Bir 8 Mart’ı daha geride bıraktık. Ancak
Avrupa Birliği eşiğindeki ülkemizde kadın olgusu hala büyük bir sorun olarak
varlığını koruyor. Özellikle taşra kadınlarının sosyal statüsünde kayda değer
bir değişimin yaşandığını söylememiz ne yazık ki olanaklı değil. Aslında kırsal
kesimde yaşayanlar bu olgusal gerçeğin pekâlâ farkındalar.
Birkaç yıl önce kırsal kesim kadınlarına dönük yapılan bir çalışmada
konuyla ilgili ilginç gelişmelere tanık olundu. Kadın sorunlarıyla yakından
ilgilenen Erciş kökenli yerel bir dernek (Kadınları Yaşama Katma Derneği) benim
de içinde yer aldığım, ‘başlık parasının kaldırılması’ konulu mini bir çalışma
yürütmüştü. Çalışma sırasında dernek görevlileri, başlık parasının kadının
onurunu zedelediğini, onu küçük düşürerek aşağıladığını ve bu çağ dışı
geleneğin artık kalkması gerektiğini kadınlara ve (daha çok) erkeklere
anlatmıştı.
Taşradaki kadınlara dönük yapılan bu çalışma sırasında, (ben diyeyim bin, siz
deyin üç bin yıldır devam eden) başlık parası geleneğinin kolay kolay ortadan
kaldırılamayacağı gerçeğiyle yüz yüze gelindi. Örneğin bir baba başlık
parasının kaldırılması konusunda, sosyal-kültürel ve ekonomik altyapının
oluşmadığını ve kızlarını evlendiren ailelerin maddi açıdan zorlandığını
söylemişti.
Lise mezunu bir anne ise ilginç bir gerekçe öne sürerek şunları dile
getirmişti: “Bizim buralarda kız çocuğu ancak yirmi yaşına kadar evlat olarak
görülür. Kocaya verildiğinde yarı yarıya evlatlıktan çıkar. Çünkü kızı
kendisine gelin olarak götüren aile onu sahiplenir. Namusunun korunmasından,
yemesinden, giyinmesinden, barınmasından birinci derecede o sorumlu olur. Hatta
gelin olmuş kız, (o da izin almak koşuluyla) babasının evine ancak yılda bir kez
gidebilir. İki aile arasında kavga çıktığında kız, gelin olarak gittiği evin
tarafını tutar. Böyle bir gerçek ortada duruyorken aileler kızlarını kocaya
verdiklerinde neden başlık parası almasınlar! Çünkü kız, onun kızı olmaktan
çıkıyor. Yirmi yıl baktığı, gözü gibi koruduğu evladı başkasının kızı oluyor.
Fakat oğlan öyle mi! Herhangi bir aile oğlunu evlendirdiğinde onlar da
dışarıdan bir gelin alıyor ve kendi kızları yapıyorlar. Evet, kendi kızı
yapmanın bir bedelinin olması gerekir. Bu bedel de işte o başlık parasıdır.”
Kadının ağzından bunları duyunca doğrusu şaşırmadan edememiştik. Başlık parası
olgusunun sosyal ve psikolojik altyapısı bu kadar isabetli anlatılabilirdi
ancak.
Bir başka kadın da başlık parası karşılığında gitmeyen kızların değersiz sayıldığından
ve gelin oldukları evde kıymetlerinin bilinmediğinden dem vurmuştu.
Şimdi düşünüyorum da, demek ki kadınlarımız bireysel özgürlük haklarının hala
farkında değiller. Medeni kanunun kabul edilişi neredeyse seksen yılı bulduğu
halde kadınlarımız hukuktan doğan bu haklarını ne yazık ki
kullanamıyorlar.
Bu durumda KULLANILAMAYAN HAK, KAZANILMIŞ HAK DEĞİLDİR görüşü yerinde bir
tespit olarak karşımızda duruyor.
Miras konusunda da ne yazık ki durum aynı… Bir ailede miras pay edilirken
kızlar insandan sayılmıyor. Ailenin sahip olduğu taşınır taşınmaz zenginlikler
yalnızca erkek kardeşler arasında paylaştırılıyor.
Kızmayacağım diyorum ama kızmadan da edemiyorum; 8 Mart’larda binlerce kadını
alanlara toplayanlar neden bu gerçeklerden söz etmiyorlar? Neden kadınları bu
erkek egemen anlayışa karşı mücadeleye çağırmıyorlar? Feodalizm ve onun
fosilleşmiş değerleri hesaplaşılması gereken bir olgu değil mi? Kırsal kesim
kadının gelişiminin önünü bu köhnemiş değerler tıkamıyorlar mı? 8 Mart’larda
buna neden vurgu yapılmaz da, kadın sorunuyla ilgili olmayan sloganlar bu
zavallı kadınlara attırılır. 8 Mart dünyanın emekçi kadınlarına ithaf edilmemiş
mi yoksa? Ya da bizim kadınlarımız yeterince emekçi değiller mi? Hele kırsal
kesim kadını! (O kadın ki sabah erkenden kalkar koyunları sağar; hızla eve
döner kahvaltıyı hazırlar. Ardından çamaşıra koşar, daha sonra altını kirleten
çocuğunu temizler. Bu arada öğlen yemeğini hazırlamak zorundadır. Tarlada
çalışan kocası ve onun kardeşleri birazdan yemeğe geleceklerdir. Derken öğlen
olur ve koyunların bir kez daha sağılması gerekmektedir. Bir de bakar ekmek
bitmiştir. Hemen hamuru yoğurur ardından tandırı yakar. Hamur ekşimede iken
erkeklerin yemeğini verir. Akşam koyunlar meradan dönünce bu kez de akşam
sağımını gerçekleştirir. Ardından akşam yemeğini yapmaya koyulur. Yemek, çay,
çamaşır derken yatma zamanı gelir. Yorgun ve bitkindir, ancak yatakta yine de
kocasının tecavüzünden kurtulamaz!) Ya da şöyle söyleyelim, bu tür etkinlikleri
(8 Mart) düzenleyen erkekler kendi ailelerinde kadının kazanılmış yasal
haklarını savunabiliyorlar mı? Örneğin baba, malları çocukları arasında pay
ederken bu ‘aydın’ kişiler çıkıp şunu söyleyebiliyor mu: “Dur baba; sen aile
zenginliğini sadece biz erkek kardeşler arasında paylaştıramazsın; kız
kardeşlerimizin de bu mirasta hakkı var.”
Bırakın köylü ‘aydınlarımızı’, ütülü pantolon giyen, kravat takan, hatta
protokollerde yer alan şık, yeri geldiğinde Avrupa’yı ve Avrupa demokrasisini
çözüm adresi olarak gösteren, sözüm ona, şehirli demokrat ‘aydınlarımız’ acaba
o medeni cesareti gösterebiliyorlar mı?
Peki ya asıl sorumlu olan devlet bu konuda ne yapıyor? Cumhuriyetin neredeyse
yüzüncü yılını kutlama hazırlıkları başlamak üzere. Yüzüncü yıl törenlerinde
toplumun karşısına bu tabloyla mı çıkacaklar? Kadın konusunda büyük bir vizyona
sahip Mustafa Kemal’in Türkiye’sinde kadınların hala para karşılığında
satılmaları, mirastan men edilmeleri ve gittikçe sosyal yaşamdan dışlanmaları
gerçeği bu devleti yönetenlerin yüzünü hiç mi kızartmayacak?
Eyyüp ALTUN
Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart - Nisan 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder