13 Aralık 2012 Perşembe

Bir Akşam, Zor Akşam

Maltepe’nin kalabalığı arasında, bir program CD’si bulabilme gayretiyle girip çıktığım dükkânların birinin kapısında, ansızın ablamla karşılaşıncaya dek, akşam yemeğinde balık yemek aklımın ucundan bile geçmiyordu. Zaten balıklarla yolum çok ender kesişmiştir, nadiren karşı karşıya gelmişizdir onlarla: bir akşam vakti, müdürüm ve önemli birtakım müşterilerimizle birlikte çevresine dizildiğimiz, üzerine bembeyaz örtülerin serildiği geniş masalarda, kocaman tabaklar içinde, başları gövdelerinden ayrılmamış bir halde önüme gelmişlerdir hep. Bu gibi yemeklerde genellikle deniz mahsulleri yenilmesi adet olageldiğinden, ben de ne yapayım aykırı kalmamak için bu geleneğe ister istemez uymuş; balık kültürümün, bir hamsiyi bir istavritten ayırt etmeye bile yetmediğini fark ettirmeme gayretiyle, çoğunluğun istediğini sipariş etmişimdir boyuna. Önüme konan balığı çatalla dürtüklemeden önce, onun başının döndüğü yöne doğru, en az onun kadar kederle bakmışımdır sonra: yerden tavana dek uzanan yekpare camdan yapılma pencerelerinin hemen dibinde, üzerine şehrin ışıklarının vurduğu bir deniz uzayıp gitmektedir çünkü.

Minibüs sallandıkça midem ağzıma geliyordu. Sıkı sıkı yutkunmalarım, kendimi sakinleştirmeye çalışmalarım da hiçbir işe yaramıyordu ne yazık ki! Keşke, diye düşündüm, keşke yanımda bir poşet filan bulundursaydım; böyle durumlarda bir can simidi görevi görüyor o küçük torbalar. Yeryüzündeki en değerli nesne oluveriyorlar… Ama nerden bilebilirdim böyle bir durumla karşı karşıya kalabileceğimi? Aç gözlülüğümün, doymak bilmezliğimin beni en olmadık anda sıkıştıracağını, baş dönmesi ve mide bulantısıyla baş başa bırakacağını nereden bilebilirdim?

Ablama, balık dışında da akşam yemeği için birçok alternatif olduğunu söylememin, bunları bir bir saymamın, yolumuz üstündeki yeni açılan lokantaları göstermemin de hiçbir işe yaramadığını ayrımsadığımda pes ettim. ‘Canım balık çekiyor ne yapayım?’ dedi. ‘Döner filan yemek istemiyorum, sağlıklı bir şeyler geçsin boğazımızdan.’ İyi geçsin, ben de isterim bunu, ama bu sağlık sadece balıkta mı var? Hem madem o kadar sağlıklı, neden kendine faydası dokunmamış? Tabağın içinde iki seksen yatar halde koyuyorlar önümüze, bu mu uzun ömürlü, sağlıklı olmak? ‘Amma da saçmaladın şimdi, ne alakası var bu sözlerinin şimdi. Tamam, tamam ya, kendi yemek paramı kendim veririm!’ dedi ablam. Aslında ettiğim sözlerin çok elle tutulur yanı olmadığının farkındaydım, ama ne yapayım, balık yemek istemiyor, bunun için mücadele veriyordum. Ve bu uğurda, beni amacıma ulaştıracak tüm saçmalamalar mubah ve caizdi benim gözümde.
Ama ablam bu mücadeleye benden çok daha iyi hazırlanmış olmalı ki, kendimi bir balık lokantasının önüne koyulmuş demir masalardan birinde buluverdim.

İneceğim köşeye doğru yaklaştı minibüs. Zorlukla kalktım koltuktan, demirlere sıkıca tutunarak kapı önüne geldim ve inmek istediğimi söyledim. Kapı açılır açılmaz attım kendimi dışarı; bir bahçe duvarına yaslanıp derin derin nefes alıp verdim. Karşıdan karşıya geçtim. Kendimi dinliyordum bir yandan da: ateşim çıkmıştı, boynum ve kulaklarım sıcacıktı; bir üşüme, bir ürperti de sarıp sarmalamıştı bedenimi. Midemin bulantısı da iyice azıtmış, alarm veriyordu. Ne yapmam gerektiğini düşündüm. Evime gitmem için, bir minibüse daha binmem gerekiyordu; köşede onu bekliyor, bu halde yirmi dakikalık bu yolculuğu nasıl gerçekleştireceğimi kara kara düşünüyordum. Tam o anda kusmak üzere olduğumu fark ettim. Alelacele etrafa bakındım. Az ötede iki katlı bir pastane vardı. Dışarıdaki masalarından birinde üç kişi oturuyor, içerideyse orta yaşlı bir adam tezgâhın arkasında gazete okuyordu. Oraya doğru koşar adım yürüdüm.

Lokantanın plastikten peçetelikleri toz kir içindeydi. Çok uzun zamandır temiz bir bezin değmediği belli olan bu nesneler, insanın yemek yeme kararlılığını sekteye uğratıyorlardı; ablamın balık yeme isteğine yeni bir mazeret bulmuş olmamak için önce bir şey söylemedim. Ama beş dakika sonra kendimi tutamayıp, birkaç peçeteyi içinden alarak ‘bunu arkandaki masaya koyar mısın abla, gözden uzak olmalarında fayda var’ dedim, o da hak verdi bana. Etrafta göz gezdirir, mekândaki hoş olmayan görüntüler üzerine uzun uzun konuşur, ‘ben olsam’lı kimi cümleler kurarken; gülüşüne gösterdiği özeni temizliğe gösteremeyen genç kadın yemeklerimizi getirdi. Tabaktakilere kuşkuyla baktım bir süre; Ablam, yiyeceklerinin bu kötü imajı biraz olsun sileceğini umarak önündeki levreği yemeye koyuldu. Ben de bir hamsiyi aldım elime.

Pastanedeki adama selam verip bir sütlü kahve istediğimi, dışarıdaki masalardan birinde oturacağımı söyledim. Hemen ardından, cümleme nokta bile koymadan tuvaletin yerini sordum. On dakikalık, benim için oldukça zor geçen bir süre kaldım içeride: dakikalardır kendini bedenimden dışarıya atmaya çalışan o tüm yediklerimi çıkardım. Başım şakaklarımdan, bir mengenede sıkıştırılıyormuş gibi feci halde ağrıyordu. Gözlerim yuvalarından fırlayacak sandım bir an. Sonunda yüzümü yıkayıp aynaya baktığımda, gözlerimin kan çanağına döndüğünü gördüm. Yüzüm bembeyazdı.
Bir daha buraya gelmeyelim dedim ablama.
O da aynı fikirdeydi.


Soydan KIZGIN
Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart Nisan 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder