13 Aralık 2012 Perşembe

Anahtar Sözcük: Yaşamak


Gözlerimi az önce bağladılar. Karanlık… Dipsiz kuyu sanki.
O an geldi.
Gelmedi. Şimdi gelir.
Geliyor. Ayak sesleri…
İnsan doğduğu andan itibaren ölüm de yerinden hareket eder. Ve sürekli birbirlerine koşarlar. Meğerse ölümün çok yakınında doğmuşum. Haberim yoktu. Şimdi labirenti andıran koridorlarda kaybolmasından korkan ölüm beni dışarıda bekliyor.
Ellerimi yumruk yapıp -bir kapıyı çalar gibi- duvara vurarak haykırdım içimde. “Bedenimi santim santim iç eden duvar! Senden daha merhametli olan ölüm geldi! Artık eritemeyeceksin beni!” Ses yok.
Eritir. Ben olmasam, bir başkasını…
Sırası mı şimdi bunun?
Değil.
Evet. Ne yapayım? Ölüm bu kadar yakınken gelecekten söz edilmez sanırım. Veya geçmişin ne faydası… Var. İçim esiyor. Titrememe engel olamıyorum. Korkudan değil elbette. İki gündür bir şey yedirmediler. Darağacında altıma kaçırırım diye.
Kapı açıldı.
Açılmadı.
Açıktı.
Göremiyorum. Etrafımda ki ayak sesleri… Ellerimi kelepçelediler. İki kişi koluma girdi. Karanlık insanlar… Ayaklarımdaki zincirler yürümemi engelliyor. Neden çıkarmazlar ki? Şangır şungur… Kaçabilirim.
   Şimdi nisandır. Yağmur yeni dinmiştir. Toprak kokusu… Gökyüzü masmavi. Tek parça bulut bile lekeler. Kuşlar… Kış boyuna besteledikleri yeni ezgilerle baharın gelişini kutlamaktadırlar. Hayır, daha bahar gelmedi. Kış bu yıl uzadı. İsrafil oturmuş büyük bir kalburda bulutları eliyordur. Kar… Peki, bunların sırası mı? Evet. Başka ne zaman olacak ki? Deniz… Yüzü hafif kırışık, dingindir. Küçük dalgalar denizanalarını –beşikte sallar gibi- sallar, durur. Hayır, nisandır. Evet, kıştır. Yağmur… Kar… Yağmur… Denizanaları dalgaların üstünde –bir şemsiye gibi- açılır, kapanır.
Emin misin?
Değilim. Peki, neyi düşüneyim sence?
Günlerce hücremde ölümü düşündüm. Ama ölüme giderkeni hiç düşünmedim. Aklıma gelen bunlar. Biliyorum, gereksiz şeyler. Gerekli olan ne bu saatten sonra? Hiç. Ayak sesleri… Karanlık insanlar…
Durduk. Avluda…
Hava güneşli mi, bulutlu mu? Hissetmiyorum. En ufak bir fikrim yok.
Uzaklardan korna sesleri geliyor. Zamanında ilçemizde de korna sesleri olurdu. Seçimde. Mustafa Çelikbilek’in seçim konvoyu… Kazanırsa beni işe alacaktı. Babam diyordu. İnanmıyordum Çelikbilek’e. Kıl payı kaybetti. İşsiz kaldım. O zamandan sonra buraya geldim. Hayır, getirildim. Birçok yeri dolaştıktan sonra… Şimdi hatırladım. Ölüme sessiz gidecektim sözde. Oysa konuşmak istiyorum. Kaç kez döndürdüler ölümün bile kaybolmaktan korktuğu koridorlarda? Bunları düşünürken unuttum.
   Şimdi boşlukta devinen urganı boynuma geçirirler. Boynum çok ince. Çıkabilir sallanırken. Çıkmaz. Boynuma göre sıktırırlar. Sonra ayağımın altındaki şeye, o şeye, bir tekme… Güle güle. Ben boşlukta debelenirken giderler. Gitmezler. En azından biri yanımda durur.“Önce emniyet!” Bütün resmi kurumların ilk işidir. Beyaz fona kırmızı yazı. Ağzım kuruyor. Su istesem mi? Boş ver. Sanki iki dakika içmesem… Öleceğim. Galiba ölüyorum. Kollarımda kimseler yok. Boşlukta mıyım? Ne zaman üstüne çıkarıp çektiler ayağımın altından o şeyi. Ölmüyorumsa neden yutkunup duruyorum.
   Gözlerimi açtılar. Ölmemişim daha. Bir odadayım. Odanın içinde kayda değer bir şey olmadığı için ayaklarımla sol bileğimi kalorifer peteğine bağladılar. Orta yerde duran tozlu masayı önüme itti biri. Kâğıt ve kalem bıraktı önüme. Gözlerim kamaşıyor. “Yaz. Son isteğini yaz.” dedi ve gitti. Ayağımda zincirler yok. Yeni fark ettim. Ne yazayım ki? Birazdan öleceğim.
   Dört tarafı yüksek duvarlarla çevrili küçük bir avlu. Buranın var olduğunu hiç bilmiyordum. Duvarlarda bir tek bu odanın penceresi var. Gözetlemek için. Darağacı tam pencerenin altında. Kurulu. Tam önünde binanın avluya çıkış kapısı. Sisli bir Ankara sabahı. Havanın sisli olacağına ihtimal vermiyordum oysa. Hangi düşlediğim oldu ki zaten? Hiç.
Güneş henüz doğmadı.
Şimdi doğar.
Görebilecek miyim son kez?
   O da ne? Birini çıkardılar avluya. Gözleri bağlı. Yan hücredeki sanırım. Darağacının tam önünde. Evet, Ersan. Kırk beş kilo ancak kalmış. Etlerini duvarlar kemirmiş. Mektup yazdırmayacaklar galiba ona. Kimsesi yoktu. Sanki benim var da n’oldu? Burada olduğumu bile bilmiyorlar. İlk getirildiği zamanlar içli türküler söylerdi yan hücreden.  Sesi yanıktı. “Aldırma Gönül’ü” söylerken ağlardım. Hayır, gözlerim dolardı. Gitgide sesi duvarlara sindi. Yerini öksürmeler aldı. Son zamanlar arada bir inilti sesi… Elleri arkadan kelepçeli. Ayakları da. Plastik kelepçe… İki kişi kollarından tutup –tüy gibi hafif- taburenin üstüne çıkardı. Boynuna ilmeği geçirdiler. Sıktırıyor biri. Çok çevik. Şef tam önünde. Ellerini seyrelmiş saçlarında gezdiriyor. Kapının önüne çekildi diğer ikisi. Gözlüğünü düzledi şef. Tamam.
“Son diyeceğin var mı?”
“Yok.”
“Nasıl yok? Adamın bir son sözü olmaz mı?”
“O zaman al sana son söz. Tuuuuhhh!” diyerek balgamlı tükürdü şefin yüzüne. Balgam şefin gözlüğünün camına sıvandı. Şef kendini sıktı. Gözlüğünü kapının önündekilerden birine uzattı. Nefretle Ersan’a baktı. Sakin görünmeye çalışıyor.
“Kızmış olabilirsin bana. Ama ben de emir kuluyum.”
“İyi. O zaman emri yerine getir.”
“Son sözünü demedin ki.”
“Söylesem sanki yapacak mısın?”        
“Ta- bi. Evet.”
“Peki, yaşamak istiyorum.” Şef bu cümleye şaşırdı. Öfkelendi ve saldırdı. Tabureye bir, iki tekme… Ersan boşlukta çırpınıyor. Sonra birkaç kez daha çırpındı.
   Önümdeki kâğıda baktım. Boş. Bembeyaz. Politikacılar “İdam yok!” diyorlar bu ülkede. Nerden bilsinler. Sanki bunca yıldır buradayım ben biliyor muydum bu avluyu? Bir iki satır yazsam… mı? Kalemi aldım.“ Eyyy okuyucu! Özellikle ilk okuyucu! Bugün bizi(iki kişiyi) astılar.” Üstüne çizik çektim. Altına “ Birimizi astılar, beni de birazdan asacaklar.” Yazdım. Onun altına büyük bir “B” harfi yazdım. Güya “B” ile başlayan bir sözcük yazacaktım. Biz mi? Biricik mi? Unuttum. Aklıma bir şey gelmiyor ki. Şef çok sinirli. Aşağıdan talimat sesi geliyor. Kâğıdı yan çevirdim. “B”nin her bir gözüne birer nokta koydum. Gözlüklü şefe benzedi. Gözlerin her birinin üstüne yatay, eğik, birer çizik attım. Sinirli gözlüklü şefe benzedi. Sonra burnunu çizdim. Geniş, yayvan. Kâğıdı düzledim. Kalemi bıraktım. Ersan sallanıyor. Beni unuttular. Hayır. Geliyor şefin sesi. “Amına koduğumun çocuklarına bir şey denilmiyor ki. Ben son isteğini soruyorum o, yaşamak istiyor. Eğer hepinizi bir bir…” Kâğıda, şefe, baktım. Sike benziyordu. Kalemi tekrar alıp“ Ben de…” yazarken şef içeri girdi. Yüzü kıpkırmızı. Sinirli. Kâğıdı önümden çekti. Sike benziyordu. Önüme baktım. Yerler olabildiğince tozlu. Birden kâğıdı yırtıp boğazıma yapıştı. Orospuçocuğu resmini tanıdı galiba. Boğazımı sıkıyor. Daha çok sıkıyor. Gözlerim dışarı çıktı. Çıkacak. Düşlediğim darağacını bile göremeyeceğim sanırım.
Neden hiçbir düşlediğim olmuyor?

M. UÇAN
Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart Nisan 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder