12 Aralık 2012 Çarşamba

Taşra Kadınları


        Bir 8 Mart’ı daha geride bıraktık. Ancak Avrupa Birliği eşiğindeki ülkemizde kadın olgusu hala büyük bir sorun olarak varlığını koruyor. Özellikle taşra kadınlarının sosyal statüsünde kayda değer bir değişimin yaşandığını söylememiz ne yazık ki olanaklı değil. Aslında kırsal kesimde yaşayanlar bu olgusal gerçeğin pekâlâ farkındalar.
        Birkaç yıl önce kırsal kesim kadınlarına dönük yapılan bir çalışmada konuyla ilgili ilginç gelişmelere tanık olundu. Kadın sorunlarıyla yakından ilgilenen Erciş kökenli yerel bir dernek (Kadınları Yaşama Katma Derneği) benim de içinde yer aldığım, ‘başlık parasının kaldırılması’ konulu mini bir çalışma yürütmüştü. Çalışma sırasında dernek görevlileri, başlık parasının kadının onurunu zedelediğini, onu küçük düşürerek aşağıladığını ve bu çağ dışı geleneğin artık kalkması gerektiğini kadınlara ve (daha çok) erkeklere anlatmıştı. 

       Taşradaki kadınlara dönük yapılan bu çalışma sırasında, (ben diyeyim bin, siz deyin üç bin yıldır devam eden) başlık parası geleneğinin kolay kolay ortadan kaldırılamayacağı gerçeğiyle yüz yüze gelindi. Örneğin bir baba başlık parasının kaldırılması konusunda, sosyal-kültürel ve ekonomik altyapının oluşmadığını ve kızlarını evlendiren ailelerin maddi açıdan zorlandığını söylemişti. 

        Lise mezunu bir anne ise ilginç bir gerekçe öne sürerek şunları dile getirmişti: “Bizim buralarda kız çocuğu ancak yirmi yaşına kadar evlat olarak görülür. Kocaya verildiğinde yarı yarıya evlatlıktan çıkar. Çünkü kızı kendisine gelin olarak götüren aile onu sahiplenir. Namusunun korunmasından, yemesinden, giyinmesinden, barınmasından birinci derecede o sorumlu olur. Hatta gelin olmuş kız, (o da izin almak koşuluyla) babasının evine ancak yılda bir kez gidebilir. İki aile arasında kavga çıktığında kız, gelin olarak gittiği evin tarafını tutar. Böyle bir gerçek ortada duruyorken aileler kızlarını kocaya verdiklerinde neden başlık parası almasınlar! Çünkü kız, onun kızı olmaktan çıkıyor. Yirmi yıl baktığı, gözü gibi koruduğu evladı başkasının kızı oluyor. Fakat oğlan öyle mi! Herhangi bir aile oğlunu evlendirdiğinde onlar da dışarıdan bir gelin alıyor ve kendi kızları yapıyorlar. Evet, kendi kızı yapmanın bir bedelinin olması gerekir. Bu bedel de işte o başlık parasıdır.” Kadının ağzından bunları duyunca doğrusu şaşırmadan edememiştik. Başlık parası olgusunun sosyal ve psikolojik altyapısı bu kadar isabetli anlatılabilirdi ancak. 

         Bir başka kadın da başlık parası karşılığında gitmeyen kızların değersiz sayıldığından ve gelin oldukları evde kıymetlerinin bilinmediğinden dem vurmuştu. 

          Şimdi düşünüyorum da, demek ki kadınlarımız bireysel özgürlük haklarının hala farkında değiller. Medeni kanunun kabul edilişi neredeyse seksen yılı bulduğu halde kadınlarımız hukuktan doğan bu haklarını ne yazık ki kullanamıyorlar. 

          Bu durumda KULLANILAMAYAN HAK, KAZANILMIŞ HAK DEĞİLDİR görüşü yerinde bir tespit olarak karşımızda duruyor. 

         Miras konusunda da ne yazık ki durum aynı… Bir ailede miras pay edilirken kızlar insandan sayılmıyor. Ailenin sahip olduğu taşınır taşınmaz zenginlikler yalnızca erkek kardeşler arasında paylaştırılıyor. 

          Kızmayacağım diyorum ama kızmadan da edemiyorum; 8 Mart’larda binlerce kadını alanlara toplayanlar neden bu gerçeklerden söz etmiyorlar? Neden kadınları bu erkek egemen anlayışa karşı mücadeleye çağırmıyorlar? Feodalizm ve onun fosilleşmiş değerleri hesaplaşılması gereken bir olgu değil mi? Kırsal kesim kadının gelişiminin önünü bu köhnemiş değerler tıkamıyorlar mı? 8 Mart’larda buna neden vurgu yapılmaz da, kadın sorunuyla ilgili olmayan sloganlar bu zavallı kadınlara attırılır. 8 Mart dünyanın emekçi kadınlarına ithaf edilmemiş mi yoksa? Ya da bizim kadınlarımız yeterince emekçi değiller mi? Hele kırsal kesim kadını! (O kadın ki sabah erkenden kalkar koyunları sağar; hızla eve döner kahvaltıyı hazırlar. Ardından çamaşıra koşar, daha sonra altını kirleten çocuğunu temizler. Bu arada öğlen yemeğini hazırlamak zorundadır. Tarlada çalışan kocası ve onun kardeşleri birazdan yemeğe geleceklerdir. Derken öğlen olur ve koyunların bir kez daha sağılması gerekmektedir. Bir de bakar ekmek bitmiştir. Hemen hamuru yoğurur ardından tandırı yakar. Hamur ekşimede iken erkeklerin yemeğini verir. Akşam koyunlar meradan dönünce bu kez de akşam sağımını gerçekleştirir. Ardından akşam yemeğini yapmaya koyulur. Yemek, çay, çamaşır derken yatma zamanı gelir. Yorgun ve bitkindir, ancak yatakta yine de kocasının tecavüzünden kurtulamaz!) Ya da şöyle söyleyelim, bu tür etkinlikleri (8 Mart) düzenleyen erkekler kendi ailelerinde kadının kazanılmış yasal haklarını savunabiliyorlar mı? Örneğin baba, malları çocukları arasında pay ederken bu ‘aydın’ kişiler çıkıp şunu söyleyebiliyor mu: “Dur baba; sen aile zenginliğini sadece biz erkek kardeşler arasında paylaştıramazsın; kız kardeşlerimizin de bu mirasta hakkı var.” 

       Bırakın köylü ‘aydınlarımızı’, ütülü pantolon giyen, kravat takan, hatta protokollerde yer alan şık, yeri geldiğinde Avrupa’yı ve Avrupa demokrasisini çözüm adresi olarak gösteren, sözüm ona, şehirli demokrat ‘aydınlarımız’ acaba o medeni cesareti gösterebiliyorlar mı? 

       Peki ya asıl sorumlu olan devlet bu konuda ne yapıyor? Cumhuriyetin neredeyse yüzüncü yılını kutlama hazırlıkları başlamak üzere. Yüzüncü yıl törenlerinde toplumun karşısına bu tabloyla mı çıkacaklar? Kadın konusunda büyük bir vizyona sahip Mustafa Kemal’in Türkiye’sinde kadınların hala para karşılığında satılmaları, mirastan men edilmeleri ve gittikçe sosyal yaşamdan dışlanmaları gerçeği bu devleti yönetenlerin yüzünü hiç mi kızartmayacak? 


       Eyyüp ALTUN
       Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart - Nisan 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder