
Türkiye’de
sinema denilince ismi ilk söyleneceklerin başında gelir Yavuz Turgul. Kendisi
herhangi bir ideolojiye saplanıp kalmayarak sanat değeri olan eserler
üretebilmiştir. Filmlerinde mercek altına aldığı karakterler toplumun yalnızca
bir kesimiyle sınırlı değildir. Sözgelimi “Züğürt Ağa”da doğulu bir köy
ağasının trajikomik öyküsünü anlatırken “Gönül Yarası”nda emekli bir öğretmen
ile pavyon şarkıcısı bir kadının aşkına, “Eşkıya”da haksızlık karşısında âsi
olmuş şarklı bir adamın umut dolu sevdasına kamera tutmuştu. Böyle yaparak
izleyicisine Anadolu’dan kareler sunmuş, bize “bizi” anlatmıştı. Burada, Kemal
Tahir’in romanlarında yaptığını, Yavuz Turgul’un da filmlerinde
gerçekleştirmeye çalıştığını söyleyebiliriz. Turgul’un bu tercihi yapıtlarını taklit
olmaktan kurtarıp şaheser konumuna çıkarmıştır. Sanatında kendi çizgisini
oluşturup bu istikamette yürümeye devam eden Turgul, son filminde de aynı doğrultuda
mesafe almaya devam etti.
Filmde,
Anadolu insanına ait meziyetler, güzellikler yine resmi geçitteydi. Avcı’nın
karısının böbrek nakil sırası geldiği halde bu hakkını kendisinden daha genç ve
çocuklu bir hanıma bırakması, o bayanın da kendisine yapılan iyiliğin hakkını
ödemeye çalışması buna verilecek en güzel misali teşkil etmekte. Bunun yanı
sıra Turgul’un, Deli İdris (Cem Yılmaz) ve annesinin diyalogunda Lazca’yı
hatırlatması üzerinde durulması gereken bir nokta. Karadeniz sahilinin anadili
denebilecek bu lisan, gökkuşağı olarak tanımlanan Anadolu kültürünün bir
rengini teşkil etmekte iken günümüzde unutulmaya yüz tutmuştur. Filmde bu
unutulma, yeni nesli temsil eden İdris’in kızı tarafından ortaya konmakta.
İncelediğimiz sinema eserinin satır aralarını okumaya çalışırsak –Eco’nun
ifadesiyle bir “aşırı yorum” yapıyor da olabiliriz- bu sahnelerde ışık tutulan
konu asimile olmaya başlamış bir halkın trajedisi! Zira Lazların yeni nesli
Lazca’yı bilmemekte. Dilini yitirmeye başlamış insanların ulusal kimliklerini
muhafaza edebilecekleri de şüpheli. Öyle ki Türkiye’nin son devirde gördüğü en
büyük mazlumlardan biri olan Hrant Dink’i Türklük adına Karadenizlilerin katlettiğini
hatırlamakta fayda var…
“Av
Mevsimi”nde bizlere yöneltilen “Türkiye’de neden seri katil yok?” sorusuna da
kafa yormamız icap etmekte. İnsana değer veren, manevi boyutu oldukça gelişkin
bir toplumda merhametten yoksun bireylerin olmayışı, vereceğimiz cevabın
anahtar kelimelerini oluşturmakta. Zira derin bunalımlara gark olmadan
hesapsızca cana kıymak mümkün değildir. Şükür ki insani yönden o derece
kötüleşmiş değiliz. Bizde seri katil olmayışı da polisiyenin gelişmemesine
sebep olmuştur. Çünkü bu tarz filmler mantık oyunları, heyecanlı kovalamacalar,
yoğun biçimde şiddet içeren sahnelerle gerçekleşir. Bunların olmayışı da
Türkiye sinemasında polisiye türün taklitten öteye gidememesine sebep olmuştur.
“Av Mevsimi”nde olduğu gibi Kırmızıgül’ün “Beş Minare”sinde de aynı zorlama
durum söz konusuydu.
Sonuç
olarak “Av Mevsimi”nde sinemanın yaşayan efsane isimlerinden Şener Şen ile
Yavuz Turgul’un tekrar bir araya gelip harika işler başardıklarını
söyleyebiliriz. Diğer oyuncu performanslarının ve film müziklerinin de iyi
olduğuna değinip –yönetmen ve oyunculara rağmen- filmde meydana gelen
tıkanmaların, seyirciyi of’latan bölümlerin bu ülkede polisiye türünü doğuracak
şartlar henüz olgunlaşmamış olduğundan yapıtın sağlam bir zemine ayak
basmayışına bağlayabiliriz.
Abdullah KOÇAL
Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart - Nisan 2011
Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart - Nisan 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder