Bugün pazartesi. Saat 4.30 itibariyle güneş doğdu. Ve
ben her şeye rağmen saat 4.30’da göl kenarına, yerime, gelmeyi başarmışım.
Karlı dağların arkasından bütün narinliğiyle güneş uyanıyor. Ben ise her
zamanki gibi sayıyorum:
ikiyüzellialtı,
ikiyüzelliyedi, ikiyüzellisekiz, ikiyüzellidokuz, …
Güneşin parlak ışıkları beyaz kar tanelerinde
yankılanıyor. Bütün güzelliğiyle yeniden doğan güneş, yansımasını göl üzerinden
izlettirmek için yavaş yavaş hazırlanıyor. Şeffaf mavide kızılın can bulmasıydı
yakamoz. Desen desen nakşediyor kızıllığını maviye…
Sabahın soğuk havası ciğerlerime dolarken aklımı
kurcalayan bin türlü düşünceyle devam ediyorum saymaya:
binonüç,
binondört, binonbeş,binonaltı, …
Masmavi bir göl, sonu ufuk çizgisinde olan bir
enginlik ve hemen yan tarafında başı karlı mağrur dağlar. Ve sonsuz mavilikteki
dalgalar… İçinde ne barındırdığı hiçbir zaman bilinmeyen dalgalar, bütün
azametiyle kıyıya vuruyor. Dalgalardan birkaç santim uzakta oturan ben bütün bu
güzellikler karşısında mest olmuşken, içimdeki derin sızıyı unutmuşçasına devam
ediyorum…
binyediyüzkırkbir,
binyediyüzkırkiki, binyediyüzkırküç, binyediyüzkırkdört, …
Her şeyden kaçıp içimdeki umuda geldiğim yerdeyim. Hiç
kimsenin anlayamayacağını anlatabildiğim yerde. Ser verdiği halde hiçbir
sırrımı vermeyen gölle, dostumla, beraberim. Ben anlatıyorum, o da dinliyor.
Ama yadırgamaksızın. Bazen deli deli kıyıya vururken bazen sakince boyun eğiyor
olanlara. Ve ben hayatta bulamadığım cesareti onda buluyorum. Bir ümit deniyorum
şansımı, ihtimal bu ya, olur da…
ikibinikiyüzdokuz,
ikibinikiyüzon, ikibinikiyizonbir, ikibinikiyüzoniki, …
Kafamı kaldırıp etrafıma bakıyorum, büyük bir çukurun
ortasında oturmuşum. Düşünceler, konuşmalar, dertleşmeler saatlerimi almış,
farkına varmamışım. Güneş tam tepeyi geçeli epey olmuş. Bütün gün yeryüzünde
olanları izlemekten yorulmuş, yavaş yavaş tükeniyorken nazenin ışıkları… Son
bir defa daha:
ikibindokuzyüzdoksanaltı,
ikibindokuzyüzdoksanyedi, ikibindokuzyüzdoksansekiz…
Her gün buraya geliyorum çünkü o yemyeşil gözlerin
karşısında konuşamıyorum. Kalbimin sesinden kelimeleri bulamazken, ‘o’na, derdimi
nasıl anlatabilirim? ‘O’nun karşısında afallıyor öylece kalakalıyorum. Seni …
Seni … Seni … Seni seviyorum diyemiyorum bir türlü. Ve soluğu burada alıyorum.
Beni her daim dinleyen göl, güneş, dağ karşısında onun güzelliğini
anlatabileceğim güzellikler karşısında saatlerce konuşuyor, düşünüyor bazen
gülüyor sıklıkla ağlıyorum. Sonra derdime derman, kanımda bir damla cesaret
bulamayınca başlıyorum taşlardan ve gölden bir teselli, bir umut bulmaya.
Ve elime aldığım üçbinyetmişdördüncü taşı da göle
atarken seviyor diyordu bütün yüreğim. Sonra üçbinyetmişbeş sevmiyor diyordu ve
tekrar üçbinyetmişaltı seviyor…
Bir umuttu benimki, bitmesini istemediğim. İşte bu
yüzden sonu hiç gelmesin taşların, umudum hiç bitmesin. Elimdeki her bir taşı
atarken sonsuzluk emsali göle, soruyorum kalbimi ağrıtan o soruyu:
O
da beni seviyor mu?
Nejla TİRYAK
Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart Nisan 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder