filizlenmez
çiçekler
Tohumlar
zehirlenir
-Ne olur
gitme-
İstanbul
sana kapatmışken kapılarını
Ben
bayrağını devirmişken Ankara’nın
Ve sana
yormuşken rüyalarımı
Sana
uyumuşken
Harap etme
uykularımı
Bak, kaç
parçaya böldüm yüreğimi
Bağımsız
bir ülke kurdum sana
Bayrağı
gözlerinden
Gel
düşmana teslim etme hayallerimi
-Ne olur
gitme-
M. Zafer DEMİR
Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart Nisan 2011
Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart Nisan 2011
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)