Öylesine kar yağdı ki, her taraf bembeyaz
oldu. Evlerin çatıları kar yüklendi, sokaklar silme karla kaplandı. Hiç ayak
izi değmedi karın üstüne. Kimse yok ki köyde iz olsun... Koca köy son otuz
yılda tamamen boşaldı, hiç kimse kalmadı. Hepsi çıkıp gittiler kentlere. Bir
tek o kaldı köyde. Bir tek Sultan kaldı koca köyün içinde. Çevredeki köyler de
boşaldı. Munzur dağlarının önündeki küçük düzlüklerde yaşam mücadelesi veren
köylüler dayanamadılar, çıkıp gittiler kentlere. Giden köyde kalanı çağırdı,
herkes kentin yolunu tuttu. Sultan Bacı inat etti. “Ben burada doğdum, burada
yaşadım, burada öleceğim.” dedi ve köyü
terk etmedi. İstanbul’daki çocukları iş sahibi olmuşlardı. Yalvardılar
yakardılar ama onu köyden koparamadılar. “Gelmem.” deyip diretti.
Tek başınaydı köyün içinde. Kar da çok sıkı
yağmıştı. Köyün yolu çoktan kapanmıştı. Sabah uyandığında her günkü gibi odun
sobasını ateşledi. Ardıç odunları geldi şansına; öylesine çatırdadılar ki,
reçinenin kokusu odayı sardı. Demliğini sobanın üstüne koyup kuşunu beklemeye
başladı. Daha kendisi kahvaltı yapmadan kuşun yiyeceğini hazırlamıştı. Biraz
ekmek kırıntısı, bulgur ufağı vardı tabağında. Güneş karın üstüne düşüp her bir
yeri ışığa boğduğu anda küçük kuş gelip pencerenin önünde ki tahtaya kondu.
Orada kar yoktu. Kar birikse, Sultan Bacı orayı hemen temizlerdi. Çünkü tek
arkadaşının gelip konduğu yerdi orası. Küçük serçe, tabağındaki ekmek
kırıntılarını, bulgur ufaklarını yemeye başladı. Sultan Bacı, pencerenin camına
yaklaşarak, “Nerede kaldın benim kızım. Seni merak ettim.” dedi ve anlatmaya
başladı:
“Ne
güzel kar yağdı değil mi? Bak her taraf bembeyaz, karşı mahallenin çatılarında
kar ne güzel asılıyor saçaklardan.
Derenin içi de dolmuş. Aktepe de amma kar almış! Kim bilir kaç metre kar
vardır orada. Gece fırtına vardı, hep seni düşündüm. Benim kızım üşüdü mü diye
öyle merak ettim ki… Keşke gelip odama girsen, beraber yaşasak ne güzel olur.
Kaç kez pencereyi açtım ama gelmedin. Dışarısı soğuk, üşüyeceksin kızım.”
Sonra,
bir kez daha pencereyi açıp onu odaya davet etti ama o, evin önündeki ağacın dalına kaçtı.
“Bak
işte yine gelmedin.” dedi.
Pencereyi
kapatınca, yeniden kanat çırpıp tahta bölüme kondu serçe. Güneş yükselmiş,
pencerenin önü ısınmıştı. Kısılıp kendini güneşin sıcaklığına verdi. Sultan Bacı
hayran hayran baktı ona. Kendisini dinleyeceğini biliyordu, başladı anlatmaya:
“Bu
köy böyle miydi kızım. İnsanla gümbür gümbür ederdi. Karşı mahalleden köyün
ortasına akın akın gelirdi erkekler. İki yakanın erkekleri caminin önünde gün
boyu oturur, sohbet ederlerdi. Ahırlarda inekler, koyunlar vardı. Ata binerdi
delikanlılar, yolları yarıp geçerlerdi. Kayıkçı her gün Fırat kıyısına iner,
ilçeye gidenleri karşıdan karşıya geçirirdi. Nereden çıktı bu İstanbul; biri
gitti, öbürleri de onun peşinden… İşte böyle kaldık burada, bir sen bir ben.”
Kuşun
karnı doymuştu, uçup gitti pencerenin önünden. Sultan Bacı sustu, sedirin
yastığına iyice yaslanıp akşamı beklemeye başladı. Gün döndü, ışık dağın ucuna
doğru çekildi.
Güneşin
aşıp gittiği tepe Fırat’ın karşı yakasındaydı. Köy, beri yakadaydı. Fırat
kıyısından başlayıp Aktepe’ye kadar süren yamacın ortalarındaki düzlüğe
kurulmuştu köy. Tepe çıplaktı, tepenin
biraz aşağısında çalılar, kuş üzümleri, Borçak oymakları vardı. Sonra meşe
ağaçları başlardı. Meşe ağaçları, ilkbaharda öylesine yeşil açar ki zümrüt gibi
parlar. Yaz gelince renkler koyulaşır, sararıncaya kadar öylece kalırdı. Karın
bitişiğinde nergisler açar renk renk. Yumuşayan karı yarıp çıkan sümbüllerin
kokusu tüm tepeyi sarardı. Aktepe’nin önündeki düzlükte küçük tarlalar yer
alır. Köy düzlüğün arkasında, derenin iki yakasına kurulmuştur. Dere ilkbaharda
coşar, günlerce patırdayarak akardı köyün ortasından... Sesinden çocuklar
ürker, yaşlılar pencereye kulaklarını verip sesini dinlerlerdi...
Dere
Fırat’a kadar gider, derenin kıyısından başlayan yol Fırat’ın kıyısında son
bulur. Köyün cıvıl cıvıl olduğu günlerde insanlar bu yolu kullanırlardı. Meşe
ve ardıç ağaçlarının arasından geçen yolu kat edenler Fırat kıyısında bekleyen
sala binerek karşıya geçerlerdi. Fırat’ın göl olmasından sonra köprü kuruldu,
kentlere başlayan göç daha da hızlandı. Köydeki yaşamın güçlüğüne
dayanamayanlar, kentin kolaylıklarını bulanlar, bir bir gittiler. Öyle ki köyde
bir tek Sultan kaldı. Sultan yetmiş yaşında, uzun boylu, çatık kaşlı,
dediğinden dönmeyen korkusuz bir kadındı.
Bir
gece daha geçip gitti Sultan’ın yaşamından.
Aktepe’den
doğan güneş bir kez daha ışıttı köyü. Sultan, pencerenin önüne kuruldu.
Serçe
geldi, tabağın kıyısına ilişti. Sultan bu kez ilk aşkını anlattı bir itirafta
bulunur gibi:
“Komşumuz
Hamdi vardı, ben onu severdim. Deli gibi severdim onu... Ama sevmek nasıl
biliyor musun; bir iki dakika göz göze gelmekti o zamanlar. Bir iki dakika göz
göze gelmek için neler yapardık neler… Hamdi bizim sokaktan geçerken ben de
bahane bulur aşağı inerdim. Birbirimize bakardık.
Hamdi’nin
babası öldü, evin yükü onun üstüne kaldı. Annesini çok severdi, ona bakmak için
çırpınır dururdu. Köyden dutu yükler,
Kuruçay’a götürür, buğdayla değişip dönerdi. Annesi bir yıl dul
kaldıktan sonra, karşının Hasan’ı ile evlenmeyi kabul etti. Hamdi’nin Kuruçay’a
dut götürdüğünde, Hasan’ın evine gitti Güllü...
Hamdi
buğday yükü ile döndüğünde Kuruçay’dan,
şu karşıdaki köprünün üstünde ‘Anan evlendi,’ dediler... Öylece kaldı
Hamdi orada. Sabahtan akşama kadar taş kesti köprünün üstünde. Anası haber etti,
gelsin diye, köyün büyükleri çağırdılar,
‘Etme gel,’ dediler ama Hamdi’yi oradan sökemediler. Taş kesti Hamdi köprünün
üstünde. Eşeği de yükü ile öylece durdu. Akşam olurken Hamdi eşeğin üzerindeki
yükün iplerini gevşetti, buğday çuvalları köprünün üstüne düştü. Köprüden
geriye döndü, Fırat’a doğru inen köyün ana yolundan aşağı koşmaya başladı.
Aylarca yıllarca haber alınmadı ondan. Yıllar sonra, zengin olmuş diye haber
ulaştı köye.
İşte
böyle gitti köyün insanları. Buradaki güçlüğe dayanamadılar.”
Başını
pencereye dayamış, serçeye geçmişi anlatıyordu Sultan Bacı. Bir baktı ki kuş
yok.
“Yine
kandırdın beni, kaçtın.” dedi gülerek.
Güneş
köyün üstünden gitmiş, rüzgâr çıkmıştı. Pencereler tıkırdamaya başlamış, soba
da sönmüştü. Sofaya çıkıp oraya yığdığı odunlardan bir kucak daha getirip
sobayı ateşledi.
Akşamlar
güçtü. Kuş da gidiyordu, yalnızlık alabildiğine yoğun geçiyordu. Karanlığı
sevmiyordu ama günün sonu karanlıktı işte... En çok karanlık olunca kendi
kendine hesaplaşıyordu; geçmiş günleri, yaşamını bir bir sorguluyordu. Oğulları
ne çok ısrar etmişlerdi ona. Gerçi birisi öyle ısrarcı olmamıştı ama çok söylemişlerdi,
“Gel anne, köy boşaldı. Koca köyde yalnız başına yaşayamazsın.” diye.
“Ömer’i
bırakamam burada. O İstanbul’da kalmadı da benim yanıma geldi. Nasıl bırakır
giderim. O yukarda mezarlıkta yatıyor, nasıl garip bırakırım onu...” dedi,
uyudu…
Ertesi
sabah, sobasını yakıp kuşun yemini hazırladı. Pencerenin önüne geçti. Rüzgâr
devam ediyordu, kuş hızla gelip pencerenin önüne kondu. Yem yerken kısılıyordu.
Sultan Bacı anlatmaya başladı:
“Hava
soğuk, yel de esiyor, çok üşümüşsün kızım. İyi ki sen varsın, sen olmasan ben
ne yaparım. Oğullarım gel diyorlar durmadan. Seni nasıl bırakıp giderim, Ömer’i
nasıl bırakırım, o yukarıda, mezarlıkta yatıyor. Benim için İstanbul’dan çıkıp da
geldi. Hamdi’den sonra kimseyi sevemem dedim ama Ömer istedi beni. Çeşmeye, suya
giderdim her sabah, on sekiz yaşındaydım... Ömer bana bakmış pencereden ‘Amcazadem,
niye başkasına gitsin ki Sultan.’ demiş, beni gelip istediler. Babam beni
başkalarına vermek istemiyordu zaten. Amcazade oğluna hemen verdiler... Düğün
dernek kuruluncaya dek çok da konuşamadık. İlk kez gerdek gecesinde eli elime
değdi. Eti etime değince yanıp tutuştum, çok sevdim onu. O da beni sevdi. Sonra
köydeki gençler bir bir İstanbul’a gidip de para kazanıp dönünce, o da
dayanamadı ve çıkıp gitti İstanbul’a.
Her yıl izine geldi. Ben evi çekip çevirdim. Tarlada ekin yoldum,
inekleri sağdım. Çocukları büyüttüm. On bir ay onu beklediğim için çok
heyecanlanıyordum. Geldiğinde sabahlara dek sevişiyorduk yukarıdaki gelin
odasında.
Oğullarımı
büyüttüm. Bize çok iyi baktı Ömer. Hep para gönderdi ama çok yoruldu, çok
hırpalandı. Aniden hastalanmış ve hastaneye yatırmışlar. Öleceğini anlayınca, ‘Ölürsem
köye götürün, Sultan’ın yanında olayım.’ demiş. Beni bırakmadı, geldi burada
yatıyor şimdi karların altında. İyi ki sen varsın kuşum...”
Kuş,
yemini bitirmişti, kanat çırpıp gitti.
Her
sabah kuşunu beklerdi Sultan... Biraz gecikse, çıkar evin çevresine bakardı.
Kuş gidince hamurunu yoğurur, ekmeğini fırınlı sobasında pişirirdi. Kışın
yetecek kadar erzak vardı evinde. “Nur içinde yatsın Ömer, ondan kalan maaşla
evimi dolduruyorum.” derdi.
Her
sabah geçmişini anlatıyordu kuşa...
“Kızım
öyle kalabalıktı ki köy... Çift çift öküzler vardı. Yazıları sürer, ekin ederdi
köylüler. Yazılardaki üç beş tarla, köyün önündeki dutluklar, ahırdaki birkaç
keçi, birkaç koyunla geçinir giderlerdi. Ne zaman ki bu İstanbul çıktı, bir bir
gitti köyün insanı. Kimileri zengin oldu, kimileri kentin kıyılarında geçim
derdine düştü. Kimileri bitip tükendi kentin içinde, yine de dönmediler köye. Ama
köyü unutmadılar gidenler. Her biri evinin toprak damlarını çinko ile kapattı
yıkılmaması için. Köy bomboş ama evler ayakta işte.”
Kar,
soğuk, fırtına git gide artıyordu. Çinko çatıların ucundan sarkan buzlar nerede
ise yere değecekti. Küçük kuş hiç aksatmadan her sabah pencerenin önüne
geliyordu. Sultan, ona her sabah başka bir şey anlatıyordu.
“Kızım,
iki oğlum oldu, nur topu gibi. Onları bu evde büyüttüm. Çok sevdim onları.
Sırtıma vurup gezdirdim. Nereye gidersem gideyim onları yanımda götürdüm. Yemedim
yedirdim, delikanlı oldular, bıyıkları terlediğinde sanki kadermiş gibi onlar
da gittiler İstanbul’a.
Babaları
iş buldu, çalıştılar ikisi de. Evlendiler, düğünlerine gittim. İstanbul ne
büyük yer… Şaşırıp kaldım; ne kadar ev, ne kadar insan var. Sokaklarda insanlar
birbirine değiyor. Sokaklarda gezemedim, yüreğim düğüm düğüm oldu. Nefes
alamadım. Bir denizi sevdim. Deniz çok güzel, masmavi. Kuşlar da çok yakışıyor.
Bembeyaz kuşları çok sevdim, hep el salladım onlara… Oturamadım. Ömer dedi ki, ‘Bak,
herkesin karısı geldi burada oturuyor. Sen de kal benim yanımda, birlikte
oturalım burada. Bak, oğulların da burada,’ dedi. Hep böyle dediler. ‘Yok,’
dedim Ömer’e, ‘ben kalamam, ben köyüme, evime gideceğim.’
Trene atladığım gibi geri döndüm. Oğullarımdan
Haydarpaşa’da ayrılırken çok üzüldüm. Yolda uzun uzun ağladım. Kendi kendime
kızıp celallendim. ‘Ben deli miyim?’, dedim, ‘neden kalmadım onlarla?’, dedim. Ama
yapamazdım orada yaşayamazdım köyümü bırakamazdım. Anamın babamın mezarı
buradaydı. Tüm gençliğim burada geçmişti.
Döndüm geldim evime. O zamanlar beş on kişi vardı köyde. Onların birkaçı
öldü, bir ikisi oğullarının yanına gittti ve üç kişi kaldık. Karşıda Fatma Bibi
vardı, derenin kuyusundaki evde de Kasım yaşardı.
Fatma Bibi’yi çok severdim. Nefes darlığı vardı
onda. Hep hastaydı. Her sabah sobasının yanmasını beklerdim. Odadan dışarı
çıkan soba borusundan duman çıktığında rahatlardım. Bazen el sallardık
biribirimize. Fatma Bibi hep ‘gel’ ederdi eliyle. Onu kıramazdım, kalkıp
giderdim.Sarı bir kedisi vardı. Çok severdim kedisini. ‘İyi ki kedin var, bak
sana yoldaş oluyor.’ derdim. Bir sabah sobası yanmadı Fatma Bibi’nin. Öğlene
kadar bekledim. Duman çıkmayınca kalkıp
gittim evine. Kapı hep açıktı, bir tel vardı kimsenin göremeyeceği bir yerde,
onu çekince kapı açılırdı. ‘Bu teli yaptırdım,
gelip kapıyı açasın.’ derdi Fatma Bibi. ‘Ölüp de bu odada kokmayayım!’
Gittim teli çekip, yukarı çıktım. Fatma Bibi yatakta cansız yatıyordu. Sarı
kedi başında, öylece bekliyordu. Hıckırarak ağladım baş ucunda. Kapı önüne
çıkıp Kasım’a seslendim. Kasım koşup geldi, o da ağladı benimle…
Komşu köye haber etti Kasım. Üç beş kişi gelip
cenazesini kaldırdılar. Birkaç gün sonra çocukları geldi İstanbul’dan… Evi
toparladılar, kapısını kilitleyip
gittiler. Sarı kedi yalnız kaldı, evin etrafında dolaşmaya başladı. Kaç kez
gittim yanıma getirmek için, bir türlü tutamadım. Yiyecek götürdüm birkaç kez,
aylarca dolaştı durdu evin etrafında. Her sabah ona bakardım, onu görünce
rahatlardım. Birkaç gün görünmez olunca merak ettim, kalkıp Fadime Bibi’nin
evinin önüne gittim. Kedi kafasını evin eşiğine koymuş öylece donmuştu. Kaskatı
kesilmişti. Bir çuvalın arasına koydum ölüsünü, kara aldırmadan mezarlığa kadar
gittim. Fadime Bibi’nin mezarının üzerindeki karı açtım ve oraya gömdüm. Ölüsü
ne oldu bilmiyorum, kurtlar yemiştir herhalde.
Bir yıl sonra Kasım da hastalandı. Çocukları
geldiler, onu zorla alıp gittiler köyden. İşte o günlerde bir ben kaldım bu
koca köyün içinde. Çokları, ‘Deli misin,’ dedi bana, ‘çık git,’ dediler ama ben
gitmedim. Gidemem buradan. Bu evi, bu köyü, Ömer’i terk edemem. Ömer her akşam
gelir yanıma, biliyorum. Gelir, beni bekler odanın içinde. Onun ruhuna ihanet
edemem…
Sen varsın ya kızım, nasıl terk ederim seni. Ben
gidersem sana kim yem verir burada.”
Saatlerce konuşmuştu…Pencereye baktı, kuş uçup gitmişti. Kendi kendine güldü Sultan
Bacı. Kalkıp sobasına bir iki dal daha attı.
Kar bir kez daha yağdı o gece. Donmuş karın
üzerine yağan kar daha çok tutuyordu. Nerede ise bir metre oldu karın
kalınlığı. Küreği alıp çeşmeye kadar giden yolu iki günde temizledi. Kardan
sonra, fırtına başladı. Öyle bir fırtına ki, karı alıp gökyüzüne çikarıyor,
sonra yeniden yağdırıyordu. Bembeyazdı her taraf. Kar fırtınası görünmez kıldı
köyün evlerini. Kuş titreyerek geldi, yemini güçlükle yedi ve hemen uzaklaştı.
Kuş olmayınca yalnızlığını daha çok hissetti
Sultan…Hiçbir şey görünmüyordu fırtınadan. Oysa evler ona güç verirdi, boş
evlerde oturanları sayardı bir bir. Kapalı pencerelerın arkasında hayatın var
olduğunu düşünür, yalnızlığını unuturdu. O
evlerin kapısından eskisi gibi insanlar çıkar, sokaklar dolar, hayat var
olurdu köyün içinde. Hiçbir şey göremiyordu, kar fırtınasının içine düşmüştü.
Dönüyor, dönüyordu. Rüzgar neredeyse çatıları sökecekti. En çok rüzgarın
sesinden korkuyordu; keskin, acı veren bir sese belenmişti dört bir yan. Soba
yanmadı. Ateş geri tepiyor, duman odanın içine doluyordu… Yatağına girip
yorganını başına çekti Sultan. Sabaha kadar titredi. Korkunç şeyler gördü
düşünde. Üstüne üstüne geldi, ejderhalar. Babaannesinin anlattığı öykülerin
içine düştü, kah al karısı kaçırdı kendisini kah dev…Herşey çatırdadı dışarda. Dev
onu alıp kaçırdı dağlara doğru, uçsuz bucaksız kar deryasının içine bıraktı.
Titredi
titredi.
Ağaçlar devrildi çatılar uçtu. Yatağın içindeydi
ama dışarıda olanlara katılmıştı ruhu. Parça parça oldu yatağın içinde.
Karanlık üstüne üstüne geldi. Şafak sökerken
fırtına dindi, sessizlik
sardı odanın içini. Çırpınan yüreğine
huzur indi, gevşedi. Karın buzun arasından çıkıp yemyeşil bir düzlüğün içine
indi. Yeşillere sarıldı. Uyuyup kaldı. Öğlene dek uyudu. Yataktan fırlayıp
güneşe baktı hemen. Güneş köyün üstüne gelmişti neredeyse. Kar, cam gibi
parlıyordu, fırtına buz yapmıştı karın üstünü.
“Kuşum aç kaldı,” dedi. Hemen
tabağını alıp bulgur ufağı doldurdu, pencereyi açıp önüne koyarak beklemeye
başladı. Saatlerce bekledi, kuş gelmedi. Pencereyi açıp, “Kızım,” diye
seslendi. Ne gelen vardı ne giden. Güneş dağın ucuna iniyordu, pencereyi açıp
kafasını çıkararak dışarıya bakmaya başladı. İyice eğilince onu gördü, duvarın
dibinde kanatlarını açmış, öylece yatıyordu karın üstünde.
“Kuş da öldü.” dedi.
Taş kesildi pencerenin önünde. Pencereden
içeri giren soğuğu hissetmeden saatlerce ağladı.
Lütfi ÖZGÜNAYDIN
Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart Nisan 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder