13 Aralık 2012 Perşembe

Kuş da Öldü…


   Öylesine kar yağdı ki, her taraf bembeyaz oldu. Evlerin çatıları kar yüklendi, sokaklar silme karla kaplandı. Hiç ayak izi değmedi karın üstüne. Kimse yok ki köyde iz olsun... Koca köy son otuz yılda tamamen boşaldı, hiç kimse kalmadı. Hepsi çıkıp gittiler kentlere. Bir tek o kaldı köyde. Bir tek Sultan kaldı koca köyün içinde. Çevredeki köyler de boşaldı. Munzur dağlarının önündeki küçük düzlüklerde yaşam mücadelesi veren köylüler dayanamadılar, çıkıp gittiler kentlere. Giden köyde kalanı çağırdı, herkes kentin yolunu tuttu. Sultan Bacı inat etti. “Ben burada doğdum, burada yaşadım, burada öleceğim.”  dedi ve köyü terk etmedi. İstanbul’daki çocukları iş sahibi olmuşlardı. Yalvardılar yakardılar ama onu köyden koparamadılar. “Gelmem.” deyip diretti.
   Tek başınaydı köyün içinde. Kar da çok sıkı yağmıştı. Köyün yolu çoktan kapanmıştı. Sabah uyandığında her günkü gibi odun sobasını ateşledi. Ardıç odunları geldi şansına; öylesine çatırdadılar ki, reçinenin kokusu odayı sardı. Demliğini sobanın üstüne koyup kuşunu beklemeye başladı. Daha kendisi kahvaltı yapmadan kuşun yiyeceğini hazırlamıştı. Biraz ekmek kırıntısı, bulgur ufağı vardı tabağında. Güneş karın üstüne düşüp her bir yeri ışığa boğduğu anda küçük kuş gelip pencerenin önünde ki tahtaya kondu. Orada kar yoktu. Kar birikse, Sultan Bacı orayı hemen temizlerdi. Çünkü tek arkadaşının gelip konduğu yerdi orası. Küçük serçe, tabağındaki ekmek kırıntılarını, bulgur ufaklarını yemeye başladı. Sultan Bacı, pencerenin camına yaklaşarak, “Nerede kaldın benim kızım. Seni merak ettim.” dedi ve anlatmaya başladı:
“Ne güzel kar yağdı değil mi? Bak her taraf bembeyaz, karşı mahallenin çatılarında kar ne güzel asılıyor saçaklardan.  Derenin içi de dolmuş. Aktepe de amma kar almış! Kim bilir kaç metre kar vardır orada. Gece fırtına vardı, hep seni düşündüm. Benim kızım üşüdü mü diye öyle merak ettim ki… Keşke gelip odama girsen, beraber yaşasak ne güzel olur. Kaç kez pencereyi açtım ama gelmedin. Dışarısı soğuk, üşüyeceksin kızım.”
Sonra, bir kez daha pencereyi açıp onu odaya davet etti ama o,  evin önündeki ağacın dalına kaçtı.
“Bak işte yine gelmedin.” dedi.
Pencereyi kapatınca, yeniden kanat çırpıp tahta bölüme kondu serçe. Güneş yükselmiş, pencerenin önü ısınmıştı. Kısılıp kendini güneşin sıcaklığına verdi. Sultan Bacı hayran hayran baktı ona. Kendisini dinleyeceğini biliyordu, başladı anlatmaya:
“Bu köy böyle miydi kızım. İnsanla gümbür gümbür ederdi. Karşı mahalleden köyün ortasına akın akın gelirdi erkekler. İki yakanın erkekleri caminin önünde gün boyu oturur, sohbet ederlerdi. Ahırlarda inekler, koyunlar vardı. Ata binerdi delikanlılar, yolları yarıp geçerlerdi. Kayıkçı her gün Fırat kıyısına iner, ilçeye gidenleri karşıdan karşıya geçirirdi. Nereden çıktı bu İstanbul; biri gitti, öbürleri de onun peşinden… İşte böyle kaldık burada, bir sen bir ben.”
Kuşun karnı doymuştu, uçup gitti pencerenin önünden. Sultan Bacı sustu, sedirin yastığına iyice yaslanıp akşamı beklemeye başladı. Gün döndü, ışık dağın ucuna doğru çekildi.
Güneşin aşıp gittiği tepe Fırat’ın karşı yakasındaydı. Köy, beri yakadaydı. Fırat kıyısından başlayıp Aktepe’ye kadar süren yamacın ortalarındaki düzlüğe kurulmuştu köy.  Tepe çıplaktı, tepenin biraz aşağısında çalılar, kuş üzümleri, Borçak oymakları vardı. Sonra meşe ağaçları başlardı. Meşe ağaçları, ilkbaharda öylesine yeşil açar ki zümrüt gibi parlar. Yaz gelince renkler koyulaşır, sararıncaya kadar öylece kalırdı. Karın bitişiğinde nergisler açar renk renk. Yumuşayan karı yarıp çıkan sümbüllerin kokusu tüm tepeyi sarardı. Aktepe’nin önündeki düzlükte küçük tarlalar yer alır. Köy düzlüğün arkasında, derenin iki yakasına kurulmuştur. Dere ilkbaharda coşar, günlerce patırdayarak akardı köyün ortasından... Sesinden çocuklar ürker, yaşlılar pencereye kulaklarını verip sesini dinlerlerdi...
Dere Fırat’a kadar gider, derenin kıyısından başlayan yol Fırat’ın kıyısında son bulur. Köyün cıvıl cıvıl olduğu günlerde insanlar bu yolu kullanırlardı. Meşe ve ardıç ağaçlarının arasından geçen yolu kat edenler Fırat kıyısında bekleyen sala binerek karşıya geçerlerdi. Fırat’ın göl olmasından sonra köprü kuruldu, kentlere başlayan göç daha da hızlandı. Köydeki yaşamın güçlüğüne dayanamayanlar, kentin kolaylıklarını bulanlar, bir bir gittiler. Öyle ki köyde bir tek Sultan kaldı. Sultan yetmiş yaşında, uzun boylu, çatık kaşlı, dediğinden dönmeyen korkusuz bir kadındı.
Bir gece daha geçip gitti Sultan’ın yaşamından.
Aktepe’den doğan güneş bir kez daha ışıttı köyü. Sultan, pencerenin önüne kuruldu.
Serçe geldi, tabağın kıyısına ilişti. Sultan bu kez ilk aşkını anlattı bir itirafta bulunur gibi:
“Komşumuz Hamdi vardı, ben onu severdim. Deli gibi severdim onu... Ama sevmek nasıl biliyor musun; bir iki dakika göz göze gelmekti o zamanlar. Bir iki dakika göz göze gelmek için neler yapardık neler… Hamdi bizim sokaktan geçerken ben de bahane bulur aşağı inerdim. Birbirimize bakardık.
Hamdi’nin babası öldü, evin yükü onun üstüne kaldı. Annesini çok severdi, ona bakmak için çırpınır dururdu. Köyden dutu yükler,  Kuruçay’a götürür, buğdayla değişip dönerdi. Annesi bir yıl dul kaldıktan sonra, karşının Hasan’ı ile evlenmeyi kabul etti. Hamdi’nin Kuruçay’a dut götürdüğünde, Hasan’ın evine gitti Güllü...
Hamdi buğday yükü ile döndüğünde Kuruçay’dan,  şu karşıdaki köprünün üstünde ‘Anan evlendi,’ dediler... Öylece kaldı Hamdi orada. Sabahtan akşama kadar taş kesti köprünün üstünde. Anası haber etti,  gelsin diye, köyün büyükleri çağırdılar, ‘Etme gel,’ dediler ama Hamdi’yi oradan sökemediler. Taş kesti Hamdi köprünün üstünde. Eşeği de yükü ile öylece durdu. Akşam olurken Hamdi eşeğin üzerindeki yükün iplerini gevşetti, buğday çuvalları köprünün üstüne düştü. Köprüden geriye döndü, Fırat’a doğru inen köyün ana yolundan aşağı koşmaya başladı. Aylarca yıllarca haber alınmadı ondan. Yıllar sonra, zengin olmuş diye haber ulaştı köye.
İşte böyle gitti köyün insanları. Buradaki güçlüğe dayanamadılar.”
Başını pencereye dayamış, serçeye geçmişi anlatıyordu Sultan Bacı. Bir baktı ki kuş yok.
“Yine kandırdın beni, kaçtın.” dedi gülerek.
Güneş köyün üstünden gitmiş, rüzgâr çıkmıştı. Pencereler tıkırdamaya başlamış, soba da sönmüştü. Sofaya çıkıp oraya yığdığı odunlardan bir kucak daha getirip sobayı ateşledi.
Akşamlar güçtü. Kuş da gidiyordu, yalnızlık alabildiğine yoğun geçiyordu. Karanlığı sevmiyordu ama günün sonu karanlıktı işte... En çok karanlık olunca kendi kendine hesaplaşıyordu; geçmiş günleri, yaşamını bir bir sorguluyordu. Oğulları ne çok ısrar etmişlerdi ona. Gerçi birisi öyle ısrarcı olmamıştı ama çok söylemişlerdi, “Gel anne, köy boşaldı. Koca köyde yalnız başına yaşayamazsın.” diye.
“Ömer’i bırakamam burada. O İstanbul’da kalmadı da benim yanıma geldi. Nasıl bırakır giderim. O yukarda mezarlıkta yatıyor, nasıl garip bırakırım onu...” dedi, uyudu…
Ertesi sabah, sobasını yakıp kuşun yemini hazırladı. Pencerenin önüne geçti. Rüzgâr devam ediyordu, kuş hızla gelip pencerenin önüne kondu. Yem yerken kısılıyordu. Sultan Bacı anlatmaya başladı:
“Hava soğuk, yel de esiyor, çok üşümüşsün kızım. İyi ki sen varsın, sen olmasan ben ne yaparım. Oğullarım gel diyorlar durmadan. Seni nasıl bırakıp giderim, Ömer’i nasıl bırakırım, o yukarıda, mezarlıkta yatıyor. Benim için İstanbul’dan çıkıp da geldi. Hamdi’den sonra kimseyi sevemem dedim ama Ömer istedi beni. Çeşmeye, suya giderdim her sabah, on sekiz yaşındaydım... Ömer bana bakmış pencereden ‘Amcazadem, niye başkasına gitsin ki Sultan.’ demiş, beni gelip istediler. Babam beni başkalarına vermek istemiyordu zaten. Amcazade oğluna hemen verdiler... Düğün dernek kuruluncaya dek çok da konuşamadık. İlk kez gerdek gecesinde eli elime değdi. Eti etime değince yanıp tutuştum, çok sevdim onu. O da beni sevdi. Sonra köydeki gençler bir bir İstanbul’a gidip de para kazanıp dönünce, o da dayanamadı ve çıkıp gitti İstanbul’a.  Her yıl izine geldi. Ben evi çekip çevirdim. Tarlada ekin yoldum, inekleri sağdım. Çocukları büyüttüm. On bir ay onu beklediğim için çok heyecanlanıyordum. Geldiğinde sabahlara dek sevişiyorduk yukarıdaki gelin odasında.
Oğullarımı büyüttüm. Bize çok iyi baktı Ömer. Hep para gönderdi ama çok yoruldu, çok hırpalandı. Aniden hastalanmış ve hastaneye yatırmışlar. Öleceğini anlayınca, ‘Ölürsem köye götürün, Sultan’ın yanında olayım.’ demiş. Beni bırakmadı, geldi burada yatıyor şimdi karların altında. İyi ki sen varsın kuşum...”
Kuş, yemini bitirmişti, kanat çırpıp gitti.
Her sabah kuşunu beklerdi Sultan... Biraz gecikse, çıkar evin çevresine bakardı. Kuş gidince hamurunu yoğurur, ekmeğini fırınlı sobasında pişirirdi. Kışın yetecek kadar erzak vardı evinde. “Nur içinde yatsın Ömer, ondan kalan maaşla evimi dolduruyorum.” derdi.
Her sabah geçmişini anlatıyordu kuşa...
“Kızım öyle kalabalıktı ki köy... Çift çift öküzler vardı. Yazıları sürer, ekin ederdi köylüler. Yazılardaki üç beş tarla, köyün önündeki dutluklar, ahırdaki birkaç keçi, birkaç koyunla geçinir giderlerdi. Ne zaman ki bu İstanbul çıktı, bir bir gitti köyün insanı. Kimileri zengin oldu, kimileri kentin kıyılarında geçim derdine düştü. Kimileri bitip tükendi kentin içinde, yine de dönmediler köye. Ama köyü unutmadılar gidenler. Her biri evinin toprak damlarını çinko ile kapattı yıkılmaması için. Köy bomboş ama evler ayakta işte.”
Kar, soğuk, fırtına git gide artıyordu. Çinko çatıların ucundan sarkan buzlar nerede ise yere değecekti. Küçük kuş hiç aksatmadan her sabah pencerenin önüne geliyordu. Sultan, ona her sabah başka bir şey anlatıyordu.
“Kızım, iki oğlum oldu, nur topu gibi. Onları bu evde büyüttüm. Çok sevdim onları. Sırtıma vurup gezdirdim. Nereye gidersem gideyim onları yanımda götürdüm. Yemedim yedirdim, delikanlı oldular, bıyıkları terlediğinde sanki kadermiş gibi onlar da gittiler İstanbul’a.
Babaları iş buldu, çalıştılar ikisi de. Evlendiler, düğünlerine gittim. İstanbul ne büyük yer… Şaşırıp kaldım; ne kadar ev, ne kadar insan var. Sokaklarda insanlar birbirine değiyor. Sokaklarda gezemedim, yüreğim düğüm düğüm oldu. Nefes alamadım. Bir denizi sevdim. Deniz çok güzel, masmavi. Kuşlar da çok yakışıyor. Bembeyaz kuşları çok sevdim, hep el salladım onlara… Oturamadım. Ömer dedi ki, ‘Bak, herkesin karısı geldi burada oturuyor. Sen de kal benim yanımda, birlikte oturalım burada. Bak, oğulların da burada,’ dedi. Hep böyle dediler. ‘Yok,’ dedim Ömer’e, ‘ben kalamam, ben köyüme, evime gideceğim.’
Trene atladığım gibi geri döndüm. Oğullarımdan Haydarpaşa’da ayrılırken çok üzüldüm. Yolda uzun uzun ağladım. Kendi kendime kızıp celallendim. ‘Ben deli miyim?’, dedim, ‘neden kalmadım onlarla?’, dedim. Ama yapamazdım orada yaşayamazdım köyümü bırakamazdım. Anamın babamın mezarı buradaydı. Tüm gençliğim burada geçmişti.  Döndüm geldim evime. O zamanlar beş on kişi vardı köyde. Onların birkaçı öldü, bir ikisi oğullarının yanına gittti ve üç kişi kaldık. Karşıda Fatma Bibi vardı, derenin kuyusundaki evde de Kasım yaşardı.
Fatma Bibi’yi çok severdim. Nefes darlığı vardı onda. Hep hastaydı. Her sabah sobasının yanmasını beklerdim. Odadan dışarı çıkan soba borusundan duman çıktığında rahatlardım. Bazen el sallardık biribirimize. Fatma Bibi hep ‘gel’ ederdi eliyle. Onu kıramazdım, kalkıp giderdim.Sarı bir kedisi vardı. Çok severdim kedisini. ‘İyi ki kedin var, bak sana yoldaş oluyor.’ derdim. Bir sabah sobası yanmadı Fatma Bibi’nin. Öğlene kadar bekledim. Duman çıkmayınca  kalkıp gittim evine. Kapı hep açıktı, bir tel vardı kimsenin göremeyeceği bir yerde, onu çekince kapı açılırdı. ‘Bu teli yaptırdım,  gelip kapıyı açasın.’ derdi Fatma Bibi. ‘Ölüp de bu odada kokmayayım!’ Gittim teli çekip, yukarı çıktım. Fatma Bibi yatakta cansız yatıyordu. Sarı kedi başında, öylece bekliyordu. Hıckırarak ağladım baş ucunda. Kapı önüne çıkıp Kasım’a seslendim. Kasım koşup geldi, o da ağladı benimle…
Komşu köye haber etti Kasım. Üç beş kişi gelip cenazesini kaldırdılar. Birkaç gün sonra çocukları geldi İstanbul’dan… Evi toparladılar, kapısını kilitleyip  gittiler.  Sarı kedi yalnız kaldı,  evin etrafında dolaşmaya başladı. Kaç kez gittim yanıma getirmek için, bir türlü tutamadım. Yiyecek götürdüm birkaç kez, aylarca dolaştı durdu evin etrafında. Her sabah ona bakardım, onu görünce rahatlardım. Birkaç gün görünmez olunca merak ettim, kalkıp Fadime Bibi’nin evinin önüne gittim. Kedi kafasını evin eşiğine koymuş öylece donmuştu. Kaskatı kesilmişti. Bir çuvalın arasına koydum ölüsünü, kara aldırmadan mezarlığa kadar gittim. Fadime Bibi’nin mezarının üzerindeki karı açtım ve oraya gömdüm. Ölüsü ne oldu bilmiyorum, kurtlar yemiştir herhalde.
Bir yıl sonra Kasım da hastalandı. Çocukları geldiler, onu zorla alıp gittiler köyden. İşte o günlerde bir ben kaldım bu koca köyün içinde. Çokları, ‘Deli misin,’ dedi bana, ‘çık git,’ dediler ama ben gitmedim. Gidemem buradan. Bu evi, bu köyü, Ömer’i terk edemem. Ömer her akşam gelir yanıma, biliyorum. Gelir, beni bekler odanın içinde. Onun ruhuna ihanet edemem…
Sen varsın ya kızım, nasıl terk ederim seni. Ben gidersem sana kim yem verir burada.”
Saatlerce konuşmuştu…Pencereye baktı,  kuş uçup gitmişti. Kendi kendine güldü Sultan Bacı. Kalkıp sobasına bir iki dal daha attı.
Kar bir kez daha yağdı o gece. Donmuş karın üzerine yağan kar daha çok tutuyordu. Nerede ise bir metre oldu karın kalınlığı. Küreği alıp çeşmeye kadar giden yolu iki günde temizledi. Kardan sonra, fırtına başladı. Öyle bir fırtına ki, karı alıp gökyüzüne çikarıyor, sonra yeniden yağdırıyordu. Bembeyazdı her taraf. Kar fırtınası görünmez kıldı köyün evlerini. Kuş titreyerek geldi, yemini güçlükle yedi ve hemen uzaklaştı.
Kuş olmayınca yalnızlığını daha çok hissetti Sultan…Hiçbir şey görünmüyordu fırtınadan. Oysa evler ona güç verirdi, boş evlerde oturanları sayardı bir bir. Kapalı pencerelerın arkasında hayatın var olduğunu düşünür, yalnızlığını unuturdu. O  evlerin kapısından eskisi gibi insanlar çıkar, sokaklar dolar, hayat var olurdu köyün içinde. Hiçbir şey göremiyordu, kar fırtınasının içine düşmüştü. Dönüyor, dönüyordu. Rüzgar neredeyse çatıları sökecekti. En çok rüzgarın sesinden korkuyordu; keskin, acı veren bir sese belenmişti dört bir yan. Soba yanmadı. Ateş geri tepiyor, duman odanın içine doluyordu… Yatağına girip yorganını başına çekti Sultan. Sabaha kadar titredi. Korkunç şeyler gördü düşünde. Üstüne üstüne geldi, ejderhalar. Babaannesinin anlattığı öykülerin içine düştü, kah al karısı kaçırdı kendisini kah dev…Herşey çatırdadı dışarda. Dev onu alıp kaçırdı dağlara doğru, uçsuz bucaksız kar deryasının içine bıraktı.
Titredi  titredi.
Ağaçlar devrildi çatılar uçtu. Yatağın içindeydi ama dışarıda olanlara katılmıştı ruhu. Parça parça oldu yatağın içinde. Karanlık üstüne üstüne geldi. Şafak sökerken  fırtına dindi,  sessizlik sardı  odanın içini. Çırpınan yüreğine huzur indi, gevşedi. Karın buzun arasından çıkıp yemyeşil bir düzlüğün içine indi. Yeşillere sarıldı. Uyuyup kaldı. Öğlene dek uyudu. Yataktan fırlayıp güneşe baktı hemen. Güneş köyün üstüne gelmişti neredeyse. Kar, cam gibi parlıyordu, fırtına buz yapmıştı karın üstünü.
“Kuşum aç kaldı,” dedi. Hemen tabağını alıp bulgur ufağı doldurdu, pencereyi açıp önüne koyarak beklemeye başladı. Saatlerce bekledi, kuş gelmedi. Pencereyi açıp, “Kızım,” diye seslendi. Ne gelen vardı ne giden. Güneş dağın ucuna iniyordu, pencereyi açıp kafasını çıkararak dışarıya bakmaya başladı. İyice eğilince onu gördü, duvarın dibinde kanatlarını açmış, öylece yatıyordu karın üstünde.
“Kuş da öldü.” dedi.
 Taş kesildi pencerenin önünde. Pencereden içeri giren soğuğu hissetmeden saatlerce ağladı.

Lütfi ÖZGÜNAYDIN
Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart Nisan 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder