Maltepe’nin kalabalığı
arasında, bir program CD’si bulabilme gayretiyle girip çıktığım dükkânların birinin
kapısında, ansızın ablamla karşılaşıncaya dek, akşam yemeğinde balık yemek
aklımın ucundan bile geçmiyordu. Zaten balıklarla yolum çok ender kesişmiştir,
nadiren karşı karşıya gelmişizdir onlarla: bir akşam vakti, müdürüm ve önemli
birtakım müşterilerimizle birlikte çevresine dizildiğimiz, üzerine bembeyaz
örtülerin serildiği geniş masalarda, kocaman tabaklar içinde, başları
gövdelerinden ayrılmamış bir halde önüme gelmişlerdir hep. Bu gibi yemeklerde
genellikle deniz mahsulleri yenilmesi adet olageldiğinden, ben de ne yapayım
aykırı kalmamak için bu geleneğe ister istemez uymuş; balık kültürümün, bir
hamsiyi bir istavritten ayırt etmeye bile yetmediğini fark ettirmeme
gayretiyle, çoğunluğun istediğini sipariş etmişimdir boyuna. Önüme konan balığı
çatalla dürtüklemeden önce, onun başının döndüğü yöne doğru, en az onun kadar
kederle bakmışımdır sonra: yerden tavana dek uzanan yekpare camdan yapılma
pencerelerinin hemen dibinde, üzerine şehrin ışıklarının vurduğu bir deniz
uzayıp gitmektedir çünkü.
Minibüs sallandıkça midem ağzıma geliyordu. Sıkı sıkı yutkunmalarım, kendimi
sakinleştirmeye çalışmalarım da hiçbir işe yaramıyordu ne yazık ki! Keşke, diye
düşündüm, keşke yanımda bir poşet filan bulundursaydım; böyle durumlarda bir
can simidi görevi görüyor o küçük torbalar. Yeryüzündeki en değerli nesne
oluveriyorlar… Ama nerden bilebilirdim böyle bir durumla karşı karşıya
kalabileceğimi? Aç gözlülüğümün, doymak bilmezliğimin beni en olmadık anda
sıkıştıracağını, baş dönmesi ve mide bulantısıyla baş başa bırakacağını nereden
bilebilirdim?
Ablama, balık dışında da akşam yemeği için birçok alternatif olduğunu
söylememin, bunları bir bir saymamın, yolumuz üstündeki yeni açılan lokantaları
göstermemin de hiçbir işe yaramadığını ayrımsadığımda pes ettim. ‘Canım balık
çekiyor ne yapayım?’ dedi. ‘Döner filan yemek istemiyorum, sağlıklı bir şeyler
geçsin boğazımızdan.’ İyi geçsin, ben de isterim bunu, ama bu sağlık sadece
balıkta mı var? Hem madem o kadar sağlıklı, neden kendine faydası dokunmamış?
Tabağın içinde iki seksen yatar halde koyuyorlar önümüze, bu mu uzun ömürlü,
sağlıklı olmak? ‘Amma da saçmaladın şimdi, ne alakası var bu sözlerinin şimdi. Tamam,
tamam ya, kendi yemek paramı kendim veririm!’ dedi ablam. Aslında ettiğim
sözlerin çok elle tutulur yanı olmadığının farkındaydım, ama ne yapayım, balık
yemek istemiyor, bunun için mücadele veriyordum. Ve bu uğurda, beni amacıma
ulaştıracak tüm saçmalamalar mubah ve caizdi benim gözümde.
Ama ablam bu mücadeleye benden çok daha iyi hazırlanmış olmalı ki, kendimi bir
balık lokantasının önüne koyulmuş demir masalardan birinde buluverdim.
İneceğim köşeye doğru yaklaştı minibüs. Zorlukla kalktım koltuktan,
demirlere sıkıca tutunarak kapı önüne geldim ve inmek istediğimi söyledim. Kapı
açılır açılmaz attım kendimi dışarı; bir bahçe duvarına yaslanıp derin derin
nefes alıp verdim. Karşıdan karşıya geçtim. Kendimi dinliyordum bir yandan da:
ateşim çıkmıştı, boynum ve kulaklarım sıcacıktı; bir üşüme, bir ürperti de
sarıp sarmalamıştı bedenimi. Midemin bulantısı da iyice azıtmış, alarm
veriyordu. Ne yapmam gerektiğini düşündüm. Evime gitmem için, bir minibüse daha
binmem gerekiyordu; köşede onu bekliyor, bu halde yirmi dakikalık bu yolculuğu
nasıl gerçekleştireceğimi kara kara düşünüyordum. Tam o anda kusmak üzere
olduğumu fark ettim. Alelacele etrafa bakındım. Az ötede iki katlı bir pastane
vardı. Dışarıdaki masalarından birinde üç kişi oturuyor, içerideyse orta yaşlı
bir adam tezgâhın arkasında gazete okuyordu. Oraya doğru koşar adım yürüdüm.
Lokantanın plastikten peçetelikleri toz kir içindeydi. Çok uzun zamandır temiz
bir bezin değmediği belli olan bu nesneler, insanın yemek yeme kararlılığını
sekteye uğratıyorlardı; ablamın balık yeme isteğine yeni bir mazeret bulmuş
olmamak için önce bir şey söylemedim. Ama beş dakika sonra kendimi tutamayıp,
birkaç peçeteyi içinden alarak ‘bunu arkandaki masaya koyar mısın abla, gözden
uzak olmalarında fayda var’ dedim, o da hak verdi bana. Etrafta göz gezdirir,
mekândaki hoş olmayan görüntüler üzerine uzun uzun konuşur, ‘ben olsam’lı kimi
cümleler kurarken; gülüşüne gösterdiği özeni temizliğe gösteremeyen genç kadın
yemeklerimizi getirdi. Tabaktakilere kuşkuyla baktım bir süre; Ablam, yiyeceklerinin
bu kötü imajı biraz olsun sileceğini umarak önündeki levreği yemeye koyuldu.
Ben de bir hamsiyi aldım elime.
Pastanedeki adama selam verip bir sütlü kahve istediğimi, dışarıdaki
masalardan birinde oturacağımı söyledim. Hemen ardından, cümleme nokta bile
koymadan tuvaletin yerini sordum. On dakikalık, benim için oldukça zor geçen
bir süre kaldım içeride: dakikalardır kendini bedenimden dışarıya atmaya
çalışan o tüm yediklerimi çıkardım. Başım şakaklarımdan, bir mengenede
sıkıştırılıyormuş gibi feci halde ağrıyordu. Gözlerim yuvalarından fırlayacak
sandım bir an. Sonunda yüzümü yıkayıp aynaya baktığımda, gözlerimin kan
çanağına döndüğünü gördüm. Yüzüm bembeyazdı.
Bir daha buraya gelmeyelim
dedim ablama.
O da aynı fikirdeydi.
Soydan KIZGIN
Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart Nisan 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder