13 Aralık 2012 Perşembe

Yazgı


   “Aynı şarkı yine…” diye söylendi kendi kendine adam. Gözlerini kısık bir lamba gibi araladı. Her sabah aynı şarkının ezgileriyle mi doluyordu odası yoksa aynı şarkıyı mı görmüştü düşünde? Çıldırmış olabileceğini de düşündü. Eski, kırık, büyük bir koltuktan bozma yatağının yanına attığı yastığı, başının altına bıraktı. Uyurken yastık kullanmazdı. Bir sigara yaktı. Derin bir nefes çekti, bir nefes daha… Şarkının sözlerini odanın köşe bucağından toplarcasına biriktirdi beyninin arta kalan yerlerine. Payımıza düşen keder, sevinçlerimizden kalır… Payına düşen kederlerini de sıkıştırmalıydı kitaplarını koyduğu koliye. Sevinçlerim ne de olsa sığar ceplerime diye içinden geçirdi, güldü, içlendi sonra derin bir nefes daha…  Gitme dağlar öksüz kalır, gitme yıldızlar azalır… Gözlerini tavana dikti. Düşünüyordu. Galiba en çok yıldızları özleyecekti. Yıldızların sadece bu kent için ışıldadığını düşünürdü yıllardır. Yıllardır ne vakit gece dışarı çıksa yıldızları arardı gözleri. Gözleri ışıl ışıl olurdu o kocaman yıldızları gördüğünde. Ne vakit tavana dikse gözlerini, tavanın ardında kocaman yıldızların ışıltılarını hissederdi.

   Düşünmekten yorgun düşen beynini yastıktan topladıktan sonra yorgun bedenini kaldırdı yataktan. Tamamen toplanma vakti gelmişti artık. Dağınık odanın ortasında durdu, gözleriyle odanın köşe bucağını süzdükten sonra gözü duvardaki resme takıldı. “Belleğin Direnişi’’ demişti arkadaşı o resim için. “Onu da almam gerek.” dedi içinden. “Ya da kalsın, direnecek bir belleğim yok.”diye söylendi. Yerde ve masada kalan üç beş kitabı da kitap kolilerine yerleştirdikten sonra kolilerin ağızlarını bantladı. Dağınık yatağın üstüne usulca oturdu. Günlerce çalmayan telefonunu aldı ve kargo şirketini aradı. Kolilerin ebatları, fiyatı gibi gereksiz ve kısa sayılabilecek bir konuşmadan sonra “Bu işi de hallettik.” dedi. Toplayacak çok da bir şeyi yoktu aslında. Kendi kendine söylendi: “Elbiseleri de toparladıktan sonra tamamdır. En iyisi onları giderken toplamak.”

   Korkuyordu. Dışarı çıkmak vedalaşmak demekti çünkü. Nerden, kimden başlamalıydı? Plan yapması gerekiyordu ama hayatı boyunca bir planı olmayan bir adam için çok güçtü bu. Giyindi ve hızlı adımlarda çıktı küçük evinden. Genzini yakan bir yanık kokusu asansörün içine dolmuştu. Biri yemeğini yakmış olmalı diye içinden geçirirken en son ne zaman yemek yediğini düşündü, hatırlayamadı. Acıkmamıştı; ama nerden başlayacağını bulmuştu. Garip bir sevinç kaplamıştı içini. Bir yerden başlanmalıydı ve bulmuştu o bir yeri. Neredeyse her gün gittiği paçacıya doğru yürüdü. Her zamankinden farklıydı bu yol sanki. Her zamankinden kısaydı. Paçacının önündeydi artık. İçeri girdi. Her zaman olduğu gibi yağsız bir paça ve bol maydanoz istedi. Her zamankinden güzeldi bu paça ve her zamankinden çabuk içmişti. Parasını ödedi ve son kez; yıllardır karnını doyurduğu sarımsak kokulu, küçük paçacıya baktı ve koşarcasına dışarı çıktı.

    Nereye gideceğini bilmiyordu, aslında bir yere gitmesi gerektiğini de çoktan unutmuştu. Ağır adımlarla ve anlamlandıramadığı bir ruh haliyle beyni milyonlarca parçaya ayrılmışçasına dağınık düşüncelerle yürüyordu. …/Bir daracık yerde kaldım, sensiz dağlarım devrilir./ Uçarken yollarda ölen kuşların çığlığı kalır… Gene aynı şarkıyı duyuyordu. Saçlarından ayak tırnaklarına kadar bir ürpertiyle irkildi ve kaldırım ortasında aniden durdu. Gökyüzüne baktı yıldızları görme umuduyla ama daha çok erkendi. Gökyüzünün kızarmaya başladığını fark etti, güneş batıyordu. Güneş, Van Gölü’ne âşık olmalıydı. Güneş’in, Süphan’ın heybetli duruşuna aldanıp ona doğru gitmek üzereyken yön değiştirip Van Gölü’nde kaybolmasını izlemişti bir gün. Ve bir gün güneş batarken ayın şavkı vurmuştu Van Gölü’ne. Onu da hatırladı. Daha güzel güneş batımları var mıydı acaba? Acaba güneş başka sulara da âşık mıydı? Acaba Süphan kadar asil ve asi başka dağlar görecek miydi? Acaba ay başka yerleri de ışıltılarıyla büyülüyor muydu? Acabalar beynini kemirmeye devam ederken bir omuz darbesiyle kendine geldi ve bütün acılarını, sevinçlerini, pişmanlıklarını, yanılgılarını gömdüğü kaldırımda yürümeye devam etti. Sessizce haykırıyordu büyük bir hınçla kaldırımlara: “Gitmem gerek, yazgım bu benim.”  Bir ara kafasını çevirip şöyle bir etrafını süzdü. Sağında her zaman çay içtikleri kahve, solunda her gün önünden geçtikleri beyaz eşya dükkânı ve sigara aldığı tekel bayisi... Hepsine özlem giderirmişçesine teker teker baktı. Gözlerini çevirip yürümeye koyulmuştu ki kaç yıl kaldığını hatırlayamadığı eski evinin sokağını gördü. O evin önüne gidip son kez bakmak istedi yıllarını paylaştığı duvarlara. Gitmedi. Gidemedi. Ayakları onu tekrar yarı toplanmış, yerleri kâğıt parçalarıyla dolu, dağınık, küçük evine yani; aylardır yalnız başına kaldığı ‘unutma bahçesi’ne doğru götürüyordu. Unutma bahçesi diyordu oraya. Çünkü o evinin tavanına bakıp düşüncelere daldığı an, aslında milyonlarca karma karışık düşüncenin arasında kaybolup hiçbir şey düşünemediğini anlamıştı. Adımları sıklaştı. Önünden geçtiği evlerin birinden ince bir sızı gibi bir şarkı yayılıyordu sokağa. Titrediğini hissetti.  …Bu şarkı yarım kalır, gitme… Hemen eve gidip düşlerinde ezberlediği şarkıyı baştan sona dinlemeliydi.

         Unuttuğu bir şeyler vardı. Ne yapması gerektiğini ya da evden niçin çıktığını hatırlamaya çalıştı, hatırladı. Anılarını gömecekti anılarının geçtiği yerlere. Gömmüştü. Dostlarıyla vedalaşacaktı. Vedalaşmadı, erteledi. Neden ertelediğini düşünmeye başladı. Bir sigara yaktı. Derin bir nefes çekti. Bir nefes daha… Vedalaşacağı kimse yoktu, vedalaşmak ayrılmaktı, ayrılmak içini acıtıyordu. Daha bu kentin caddelerini arşınlamak istiyordu bu kentin kara kavruk çocuklarıyla. Daha bu kentin ışıklarını seyretmek istiyordu her zaman gittikleri tepeden. Daha sabaha kadar uyumayıp, sabahın ilk ışıklarıyla açık bakkal bulmaya çalışarak sigara aramak istiyordu dostlarıyla. Daha gülmek, efkârlanmak, ağlamak istiyordu. Daha çok hüzün kokan Kürtçe, Türkçe türküler dinlemeliydi onlardan. Dostlarının ona okumadığı; aşka, dostluğa, barışa dair daha çok şiir vardı. Daha bu kentin yazgını muska yapıp takmalıydı boynuna. Vebalini taşımalıydı daha omuzlarında.  Daha… Daha… Daha… Derin bir nefes daha…

       Bilgin BAKINÇ
       Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart Nisan 2011

2 yorum: