Gözlerimi
az önce bağladılar. Karanlık… Dipsiz kuyu sanki.
O an
geldi.
Gelmedi.
Şimdi gelir.
Geliyor.
Ayak sesleri…
İnsan
doğduğu andan itibaren ölüm de yerinden hareket eder. Ve sürekli birbirlerine
koşarlar. Meğerse ölümün çok yakınında doğmuşum. Haberim yoktu. Şimdi labirenti
andıran koridorlarda kaybolmasından korkan ölüm beni dışarıda bekliyor.
Ellerimi
yumruk yapıp -bir kapıyı çalar gibi- duvara vurarak haykırdım içimde. “Bedenimi
santim santim iç eden duvar! Senden daha merhametli olan ölüm geldi! Artık eritemeyeceksin
beni!” Ses yok.
Eritir.
Ben olmasam, bir başkasını…
Sırası
mı şimdi bunun?
Değil.
Evet.
Ne yapayım? Ölüm bu kadar yakınken gelecekten söz edilmez sanırım. Veya
geçmişin ne faydası… Var. İçim esiyor. Titrememe engel olamıyorum. Korkudan
değil elbette. İki gündür bir şey yedirmediler. Darağacında altıma kaçırırım
diye.
Kapı
açıldı.
Açılmadı.
Açıktı.
Göremiyorum.
Etrafımda ki ayak sesleri… Ellerimi kelepçelediler. İki kişi koluma girdi.
Karanlık insanlar… Ayaklarımdaki zincirler yürümemi engelliyor. Neden
çıkarmazlar ki? Şangır şungur… Kaçabilirim.
Şimdi nisandır. Yağmur yeni dinmiştir.
Toprak kokusu… Gökyüzü masmavi. Tek parça bulut bile lekeler. Kuşlar… Kış
boyuna besteledikleri yeni ezgilerle baharın gelişini kutlamaktadırlar. Hayır,
daha bahar gelmedi. Kış bu yıl uzadı. İsrafil oturmuş büyük bir kalburda
bulutları eliyordur. Kar… Peki, bunların sırası mı? Evet. Başka ne zaman olacak
ki? Deniz… Yüzü hafif kırışık, dingindir. Küçük dalgalar denizanalarını
–beşikte sallar gibi- sallar, durur. Hayır, nisandır. Evet, kıştır. Yağmur…
Kar… Yağmur… Denizanaları dalgaların üstünde –bir şemsiye gibi- açılır,
kapanır.
Emin
misin?
Değilim.
Peki, neyi düşüneyim sence?
Günlerce
hücremde ölümü düşündüm. Ama ölüme giderkeni hiç düşünmedim. Aklıma gelen
bunlar. Biliyorum, gereksiz şeyler. Gerekli olan ne bu saatten sonra? Hiç. Ayak
sesleri… Karanlık insanlar…
Durduk.
Avluda…
Hava
güneşli mi, bulutlu mu? Hissetmiyorum. En ufak bir fikrim yok.
Uzaklardan
korna sesleri geliyor. Zamanında ilçemizde de korna sesleri olurdu. Seçimde.
Mustafa Çelikbilek’in seçim konvoyu… Kazanırsa beni işe alacaktı. Babam
diyordu. İnanmıyordum Çelikbilek’e. Kıl payı kaybetti. İşsiz kaldım. O zamandan
sonra buraya geldim. Hayır, getirildim. Birçok yeri dolaştıktan sonra… Şimdi
hatırladım. Ölüme sessiz gidecektim sözde. Oysa konuşmak istiyorum. Kaç kez
döndürdüler ölümün bile kaybolmaktan korktuğu koridorlarda? Bunları düşünürken
unuttum.
Şimdi boşlukta devinen urganı boynuma
geçirirler. Boynum çok ince. Çıkabilir sallanırken. Çıkmaz. Boynuma göre
sıktırırlar. Sonra ayağımın altındaki şeye, o şeye, bir tekme… Güle güle. Ben
boşlukta debelenirken giderler. Gitmezler. En azından biri yanımda durur.“Önce
emniyet!” Bütün resmi kurumların ilk işidir. Beyaz fona kırmızı yazı. Ağzım
kuruyor. Su istesem mi? Boş ver. Sanki iki dakika içmesem… Öleceğim. Galiba
ölüyorum. Kollarımda kimseler yok. Boşlukta mıyım? Ne zaman üstüne çıkarıp
çektiler ayağımın altından o şeyi. Ölmüyorumsa neden yutkunup duruyorum.
Gözlerimi açtılar. Ölmemişim daha. Bir
odadayım. Odanın içinde kayda değer bir şey olmadığı için ayaklarımla sol
bileğimi kalorifer peteğine bağladılar. Orta yerde duran tozlu masayı önüme
itti biri. Kâğıt ve kalem bıraktı önüme. Gözlerim kamaşıyor. “Yaz. Son isteğini
yaz.” dedi ve gitti. Ayağımda zincirler yok. Yeni fark ettim. Ne yazayım ki?
Birazdan öleceğim.
Dört tarafı yüksek duvarlarla çevrili küçük
bir avlu. Buranın var olduğunu hiç bilmiyordum. Duvarlarda bir tek bu odanın
penceresi var. Gözetlemek için. Darağacı tam pencerenin altında. Kurulu. Tam
önünde binanın avluya çıkış kapısı. Sisli bir Ankara sabahı. Havanın sisli
olacağına ihtimal vermiyordum oysa. Hangi düşlediğim oldu ki zaten? Hiç.
Güneş
henüz doğmadı.
Şimdi
doğar.
Görebilecek
miyim son kez?
O da ne? Birini çıkardılar avluya. Gözleri
bağlı. Yan hücredeki sanırım. Darağacının tam önünde. Evet, Ersan. Kırk beş
kilo ancak kalmış. Etlerini duvarlar kemirmiş. Mektup yazdırmayacaklar galiba
ona. Kimsesi yoktu. Sanki benim var da n’oldu? Burada olduğumu bile
bilmiyorlar. İlk getirildiği zamanlar içli türküler söylerdi yan hücreden. Sesi yanıktı. “Aldırma Gönül’ü” söylerken
ağlardım. Hayır, gözlerim dolardı. Gitgide sesi duvarlara sindi. Yerini
öksürmeler aldı. Son zamanlar arada bir inilti sesi… Elleri arkadan kelepçeli.
Ayakları da. Plastik kelepçe… İki kişi kollarından tutup –tüy gibi hafif-
taburenin üstüne çıkardı. Boynuna ilmeği geçirdiler. Sıktırıyor biri. Çok
çevik. Şef tam önünde. Ellerini seyrelmiş saçlarında gezdiriyor. Kapının önüne
çekildi diğer ikisi. Gözlüğünü düzledi şef. Tamam.
“Son
diyeceğin var mı?”
“Yok.”
“Nasıl
yok? Adamın bir son sözü olmaz mı?”
“O
zaman al sana son söz. Tuuuuhhh!” diyerek balgamlı tükürdü şefin yüzüne. Balgam
şefin gözlüğünün camına sıvandı. Şef kendini sıktı. Gözlüğünü kapının
önündekilerden birine uzattı. Nefretle Ersan’a baktı. Sakin görünmeye
çalışıyor.
“Kızmış
olabilirsin bana. Ama ben de emir kuluyum.”
“İyi.
O zaman emri yerine getir.”
“Son
sözünü demedin ki.”
“Söylesem
sanki yapacak mısın?”
“Ta-
bi. Evet.”
“Peki,
yaşamak istiyorum.” Şef bu cümleye şaşırdı. Öfkelendi ve saldırdı. Tabureye
bir, iki tekme… Ersan boşlukta çırpınıyor. Sonra birkaç kez daha çırpındı.
Önümdeki kâğıda baktım. Boş. Bembeyaz.
Politikacılar “İdam yok!” diyorlar bu ülkede. Nerden bilsinler. Sanki bunca
yıldır buradayım ben biliyor muydum bu avluyu? Bir iki satır yazsam… mı? Kalemi
aldım.“ Eyyy okuyucu! Özellikle ilk okuyucu! Bugün bizi(iki kişiyi) astılar.”
Üstüne çizik çektim. Altına “ Birimizi astılar, beni de birazdan asacaklar.”
Yazdım. Onun altına büyük bir “B” harfi yazdım. Güya “B” ile başlayan bir
sözcük yazacaktım. Biz mi? Biricik mi? Unuttum. Aklıma bir şey gelmiyor ki. Şef
çok sinirli. Aşağıdan talimat sesi geliyor. Kâğıdı yan çevirdim. “B”nin her bir
gözüne birer nokta koydum. Gözlüklü şefe benzedi. Gözlerin her birinin üstüne
yatay, eğik, birer çizik attım. Sinirli gözlüklü şefe benzedi. Sonra burnunu
çizdim. Geniş, yayvan. Kâğıdı düzledim. Kalemi bıraktım. Ersan sallanıyor. Beni
unuttular. Hayır. Geliyor şefin sesi. “Amına koduğumun çocuklarına bir şey
denilmiyor ki. Ben son isteğini soruyorum o, yaşamak istiyor. Eğer hepinizi bir
bir…” Kâğıda, şefe, baktım. Sike benziyordu. Kalemi tekrar alıp“ Ben de…”
yazarken şef içeri girdi. Yüzü kıpkırmızı. Sinirli. Kâğıdı önümden çekti. Sike
benziyordu. Önüme baktım. Yerler olabildiğince tozlu. Birden kâğıdı yırtıp
boğazıma yapıştı. Orospuçocuğu resmini tanıdı galiba. Boğazımı sıkıyor. Daha
çok sıkıyor. Gözlerim dışarı çıktı. Çıkacak. Düşlediğim darağacını bile
göremeyeceğim sanırım.
Neden
hiçbir düşlediğim olmuyor?
M. UÇAN
Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart Nisan 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder