30 Aralık 2012 Pazar

Şehrin Bakışları

Şehrini, ülkesini terk edip bir daha geri dönmeyi hiç düşünmeyen insanlar vardır. Bazen düşünürüm neden geriye dönmek istemediklerini. Bir şehirden kaçıp gitmek; acıtan bir geçmişten kaçmaktır bazen. Hele küçük kasabalar, insanların diğerlerinin sırlarına bir biçimde tanık olduğu taşralı hayatlar... İnsanlar,  bazen hiç de kendilerinin sorumlu olmadığı hikâyelerden utanç duyabilirler. Kısır hayatların gözaltında boğulabilirler. Başkalarının cehennem olduğu sözü daha da doğrudur oralarda. Taşralı yaşantılarda,  dedikodu önemli bir parçası sayılır hayatın. Oraların sıkıcı günlerini eğlenceli hale getirir.
Benim çocukluğum da böyle bir ortamda geçti. Savaşın ve onun sorunlarının bunalttığı, sıkışmış bir küçük toplumun insanları arasında.
O sefil çocukluk günlerimin tanıkları ile karşılaşmak bazen ürpertir beni... İnsanın daha çok da büyüdüğü şehirde karşısına çıkar bu...  Birden birileri size dair bir anısını anlatıverir. Belleğin çok da güvenilir olmadığını, seçicilikle anımsadığımızı, anımsamalarımıza pek çok yabancı faktörün karıştığını ve anılarımızın film yönetmeni olduğumuzu biliyorum ama yine de gerçeğe dair önemli ipuçları verebiliyor bir başkasının size dair hikâyesi. Birden irkilebiliyorsunuz, belleğinizde silikleşmiş izlerini bulduğunuz ya da bir türlü anımsayamadığınız bir yaşanmışlığı dinlerken.
Bazen geçmiş denen o yabancı ülkede, birlikte var olduğunuz ya da siz bundan habersizken sizi onun sisli sokaklarında gözleyen yabancılar çıkıyor karşınıza.
Sadece tek bir cümle söylüyorlar;  Örneğin : “İlkokuldaydık. Hepimizin siyah ayakkabıları vardı ama sen okula lame ayakkabılarla gelirdin. Annenden gizli mi giyerdin onları; bilemiyorum” gibi... Bir türlü anımsayamadığım o pabuçlar; bana yalnızca çocukluğumun savaş sonrası döneminde annemin depresyonunu ve ilgisiz bırakılmışlığımı hissettiriyor; birden içim acıyor. Sonra başka çocukluk görüntülerini çağrıştırıyor bu ve hemen kaçmak istiyorum oralardan.
Herşeye rağmen çocukluğumun mekânlarına karşı duyduğum bu gönül bağı nedendir bilemiyorum. Çocukluğumu ve ilkgençliğimi yaşadığım evlerin önünden geçerken kayıtsız kalamam. Uzak hayallere dalarım oralarda. İllaki odamın bulunduğu pencereye doğru bakarım ve bir zamanlar o pencereden hayatı seyreden küçük kızı selamlayıp şimdi orada kimlerin yaşadığını merak ederim.
Kıbrıs’ın güneyinde yaşamaya başladığım yıllarda; henüz karşılıklı geçişler başlamamışken üç uçak değiştirerek varabiliyordum adanın kuzey yarısına. Lefkoşa’dan Atina’ya, Atina’dan Istanbul’a ve Istanbul’dan Lefkoşa’ya. Dünyanın bu en uzun elli metresini bir günde geçip aynı şehirden aynı şehire gidiyordum. Böylesi gidişlerin birinde göçmen evimizin olduğu sokağa sürüklemişti ayaklarım beni ve pencereme doğru dalgın dalgın bakarken ardımdan birinin “Neşeli” diye çağırdığını işittip donakalmıştım.
Bu yalnızca babamın kullandığı bir hitaptı çünkü... Çocukluğumda “Neşeli” diye çağırırdı beni. Bazen de takılmak için “Safinaz” derdi. “Saf naz” anlamında... Arkamı dönüp baktığımda babamın berberini görmüştüm. “Neşeli” diye çağıran oydu. Beni yıllardır görmediğini ama pek değişmediğimi söylüyordu. Çocukluk odamın penceresine bakarken yakalandığım için yüzüm kızarmıştı.
Yine de, onu görmek mutlu etmişti beni.1974’ten sonraki demografik değişimlerle çocukluk sokağım öyle çok değişmişti ki orada geçmişi anımsatan birine rastlamak iyi gelmişti. Artık çok uzaklardaki çocukluktan bir armağan gibi...
Çocukluğumda dolaştığım bazı sokaklar pek bozulmamış. Şehrin surları içindeki bu mahallelerdeki evler çok varisli olduklarından satılamıyor; pek çoğu restore edilmeden duruyorlar. Türkiyeli göçmenlere ucuza kiralanıyor buralar...  Açık bırakılmış kapılardan ev içlerindeki yoksul yaşantıları görebiliyorum. Tıpkı küçüklüğümdeki gibi... Sokaklarda çocuklar oynuyor.
Yıkılan bir ev, kesilen bir ağaç nasıl da üzer beni... Ağaçlardan benim de çok arkadaşlarım olmuştur ve onların kesildiklerini gördüğümde ağlamışımdır.
Güneydeki daireme ilk taşındığımda apartmanın iki yanında yaşlı çiftlerin yaşadığı bahçe içinde güzel evler vardı. Onların birbiri ardına ölümüne ve o evlerin yıkılarak yerlerine apartmanlar dikilmesine şahit oldum. İlk zamanlar Beşparmak dağlarını ve muhteşem bir günbatımı görüyordum salondan. Apartmanın önündeki boşlukta yağmurlarla birlikte daha bahar gelmeden papatyalar açardı ve mor salkımlı bir ağaç bana dizeler fısıldardı. Oysa artık sadece binalar görüyorum.
Bir zamanlar yoksulluğun koruduğu Kıbrıs’ın Kuzeyi de referandum sonrasındaki furya ile vahşi bir şantiyeye, sonra da villaların böbürlenip durduğu, yeşilin günden güne azaldığı bir kıyım alanına dönüşmüş durumda.
İçimi yaşama sevinciyle dolduran o güzelim Girne şimdi başka bir yer sanki.
Yağmalanan sadece ülke değil; ruhlarımız aynı zamanda...
Lefkoşa’daki bölünmeyi hep bedenimde hissetmişimdir. Şehrin yasak ve düşman yarısına bakarken içim acımıştır. Geçişler başladığında ise tıkanmış, bloke olmuş enerjinin akmaya başladığını ve garip bir biçimde bedenimdeki gerginliğin gittiğini duyumsamıştım.
Artık çocukluk odamın pencerelerine bakmak için üç uçak değiştirmem gerekmiyor ama birgün belki orası da yıkılacak ve yerine başka bir bina dikilecek.
Çocukluk şehrim, belki bir gün bana, bir zamanlar ruhumun derinlerine dalar gibi sevgiyle bakan bir sevgilinin, başka bir kadına gittikten sonraki donuk, yabancı bakışlarıyla bakacak.

Neşe YAŞIN
Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart Nisan 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder