Kim silebilir ki yüreğinden durakları,
Bütün beklentilerini bitirmeden!
Ne kokusu ne de görüntüsü tanıdıktır bazı kimselerin…
Ellerin tanıklığı.
Kendi çoğulculuğunuz içinde onu da tanıdık kılmak istersiniz…
Herkesin benzerliklerin kurbanı olduğu bu yerde o bebekliğinden farklıydı ve bu farkı ne yaparsa yapsın ortadan kaldıramayacağını anlamıştı annesi…
İri yarı cüssesinin altında, birkaç yaş geriden takip ediyordu her şeyi oğlu…
Bedeni büyüdükçe aklı, algısı küçük…
Saf kalmak istiyordu belli ki.
Duyuyordu ama konuşamıyordu. Bir şeyler anlatmaya kalkışınca öyle rahatsız edici bir karmaşa çıkıyordu ki ortaya. Kendisi bile duymak istemedi bu sesi.
Zamanla o da unuttu ağzının dünyanın kaosunu anlatma biçimini.
Kocaman elleriyle neyi okşayacak, sevecek olsa kırıveriyor, incitiveriyordu.
Fareler ve insanlar kitabındaki karakter karşınızdaydı sanki.
Herkes çocuklarını ondan koruma telaşına giriyordu olduğu yerde.
Belki de büyük şeyler için yapılmıştı elleri Nazım’ın dediği gibi.
Ama bu kurallar, kısıtlamalar ve ehlileştirme senaryosu çoktan yazılmıştı.
Kişilere yapabilecekleri büyük işler, ellerinin yazgısını anlatacakları yazılım unutturulmuştu çoktan.
Kaçılan, azarlanan oldukça o da korkar olmuştu dokunmaya. Ürkekleşmişti iyice.
Taa ki bir gün çocukça bir kutlamada ay tutulması kutluyoruz diye teneke çalan çocukları görünceye kadar.
O zaman hatırlamıştı elleri; duyduğunu, içinde geliştirdiğini, dile dökememenin yazgısını neyle telafi edeceğini.
O da bir teneke bulmuş hiçbir korku olmadan dokunmuştu tenekeye.
Sonra annesi ona bir def buluverdi.
İşte dilini, duygusunu, duasını, niyetini aktaracak bir obje bulmuştu nihayetinde.
O kocaman eller zaman içinde şiir okur gibi, insana dair her şeyi anlatır gibi kavramıştı enstrümanını.
Onun atlası olmuştu o yüzey…
Onun dünyası, onun kadını, onun sevgiden anladığı her şeyi,
onun annesinin sonsuz, içi titrer gibi sevgisine verebileceği cevap olmuştu…
İnsanlar onu dinlemek için toplanıyordu artık. Tabi hep mesafeli, hep ne yapacağı belli olmaz fikrinin gölgesi yüzlerinde.
İyi bir def yaptırdı sonunda ona annesi, onu dilsiz bırakmak istemediği için belki.
Oğlu için ağladığı gecelere, kimsesizliğinin sesi de karışıyordu.
Ölürse geride onu bırakacağı için yaşamak istiyordu çoğu kez.
Kaybetti annesini sabahın erken bir saatinde.
Yaşadıkları ev bakımsızlıktan çöktü zaman içinde.
Kir içinde oradan oraya savrulurken…
Yıllarca hiç değişmeden, hiç şaşırmadan ölüm gününü,
Annesine olan borcunu öder gibi,
Sevgisini, konuşmadığı her şeyi anlatır gibi çalıyordu defini.
Bildiği tek duaydı bu çünkü bildiği tek dil…
Tek çaresi…
Onu öyle bir günde misafirliğe gittiğim bir yerde tanıdım.
Hiç kimse ritmi böyle bir dua kıvamında, aşk gibi, gidene duyulan özlem gibi…
Çaresizlik gibi, son çaresi buymuş sesini duyuramazsa silinip gidecekmiş gibi çalamaz,
ilk doğduğu günden onu en son gördüğü ana kadar annesiyle yaşadığı her şeye,
Ona, onun bedenine, kokusuna saygı duruşundaymış gibi çalamaz bu enstrümanı…
Hayvansı bir his uyandırıyor insanda izledikçe daha doğrusu insansı, çok insansı ama çoktan unuttuğumuz bir his.
Öyle ki çalarken yüklediği anlamdan ölecekti sanki adam, ölecektik sanki o güne kadar konuştuğumuzu sanıp hep sustuğumuz şeyleri hatırlamaktan.
En son tanıdığım kişiydi o adam, en son vardığım yer.
Balinaların yalnız, uzun, mavinin sonsuzunda hiç durmadan yorulan yolculuğu gibiydi.
Abartı tınlıyor olabilir sesim, anlatım, ama inanın kendinden bütün yüklenenlerden soyunmak istiyordu insan.
Onun kollarının canı atıveriyordu damarlarımızda…
Çok sevdiğiniz tadı damağınızdan hiç silinmemiş bir rüyanın kolları gibi salınıyordu defin üstünde elleri.
İçine aldığı, büyüttüğü insandan içi ürperiyordu dinleyenin.
Her biri başka bir dilde kulak olan tüm vuruşları annesine adadığı bir albüm oluyordu…
Hicran ASLAN
Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart Nisan 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder