13 Aralık 2012 Perşembe

Kahraman Tazeoğlu İle Röportaj



Kahraman Tazeoğlu kimdir?
           
Kendi ifadesiyle, Ay’a ilk ayak basıldığı yılın 10 Ağustos’unda doğdu. İstanbul’un çileli ve keşmekeşli ortamında, o şehirde bir ömür harcayacağını bilmeden hep “düşünen” bir çocuk olarak büyüdü.

Cevizli semtinde, bir dere kenarında oynarken, mahallenin delisi kovalayınca “korkuyla” tanıştı. Ailesi İstanbul’un mutena semtlerinden Fenerbahçe’ye taşınınca daha az korkmaya ve Fenerbahçeli olmaya başladı. Altı yaşında ilk kez bir maça gitti ve en sevdiği Fenerbahçe şapkasını çaldırdı. (Bugün bile o şapka için üzülür). Yedi kardeşin iki numaralı olanıydı ve ileride bir mahalle takımında 2 numaralı formayı giyerek maçlara çıkacağını bilmiyordu.

Ablası okula başlayınca çok kıskandı ve saçını çekti. Bir yıl sonra ise okulunun ilk gününde annesi onu sınıfına sokmayı zor başardı... O gün çok ağlamıştı.

Arkadaşları teneffüslerde çeşitli oyunlar oynarken, o hep “düşünüyordu”...

İlkokul bittiğinde bir korku filmi senaryosu yazdığını iddia ederek arkadaşlarına kendini güldürdü. Daha sonra sinema ile sadece “seyirci” olarak ilgilendi. O hep bir sinema tutkunu olarak yaşayacaktı; çünkü şiirle daha tanışmamıştı.

12 Eylül döneminde ortaokula başlayacaktı ve tek başına belediye otobüsüne binmeyi öğrenecekti. Daha sonra yağ, tüp, şeker ve gaz kuyruklarında beklemeyi ve soğuklarda üşürken ağlamamayı...

Mahallede her kırılan camdan Tazeoğlu kardeşler sorumlu tutulmaya başlanınca, baba Hayati Tazeoğlu ani bir göç harekâtıyla tüm aileyi yeniden Cevizli’ye taşıma kararı aldı. Buna en içerleyense küçük Kahraman oldu. Geride bıraktığı mahalle arkadaşlarını bir gün yeniden görebilmek ümidiyle yanıp tutuşurken birden ilk defa yaşayacağı bir duyguyla karşılaştı. Karşı komsunun kızına âşık olmuştu. Mutluluğu, acıyı, hüznü ve ağlamayı yeniden keşfetti. Bütün bunların toplamının ona şiiri öğreteceğini bilmiyordu. Ablasının yazdığı şiirlerle dalga geçerken hatta “şiir de neymiş; saçmalık” diye iddia ederken gece gündüz şiir yazmaya başladı. Sonunda o terk edildi ama şiir onu terk etmedi. Yine âşık oldu, yine terk edildi, yine şiirler yazdı.

Matematiği gereksiz bir ders olarak gördüğü için, hocaları da onu gereksiz bir öğrenci olarak gördü. Uzun bir süre ara vereceği eğitimini daha sonra bin pişman olarak devam ettirecekti. Bu arada ailesi “eti senin kemiği benim” diyerek onu bir kuaföre çırak olarak verdi. On yıl sürecek bu macera özel radyoların açılmasıyla sona erecekti.

Bir yaz gecesi arkadaşının evinde balkon sohbeti yaparken arkadaşının annesi uykusundan uyandı ve “oğlum kapatın şu radyoyu da yatın artık” dedi. Hâlbuki radyo kapalıydı ve konuşan on dokuz yaşındaki genç Kahraman’dı...

Çocukluğundan beri özendiği spikerlik hayali daha da derinleşerek artmaya başlamıştı. Annesi bebekliğinde çok ağladığı zamanlarda onu radyonun yanına yatırır ve susmasını sağlardı. Çok çocuğa bakmakla yükümlü olan bir annenin bulduğu bu çözüm ilerde küçük Kahraman’ı radyocu yapacaktı.

Derken; günlerden bir gün, Türkiye’de ilk özel radyolar açılmaya başladı ve mesleğinde çok önemli bir yere gelmiş olan genç Kahraman, bu işe sevdalandı. Artık o radyocu olabilmek için yıllarını verdiği mesleğini bırakabilirdi. Sıkı bir radyo takipçisi olan genç Kahraman, “Gecenin Serserisi”ni dinleyerek hatta yayın yaptığı radyoya kadar gidip kendisiyle tanışarak hayatında ilk kez bir radyo stüdyosu gördü. Bununla da kalmayıp Orhan Çetin tarafından programa konuk edildi, şiirler okudu. Gelen olumlu tepkiler kendisini yüreklendirdi ve o gün radyocu olmaya karar verdi. Mesleğini zirvedeyken bırakarak, yayın hayatına yeni “merhaba” diyen Kadıköy FM’de yayına başladı. Sonraki rüzgârlar onu başka radyolara sürükledi ve Radyo 7’de bir süre yayın yaptıktan sonra buradan ayrılıp Kral FM’e geçerek buradan dinleyicilerine seslenmektedir. Şimdi Mavi Ada diye bir yerden şiirler seslendirerek gece bunalım oranını yükseltme çalışmalarını sürdürüyor.

Kitapları:
*Seni İçimden Terk Ediyorum (Şiir), 2001 (Yedi Harf Yayıncılık)
*Ölü Bir Kentin Morg Alfabesi (Şiir), 2002 (Birey Yayıncılık)
*Mavi Ada Mektupları (Mektup), 2002 (Birey Harf Yayıncılık)
*Tutsak Mektuplar (Mektup), 2004 (Yedi Harf Yayıncılık)
*ARAZ (Roman), 2005 (Yedi Harf Yayıncılık)
*Susacak Var (Roman),2006 (Yedi Harf Yayıncılık)
*Mavi Ev, 2007 (Yedi Harf Yayıncılık)
*Başka, 2010 (Destek Yayıncılık)
*Eyvallah, 2010 (Destek Yayıncılık)


“Hüzün, insanın kendisini didikleme öyküsüdür.” diyorsunuz ‘Başka’ kitabınızda. Kahraman Tazeoğlu’nun eserleri; gıdasını hüzünden, acıdan alıyor diyebilir miyiz ya da Tazeoğlu nasıl yazıyor, yazdıklarını nasıl yaşıyor?

Diyebiliriz, evet acıdan, hüzünden beslenen bir tarafı var eserlerimin. Benim yazdıklarım aslında kustuklarımdır. Yazdıklarımı unutuyorum ben. Unutmamın en büyük sebebi de bu; kustuklarım olması. Bu bende çok sıkıntı da oldu. Ezbere şiir okuyamıyorum mesela. Çünkü hiçbir şiirimi ezbere bilmiyorum, bir tanesini biliyorum o kadar. Aysen Mutlu var, şair, çok sevdiğim bir ablam, hayranlık duyduğum biri. Albümümde bir tek yabancı olarak kendi şiirim dışında onun şiirini okudum; “Armağan, Ben ve Kuşlar” şiirini. Aysen Abla’ya dedim ki: “benim böyle bir sorunum var” dedim. Dedi ki bana: “Kahraman senin sırrın da bu” dedi. “Bak hiçbir şiirin bir diğer şiirine benzemiyor. Neden biliyor musun? Yazdığını unuttuğun için… Eğer yazdıklarını unutmazsan kendini tekrar edersin şiirde. Sen yazdıklarını unuttuğun için tekrara düşmüyorsun. Keşke biz de unutabilsek yazdıklarımızı.” O günden sonra ben mutmain oldum, sevindim unuttuğuma. Demek ki işe yarıyormuş unutmak…

Peki, şiir sadece yeteneğe dayalı bir sanat dalı mı yoksa ilhama mı?

Çok yeteneğe dayalı olduğuna inanmıyorum. Şarkı sözü yazanlar için, aruzlu, vezinli, uyaklı, hece ölçüsüyle şiir yazanlar için yetenek önemli. Çünkü orda bir matematik var. Ama serbest şiir yazanlar için şiirde matematik yoktur. Biraz daha duygu işi. Ben duygularımla yazıyorum. Hep öyle yaptım, belli kalıpların içinde kalmadım. Belki benim yazdığım şiirler, edebi anlamda çok değer taşımıyor olabilir, değersiz de görülebilir ama onu edebiyat dünyasında değersiz yapan şey o matematiğe uymamaktır. Çünkü edebiyatçıların o kalıpları vardır, o kalıpları ararlar, o kalıpları şiirde bulmadıkları zaman da onlar için o şiir değildir. Benimkiler de o kalıpların dışında olduğu için pek itibar görmüyor o anlamda. Edebiyatçılar benim şiirlerimi beğenmezler ama insanlar beğeniyor mu, evet insanlar beğeniyor. Bu bir başarı mı, bilmiyorum. Yani edebiyatçıların beğenmeyip insanların beğendiği şeyleri üretmek bir başarı mıdır, onu bilemem. Ona toplum karar verir, yıllar belirler, kalıcılık onu belirler. Ya da şiirin evrenselliğe ulaşıp ulaşmadığı onu belirler. Evrensellik denen şey o kalıpları dinlemiyor. Kült bir şeyler yaratmışsanız, ortaya koymuşsanız, o bir marka olmuşsa, evrenselleşmişse rüştünü ispat etmiş demektir. Onda kalıp malıp aranmaz.

Şiirin bir de eşref saati var, bilirsiniz. Bu birçok şairde değişik hallerde ortaya çıkmıştır. Mesela Orhan Veli; şiir yazmadan önce takım elbisesini giyer, kravatını takar öyle yazardı ve daha birçok değişik hale bürünen böyle şairler var. Sizin böyle halleriniz var mı?

Hayır. Çünkü benim bu ruh haline bürünebilecek zamanım yok. Şairler yani sadece işi şiir yazmak olanın belli retorikleri var; kahve içiyor, şarap içiyor, benim öyle bir şeyim yok. Bütün kitaplarımı ayaküstü yazmışımdır. “Başka” kitabım en çok satan kitabım, ben onu on beş günde yazdım. Yayınevi arıyor; “hadi yaz, yaz.” Çünkü benim asıl işim yazmak değil, ben radyocuyum. Hiçbir zaman kendimi şair ya da edebiyatçı olarak da addetmedim. Zorla yazıyorum, çok yazmıyorum, zor yazıyorum, zorlamayla yazıyorum ve düşünüp düşünüp yazmıyorum. Yazarken düşünüyorum ve ortaya bunlar çıkıyor. Yazmak için hayatımda bir alan yaratmıyorum.

Duraklarda sizi çok bekletenler oldu galiba. Duraklar çok geçiyor şiirlerinizde çünkü.

Evet, vapur, gemi, otobüs çok geçer şiirlerimde. Toplu taşıma araçlarında çok vaktim geçer çünkü. İnsan kendisiyle en çok oralarda baş başa kalır. “Başka” kitabımda “Bir gün çok zengin olursam yine de otobüslere binmekten vazgeçmeyeceğim. Çünkü hayat orda.” diye bir cümle yazmışım. Yani otobüse binersiniz ve otobüsün içinde onlarca sen varsın. Herkes senin bir parçanı taşır yanında. Hüzünlüysen bir köşededir, neşeliysen bir köşededir, kaygılıysan başka bir yerdedir, üzgünsen bir koltukta oturuyordur ve sen bakarken o insanlara, seni görürsün, kendini… Değişik ruh hallerini görürsün. Otobüslerde ben çok dikkat ederim, hep bakarım etrafıma. Arka koltuklardan sohbet çalarım, neler konuşuyor insanlar? Üzgün birini gördüğümde, onun hareketlerini izler, onun dünyasını algılamaya çalışırım. Otobüsten hayata bir pencere açarım ve hayata oradan, otobüsün içinden bakarım. Ömrüm hep otobüslerde geçmiştir. Otobüs kapıları çok şey anlatır. Kapılar vardır mesela zorladığınız, açamadığınız; kapılar vardır eşiğinde kalakaldığınız… Ama otobüs kapıları öyle değildir; otobüs gelir, önünüzde durur ve açar kapılarını. O an çok önemli hissedersiniz kendinizi o kapıdan adımınızı atarken…

Van’a ilk gelişiniz. Bu bölgede sanatsever çokluğunu Doğu’daki hüzne ve acıya bağladınız. Doğu’da olduğuna, inandığınız acı, hüzün sizi ve şiirinizi etkiliyor mu?

Tabii etkiliyor ama ben birebir Doğu insanının acısını anlatmadım, o başka bir şeye giriyor. Belki bir roman kahramanının yaşadıkları olur ya da mezhep farklılığı yüzünden birbirine kavuşamayan iki insanın anlatılacak öyküsü olur. Bunları anlattım ya da bunun gibi pasajlar var eserlerimde ama benim orda anlatmak istediğim asıl şey insanın kendi olarak hayatın içinde giyindiği, taşıdığı bir hüzün vardır ve o hüzün yaratıcı kılıyor insanı. O acınızı bir şekilde ifade ediyorsunuz. Mesela nasıl Doğu’daki bir insan yaşadığı hüznü, kendini ifade etmek adına türküye çevirebiliyorsa ben de aynı şekilde onlar gibi -kentte yaşıyor olsam da- hissettiğim acıyı, hüznü sanata çeviriyorum.

Bu hüznü yaşayabildiğinize ya da bulabildiğinize inanıyor musunuz?

Aradığıma inanıyorum. Daha bulabildiğime inanmıyorum. Mesela yazdığım her şeyi eksik buluyorum. “Tamam, yazdım, anlattım!” böyle olmaz. Yazdığım şiiri seviyorum ama beğenmiyorum. Sevmekle beğenmek farklı şeyler. Yazdığım şiirin eksik olmadığına inandığım gün o noktada kalırım. “Ben oldum, yandım, piştim” dediğin yerde kalırsın. “Daha olmadım, daha pişmedim; yazacak, ifade edecek daha çok şey var, eksik var.” dediğiniz zaman ilerlersiniz. O yüzden yeterli bulmuyorum yazdıklarımı ve beğenmiyorum. Kendinizi sevmelisiniz ama beğenmemelisiniz. Çünkü insan kendini beğenmeye başladı mı kompleksler üretmeye başlar ama kendini seviyorsa kendisiyle barışık demektir, kompleksi yok demektir ve o insan daha yaratıcıdır.

Daha önce Radyo 7’de program yaptığınızı biliyoruz. Fakat daha sonra bu kanaldan ayrıldınız. Radyo 7’den neden ayrıldınız?

Radyo 7’den ayrılmamın sebebim şuydu; “Deniz Feneri” olayı patlak verince öyle bir kurumda çalışamam dedim ve görevimden istifa ettim.

Zaman ayırdığınız için size, bu imkânı bize sağlayan ve açıldığından beri böylesi güzel etkinliklere imza atan Hevdem Kitapevi çalışanlarına teşekkürler…

Rica ederim, biz teşekkür ediyoruz.


Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart Nisan 2011
 .............................................................................................................
*Yukarıdaki röportaj Lütfi Demir ve Orhan Demirtaş tarafından Sınır Dergisi adına yapılmıştır.

3 yorum:

  1. çok güzel bir röportaj olmuş mükemmel , çok işime yaradı.......:)

    YanıtlaSil
  2. KahramanTazeoglu kaleminiz guzel,yazmish oldugunuz kitapar guzel,siirler guzel.Yarin sizinle bulushmak imkanim olucaq.

    YanıtlaSil
  3. çok güzel teşekkürler

    YanıtlaSil