“Aynı şarkı yine…” diye söylendi kendi
kendine adam. Gözlerini kısık bir lamba gibi araladı. Her sabah aynı şarkının
ezgileriyle mi doluyordu odası yoksa aynı şarkıyı mı görmüştü düşünde? Çıldırmış
olabileceğini de düşündü. Eski, kırık, büyük bir koltuktan bozma yatağının
yanına attığı yastığı, başının altına bıraktı. Uyurken yastık kullanmazdı. Bir
sigara yaktı. Derin bir nefes çekti, bir nefes daha… Şarkının sözlerini odanın
köşe bucağından toplarcasına biriktirdi beyninin arta kalan yerlerine. Payımıza düşen keder, sevinçlerimizden
kalır… Payına düşen kederlerini de sıkıştırmalıydı kitaplarını koyduğu
koliye. Sevinçlerim ne de olsa sığar ceplerime diye içinden geçirdi, güldü,
içlendi sonra derin bir nefes daha… Gitme dağlar öksüz kalır, gitme yıldızlar
azalır… Gözlerini tavana dikti. Düşünüyordu. Galiba en çok yıldızları
özleyecekti. Yıldızların sadece bu kent için ışıldadığını düşünürdü yıllardır.
Yıllardır ne vakit gece dışarı çıksa yıldızları arardı gözleri. Gözleri ışıl
ışıl olurdu o kocaman yıldızları gördüğünde. Ne vakit tavana dikse gözlerini,
tavanın ardında kocaman yıldızların ışıltılarını hissederdi.
Düşünmekten yorgun düşen beynini yastıktan
topladıktan sonra yorgun bedenini kaldırdı yataktan. Tamamen toplanma vakti
gelmişti artık. Dağınık odanın ortasında durdu, gözleriyle odanın köşe bucağını
süzdükten sonra gözü duvardaki resme takıldı. “Belleğin Direnişi’’ demişti
arkadaşı o resim için. “Onu da almam gerek.” dedi içinden. “Ya da kalsın,
direnecek bir belleğim yok.”diye söylendi. Yerde ve masada kalan üç beş kitabı
da kitap kolilerine yerleştirdikten sonra kolilerin ağızlarını bantladı. Dağınık
yatağın üstüne usulca oturdu. Günlerce çalmayan telefonunu aldı ve kargo
şirketini aradı. Kolilerin ebatları, fiyatı gibi gereksiz ve kısa sayılabilecek
bir konuşmadan sonra “Bu işi de hallettik.” dedi. Toplayacak çok da bir şeyi
yoktu aslında. Kendi kendine söylendi: “Elbiseleri de toparladıktan sonra
tamamdır. En iyisi onları giderken toplamak.”
Korkuyordu. Dışarı çıkmak vedalaşmak demekti
çünkü. Nerden, kimden başlamalıydı? Plan yapması gerekiyordu ama hayatı boyunca
bir planı olmayan bir adam için çok güçtü bu. Giyindi ve hızlı adımlarda çıktı
küçük evinden. Genzini yakan bir yanık kokusu asansörün içine dolmuştu. Biri
yemeğini yakmış olmalı diye içinden geçirirken en son ne zaman yemek yediğini
düşündü, hatırlayamadı. Acıkmamıştı; ama nerden başlayacağını bulmuştu. Garip
bir sevinç kaplamıştı içini. Bir yerden başlanmalıydı ve bulmuştu o bir yeri.
Neredeyse her gün gittiği paçacıya doğru yürüdü. Her zamankinden farklıydı bu
yol sanki. Her zamankinden kısaydı. Paçacının önündeydi artık. İçeri girdi. Her
zaman olduğu gibi yağsız bir paça ve bol maydanoz istedi. Her zamankinden
güzeldi bu paça ve her zamankinden çabuk içmişti. Parasını ödedi ve son kez;
yıllardır karnını doyurduğu sarımsak kokulu, küçük paçacıya baktı ve
koşarcasına dışarı çıktı.
Nereye gideceğini bilmiyordu, aslında bir
yere gitmesi gerektiğini de çoktan unutmuştu. Ağır adımlarla ve
anlamlandıramadığı bir ruh haliyle beyni milyonlarca parçaya ayrılmışçasına
dağınık düşüncelerle yürüyordu. …/Bir
daracık yerde kaldım, sensiz dağlarım devrilir./ Uçarken yollarda ölen kuşların
çığlığı kalır… Gene aynı şarkıyı duyuyordu. Saçlarından ayak tırnaklarına
kadar bir ürpertiyle irkildi ve kaldırım ortasında aniden durdu. Gökyüzüne
baktı yıldızları görme umuduyla ama daha çok erkendi. Gökyüzünün kızarmaya
başladığını fark etti, güneş batıyordu. Güneş, Van Gölü’ne âşık olmalıydı.
Güneş’in, Süphan’ın heybetli duruşuna aldanıp ona doğru gitmek üzereyken yön
değiştirip Van Gölü’nde kaybolmasını izlemişti bir gün. Ve bir gün güneş batarken
ayın şavkı vurmuştu Van Gölü’ne. Onu da hatırladı. Daha güzel güneş batımları
var mıydı acaba? Acaba güneş başka sulara da âşık mıydı? Acaba Süphan kadar
asil ve asi başka dağlar görecek miydi? Acaba ay başka yerleri de ışıltılarıyla
büyülüyor muydu? Acabalar beynini kemirmeye devam ederken bir omuz darbesiyle
kendine geldi ve bütün acılarını, sevinçlerini, pişmanlıklarını, yanılgılarını
gömdüğü kaldırımda yürümeye devam etti. Sessizce haykırıyordu büyük bir hınçla
kaldırımlara: “Gitmem gerek, yazgım bu benim.”
Bir ara kafasını çevirip şöyle bir etrafını süzdü. Sağında her zaman çay
içtikleri kahve, solunda her gün önünden geçtikleri beyaz eşya dükkânı ve
sigara aldığı tekel bayisi... Hepsine özlem giderirmişçesine teker teker baktı.
Gözlerini çevirip yürümeye koyulmuştu ki kaç yıl kaldığını hatırlayamadığı eski
evinin sokağını gördü. O evin önüne gidip son kez bakmak istedi yıllarını
paylaştığı duvarlara. Gitmedi. Gidemedi. Ayakları onu tekrar yarı toplanmış,
yerleri kâğıt parçalarıyla dolu, dağınık, küçük evine yani; aylardır yalnız
başına kaldığı ‘unutma bahçesi’ne doğru götürüyordu. Unutma bahçesi diyordu
oraya. Çünkü o evinin tavanına bakıp düşüncelere daldığı an, aslında milyonlarca
karma karışık düşüncenin arasında kaybolup hiçbir şey düşünemediğini anlamıştı.
Adımları sıklaştı. Önünden geçtiği evlerin birinden ince bir sızı gibi bir
şarkı yayılıyordu sokağa. Titrediğini hissetti.
…Bu şarkı yarım kalır, gitme…
Hemen eve gidip düşlerinde ezberlediği şarkıyı baştan sona dinlemeliydi.
Unuttuğu bir şeyler vardı. Ne yapması
gerektiğini ya da evden niçin çıktığını hatırlamaya çalıştı, hatırladı.
Anılarını gömecekti anılarının geçtiği yerlere. Gömmüştü. Dostlarıyla
vedalaşacaktı. Vedalaşmadı, erteledi. Neden ertelediğini düşünmeye başladı. Bir
sigara yaktı. Derin bir nefes çekti. Bir nefes daha… Vedalaşacağı kimse yoktu,
vedalaşmak ayrılmaktı, ayrılmak içini acıtıyordu. Daha bu kentin caddelerini
arşınlamak istiyordu bu kentin kara kavruk çocuklarıyla. Daha bu kentin
ışıklarını seyretmek istiyordu her zaman gittikleri tepeden. Daha sabaha kadar
uyumayıp, sabahın ilk ışıklarıyla açık bakkal bulmaya çalışarak sigara aramak
istiyordu dostlarıyla. Daha gülmek, efkârlanmak, ağlamak istiyordu. Daha çok
hüzün kokan Kürtçe, Türkçe türküler dinlemeliydi onlardan. Dostlarının ona
okumadığı; aşka, dostluğa, barışa dair daha çok şiir vardı. Daha bu kentin
yazgını muska yapıp takmalıydı boynuna. Vebalini taşımalıydı daha omuzlarında. Daha… Daha… Daha… Derin bir nefes daha…
Bilgin BAKINÇ
Sınır Dergisi / Sayı 7 / Mart Nisan 2011
Tek kelimeyle mükemmel
YanıtlaSilBu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil