Sınır Dergisi / Sayı 5 / Eylül Ekim 2010
Neresinden tutulsa elde bir şeylerin kaldığı kırık dökük bir hal karşısında, Sınır; güç bela kurduğumuz birkaç cümledir belki de…
12 Ekim 2011 Çarşamba
Editörden / Sayı 5

Bu başlangıç iyi bir manifestoyla başlamalıydı. İyi tutturmadığınız heyecan, derginin paçalarından akıyor. Neden soluğunuzun ahengi bozulmuyor? Bu bozulmayan ahenkten, monotonluk karıştırdığınız her müşkülatın sadece yük olduğunu ritmik sayılarla sayıklamak kalıyor geriye…
Üzerime iyi durduğuna şahit olamadım ömrüme yaşıt cümlelerin. Tâ en başından söylemeliydim kendime, manifesto olacak heyecandan yoksun olduğumu… Tartıya vuramadığım neyi varsa hayatın; nereye yol ve yön olacağı üzerinden hiçbir hesabım olmamışsa, sınırda bu kadar savrulmak da neyin nesi? Sorularla çoğaltıyorum nedensiz beklentilerimi…
Engel çoğulu bir yaşamın, nasihat bolluğunda sunumunu tekrarlayan sahnelerdir yaşadıklarımız. Bu sahnede, oynamak istediğimiz rollerin başkasınca biçilmesini engellemeye çalışmaktır derdimiz. Farklı olalım derken başarmak istediğimiz sadece kendimiz olmaktır.
Yol yürünür ve gide gide tüketilir ömür bu yollarda. Tüketilen ömürden bir şeyler kalmalı geriye. İsteğimiz, her sayıda dile getirip tekrarladığımız şeydir; yazmak ve okumak! Yazınca ve okuyunca çok mu şey değişiyor? Yazınca bir şeyler değişiyor ki mürekkeb, kalemin zehri oluyor tablolarda… Yazınca ve okuyunca bir şeyler değişiyor ki rahatsız edici şeyler olduğu ta başından belli oluyor yazılanların… Harflerin icadı, alfabelerin oluşturulması, dilin önemine dair verilen konferanslar, dağıtılan broşürler ve korkulan dillerin yasaklanması boşuna değil diye düşünüyorum şimdi!
Bütün bu karmaşık yapısıyla ve zaman zaman kendini kimsesiz hisseden tarafıyla Sınır’da bir çizginiz olsun istiyoruz. Yazınca ve okuyunca bir şeyler değişecek inancıyla çıktığımız bu yolculukta yol almak ümidiyle sunuyoruz!
Lütfi DEMİR
Sınır Dergisi / Sayı 5 / Eylül Ekim 2010
Lütfi DEMİR
Sınır Dergisi / Sayı 5 / Eylül Ekim 2010
Anamın "S"si
Anamın sesinde ne mi var?
Neler yoktur ki.
Özelde buna kesinlikle yer yoktur.
Anamın sesinde; bir gökyüzü var masmavi insanı hiç bir yerde yalnız bırakmayan. Dev kayayı ortadan çatlatıp güneşe uzanan bir gül var. Kardelen, lale, karanfil… Sonra aşk var, umut var, cesaret var, haklı isyan var. Özlemek yok…
Anamın sesinde; karanlığa inat ay ışığı var. Yakılmış köyler, tütün kokan insanlar, postalların izine bakan acılı gözler var. Bozkırlar, dağlar, patika yollar… Sonra anasının eteğini tutup, arkasına saklanan parmaklarını emen çıplak ayaklı çocuklar var.“Wellahi üç aydır cebime bi lire pere girmemiştir” diyen bakışları uzakta o ihtiyar köylü var. Yoksulluk var. Anamın sesinde; varsıllara yer yok…
Anamın sesinde; gülümsemesinin yüzünde donmasından korkan, gülmek ile ağlamak arasında bocalayan yüzler, oyuncak bebeklerle oyalanan fahişeler, ıslıkla söylenen türküler, toprağa kanla çizilen resimler, zindanda çürüyen bedenler, kemikler, inancın tanımı olan “Dörtler” var. Sonra yarım bırakılmış yazılar, okunamamış şiirler, söylenememiş türküler… Kamber Ateş’in annesinin ona anlatamadıkları var. Anamın sesinde; bütün seslerin yankısı vardır da bir tek kendi sesinin yankısı yok…
Anamın sesinde; tarihe tanıklık etmiş bir bilgenin yorgunluğu var. Gazetelerde kısa kesilmiş yazıların devamı var. Tene ten değmeden yaşanabilir mi aşk? Var işte… Yangın, kar, efkâr… Sonra anlamakta güçlük çektiğimiz kelimeler, aşınmamış cümleler, renkler var gök kuşağında bulunmayan. Yasal olan neden korsan?...Dilin lanetine uğrayanlar, kurtarılmayı bekleyen bir halk var çırılçıplak. İçinde kan ve ceset taşıyan Zap Suy’u var. Olabilir mi haksız isyan? Yok…
Anamın sesinde; Nazım’ın sürgün yıllarındaki günleri, Zülfü Livaneli’nin “Mutluluk” kitabındaki mutsuz insanlar, Gandhi’nin felsefesi var. Ferit Edgü’nün “Doğu Öyküleri”, Cemal Süreya’nın Afrika’yı hariç bırakmayan şiiri, benim “Pezevengin Çocukları” diye başlık atıp bir türlü bitiremediğim öyküm, “Yüzyıllık Yalnızlık” var anamın sesinde. Sonra Şevval Sam var türkü söyledikçe güzelleşen. Anamın sesinde bir boşluğu dolduracak kadar söz vardır, bir şeyleri anlatmaya çırpınma vardır, bu yazının devamı vardır. Anamın “s” si virajlı yollar gibi uzar gider. Uçurum! Martılar yok…
Anamın sesinde her şeyin çok daha fazlası vardır.
Anamın sesinde hiçbir şey yoktur.
M. UÇAN
Sınrı Dergisi / Sayı 5 / Eylül Ekim 2010
Evd im
Mezelekî vala me
Li pê laşê xwe diherim
Diherim
Li himberî xwe disekinim
Laşekî bê xwedî
Bê hêvi
Li benda mirinê sekinî
Disekine
Haho
Ez hov im
Hovekî bê xof im
Bi zimanê xwe nizanim
Bi ku de diherim
Tu tişt dernakeve pêşîya min
Evd im
Li benda mirinê sekinî me
Disekine
Hey mirin
Ma tu nayê ji bo min
Bi tenê li vir im
Nemirim
Najînim
Mirîyekî nikare bimirim
Hey mirin
Wer bistîne canê min
Ne hemim
Ne tune mim
Derket pêşîya min mirin
Go evd nesekin
Li benda mirinê
Tu jîn nebûyî
Rûyê erdê te nedîtîye
Kesî qedera te ne nivîsandîye
Tu çênebûye
Tu çenabe
Nikarim tiştekî li te bikim
Û mirin
Wenda dibe
Ji ber min…
Mahsum ÇÎÇEK
Sınır Dergisi / Sayı 5 / Eylül Ekim 2010
Sulh ve Sükun Ülkesi, Barışın Olduğu Yer Mi?
Sana mesken olan toprak, sende savaş belirtileri var.
Savaşa hazırlanıyor bu sürüler, bu atlar,
Ama biz bunların sabana koşulduğunu da da gördük.
Aynı boyundurukta yürüdüklerini de;
Barış umudumuz yok olmuş değil yine.
(Vergilius)
Bu önemli kelimenin; dilimize iki heceli olarak girmiş ve sükun peygamberi gibi dünyada ve ahirette huzur ile girmemizi sağlayacak hacmi küçük ama işlevi büyük bu kelimenin ne anlama geldiğini; kime sorarsanız, kime danışsanız, kime irdeletirseniz irdeletin, kime yorum yazdırırsanız yazdırın sonucu aynıdır. BARIŞ: Sulh ve sükunun bekçisi, iç huzurun mümessili, dış gücün demokrasi havarisi, uluslar arası akreditif elçisi, hava ve suyun kardeşliği, gök cisimlerinin yörünge bekçisi, sanatın ve siyasetin yumuşak literatürü, zaman kadranının susturucu perisi, yumuşak başlı koyunun itaatı, ağzı kanlı kurdun vicdan anahtarı, ormanın tekin sesi, sevgililerin araf meydanı, hırçın kalplerin duru sessizliği, zulmün önündeki aşılmaz sur, mazlumun nefes borusu….. vs. vs. vs.
Sükunetin adıdır barış. İç ve dış, alt ve üst, sağ ve sol, ruh ve tenin birlikte aynı kaptan yemek yemesidir. Kendi iç barışını sağlayan, dışını da, çevresini de barışa çevirir. Kendisine gülen, dışına da güler. Kendiyle barışık olan tanrısıyla da barışıktır. Tanrısıyla barışık olan ülkesiyle; ülkesiyle barışık olan dünyasıyla; dünyasıyla barışık olan ahiretiyle de barışıktır.
Barış, bir zincirin ilk halkası olduğu gibi son halkasıdır da. Boğum boğum, ilmek ilmek, halka halka birbirine bağlanarak içten dışa doğru, her cisme, her varlığa, görünen görünmeyen dünyalara, canlıya cansıza, sıkı bir irtibat kurar.
Barış, aynı zaman hakkı teslim eden bir anlayış, bir önerme, bir deklerasyondur. Din kuralları Ademden bu yana hakkı teslim etme babından, varlıklar arasında bir denge kurmayı çabalamışlar. Canlıyla cansız arasındaki hakkı ‘barış’ ile sağlamışlar, insan ile insan arasındaki hukuku ‘barış’ ile; gök ile yer arasındaki mesafeyi ‘barış’ ile, toprak-su-hava-ateş anasırını ortak payda olan ‘barış’ ya da ‘barışık’, o da olmazsa ‘bütünsel ferment’ ile, bu da yetmezse ‘birlikte yaşama hakkı’ fenomeni ile ortaya koymuşlardır. Öyle ya, yeryüzü hepimizin, herkesin, her canlının olduğu gibi her cansızın da, her ulusun, her ırkın, her rengin, her cinin, her meleğin, her perinin de değil mi? Su herkesin, hava herkesin, kara herkesin!
Peki diyeceksiniz ki bu savaşlar niyedir?
Size dünyanın gelmiş geçmiş en büyük hikayesi sayılan Lev Tolstoy’un Savaş ve Barış romanında geçen bir pasaj okuyayım:
“……..
Bazen duyduğu bir hikayeyi hatırlatıyordu; bu hikayeye göre, erler savaşta, düşman ateşi altındaki siperlerde, yapılacak bir işleri olmadığı vakit, tehlikeye daha kolay göğüs gerebilmek için kendilerini uğraştıracak bir iş bulmaya çalışırlardı. Bütün insanlar ona kendilerini yaşamın sıkıntısından korumağa çalışan o erler gibi görünüyordu; kimi yüksek mevkilere kavuşma isteği ile, kimi kumarla, kimi kanunlar yaparak, kimi kadınla, kimi oyuncaklarla, kimi atlarla, kimi politikayla, kimi avcılıkla, kimi şarapla, kimi devlet işleriyle uğraşarak… ‘Dünyada ne önemsiz ne de önemli şeyler var! Herşeyin değeri aynı: Tek ‘hayattan’ kurtulayım, ondan kurtulmak için elimden geleni yapayım!’ diye düşünüyordu. Yalnız ‘onu’, onun korkunçluğunu gözüm görmesin.”
Gerçi roman kahramanı Piyer’in bu düşlerine günümüze uygun çok daha başka şeyler de eklenebilir: bilgisayar, telefon, teknolojik icatlar, modern ütopyalar falan ama bu kısacık alıntı bile bize neden barıştan çok savaşın üzerinde durulduğunun ipuçlarını veriyor zaten.
Kendi gönlümüzün rahatı, barışı, sulhu yoktur. Kendimizle savaş içindeyiz. Bundan dolayı her şeyle savaş halindeyiz. Mutsuzluğumuz, yıkımımız, kaybedişimiz bundandır. Bugün sevdiklerimiz bizi kendimizden uzaklaştırıyor. Bugün yaşadıklarımız bizi kendimizle savaşa tutuşmamızı istiyor. Yeni yaşamlar, yeni ütopyalar, yeni mutluluklar peşimizi bırakmıyor. Çoğaldıkça azalıyoruz. Savaştıkça batıyoruz. Kaynadıkça dökülüyoruz. Huzur ve aşk yok… Azla yetinmemizi istemeyen hasta beyinler bizi bu savaşın içinde tutmak için, her savaş sonunda kendileri kazansın diye yeni mutsuzluklar ve şizofrenik bulgular üretiyorlar. Sulh ve sükunun olacağı yerde nemalanan kimse olmayacak çünkü. Kardeşlik, dostluk, aşk, sevgi, şefkat, hak, hukuk, adalet, paylaşım olmayan yerde ortak bir payda da yoktur. Oysa bu yeryüzü herkese yeter. Her ırka yeter, her ulusa yeter, her renge yeter, her ideolojiye yeter. Yeter ki, Habil ve Kabil arasındaki farkı bulalım.
Bilgeler der ki; kendiyle savaşmasını öğremeyen kimse, herkesle savaşa tutuşmak için barışı ortadan kaldırmaya çabalar. Gün öyle olmalı ki, yeri geldiğinde kalemin efendisi, yeri geldiğinde kılıcın efendisi olunmalı.
Ben derim ki: Bu dünya bir hikaye dostum. Sadece bir hikaye. Tanrı oturup onu bizim için tek tek yazmış… Ve demiş ki, sen bu öykünün neresindesin, düşün, ara, bul ve yerini belirle!
Müştehir KARAKAYA
Sınır Dergisi / Sayı 5 / Eylül Ekim 2010
Geceydi
Geceydi,
sahipsiz kentlerin yıldızları
Dökülüyordu parmak uçlarımdan
Hayallerim gövdeme düşüyordu
Gövdemdeki çocukların düşleri inciniyordu
Özgürlüğüm asılıyordu çıplak bir dala
Masum,
Mavi bir kız ölüyordu
sahipsiz kentlerin yıldızları
Dökülüyordu parmak uçlarımdan
Hayallerim gövdeme düşüyordu
Gövdemdeki çocukların düşleri inciniyordu
Özgürlüğüm asılıyordu çıplak bir dala
Masum,
Mavi bir kız ölüyordu
Geceydi,
yıldızların ışığından dökülüyordu yalnızlığım
Kırmızı kadar asiydi
su
ve
toprak
Ve uçsuz ve bucaksız,
kızıl,
ateş
Alıp götürüyordu beni çırılçıplak bir yeşil
Gölgesine düşüyordum
henüz tutulmamış bir ayın
Geceydi,
omuzlarında ışığın yükü vardı
Asil kadınların
Asil erkeklerin
Asil çocukların
Ve her ölüm newroz getiriyordu
En güzel çiçekler adına yaşanıyordu ölüm
Görünen en parlak ağaç Mezopotamya uğruna
Geceydi,
bir militan iniyordu yorgun düşleriyle dağlardan
Kalemimden kan damlıyordu içime
Gözlerim parlıyordu,
öpülen bir yanak gibi
Güneşten daha cömert yüzüne bakarken
Dünyanın ormanlarında zarif bir kuş büyüyordu
Gözlerimin bitmeyen yalnızlığına
ağlıyordu anneler damarlarında gezinen sancıyla
Çekilen acılara
Göz yaşları bir gül gibi düşüyordu toprağa
Ellerimden çürük ağaç kokusu geliyordu
Yumruklarıma kelepçeler vurulmuştu
Sesimi tutuyordu oliympos kartalları kanlı pençeleriyle
Bir kölenin oğlu değildi düşlerim
Adını bir ermiş fısıldamıştı kulağıma
Gölgem gibi taşıdığım
sevgilim, özgürlüğüm
Geceydi,
yanımda aysız bir kurşun,
çiçeksiz hapis
Öfkem geceye inen bir balyoz
Kardeşçe bir düş için,
yarınlara,
yoksul çocuklara
Güneşin gölgesinde unutulmuş kalabalıklara
Yaşamı adarcasına
Getirecek sesler
Sert bir bıçak gibi
Ak bir sevda
Göreceksiniz
Geceydi,
dışımda Temmuz
İçimde tuhaf bir buz kokusu
Yalnızım
Gece karanlık
Ay içimde üşüyor
Her yanımda hüzünle açılan bir kapı
Omuzlarımda
Bıçak yarası gözler
Benim sessiz,
Çürük bir elma kurdu gezinirken ruhumda
Geceyle zenci dişi sevişmelerim
Soğuk
Ve
Nemli
Kimse bilmez benim bu derdimi
Bir senden başka
Ah ölümsüz sevgili
Göz yaşları bir gül gibi düşüyordu toprağa
Ellerimden çürük ağaç kokusu geliyordu
Yumruklarıma kelepçeler vurulmuştu
Sesimi tutuyordu oliympos kartalları kanlı pençeleriyle
Bir kölenin oğlu değildi düşlerim
Adını bir ermiş fısıldamıştı kulağıma
Gölgem gibi taşıdığım
sevgilim, özgürlüğüm
Geceydi,
yanımda aysız bir kurşun,
çiçeksiz hapis
Öfkem geceye inen bir balyoz
Kardeşçe bir düş için,
yarınlara,
yoksul çocuklara
Güneşin gölgesinde unutulmuş kalabalıklara
Yaşamı adarcasına
Getirecek sesler
Sert bir bıçak gibi
Ak bir sevda
Göreceksiniz
Geceydi,
dışımda Temmuz
İçimde tuhaf bir buz kokusu
Yalnızım
Gece karanlık
Ay içimde üşüyor
Her yanımda hüzünle açılan bir kapı
Omuzlarımda
Bıçak yarası gözler
Benim sessiz,
Çürük bir elma kurdu gezinirken ruhumda
Geceyle zenci dişi sevişmelerim
Soğuk
Ve
Nemli
Kimse bilmez benim bu derdimi
Bir senden başka
Ah ölümsüz sevgili
Orhan DEMİRTAŞ
Sınır Dergisi / Sayı 5 / Eylül Ekim 2010
Yalnızlık Düşleri
sardı bedenimi,
yalnızlıkla yoğrulmuş bir hayat
bakarım maviliklere,
ta uzağında bir umut vardır düşüyle ..
bir an teslim olurum
götürmek isteyen rüzgara,
ve ardından bir düşe kapılır bu yürek
yüreğinde yatan mecnuna yanarak...
ardından gece üşüşür bedenime,
aklım ise bedenimden çook uzaklarda,
sardı yine yalnızlık düşlerimi,
serseri mayına döndü kalbim
oysa
çılgınıyım mecnuni bir aşkın
bırakıp gitsem mi?
yoksa,
yoksa,
susup gömülmeli miyim
yosma bir yalnızlığa,
suskunluğu haritadan sildikten sonra
uçurum olsun hayat, ne çıkar ?
ötesi dokunaklı bir hatıra olur
ve gürleşen bir ses olur umut
SINIR'dan yükselerek...
Tarık KUTLU
Sınrı Dergisi / Sayı 5 / Eylül Ekim 2010
yalnızlıkla yoğrulmuş bir hayat
bakarım maviliklere,
ta uzağında bir umut vardır düşüyle ..
bir an teslim olurum
götürmek isteyen rüzgara,
ve ardından bir düşe kapılır bu yürek
yüreğinde yatan mecnuna yanarak...
ardından gece üşüşür bedenime,
aklım ise bedenimden çook uzaklarda,
sardı yine yalnızlık düşlerimi,
serseri mayına döndü kalbim
oysa
çılgınıyım mecnuni bir aşkın
bırakıp gitsem mi?
yoksa,
yoksa,
susup gömülmeli miyim
yosma bir yalnızlığa,
suskunluğu haritadan sildikten sonra
uçurum olsun hayat, ne çıkar ?
ötesi dokunaklı bir hatıra olur
ve gürleşen bir ses olur umut
SINIR'dan yükselerek...
Tarık KUTLU
Sınrı Dergisi / Sayı 5 / Eylül Ekim 2010
Mektubum
Bir derginin sağ alt ya da sol alt köşesinde görülebilen, bir TV kanalının da yine aynı muhtemeliyetinde görülebilen yazışma adresine bağlılığımın mektubu bu. Evimin kapı arkası 'gönderilmemiş mektuplar' kutusunun doluluğuna da bağlı olarak yazılan bir mektup.
Prévert'in annesi gibi hayal dünyamın gelişmesine yardımcı olabilecek bir büyüğüm olmadı benim.
Les Enfants du Paradis'in başarısını paylaşabilecek kadar erken doğmadım. Konfüçyüs'ün "tırnak işaretlerini" yaşayacak,-yaşıyor olan- zamanın çocuğuyum ben. Bu durumlar sıyrılınamaz durumlar. Tanrı varlığının, kader götürmezliğine götürdüğü yanlar bu yaşananlar.
Çok istediklerime erişebilmek için noktalı zamanların adresine -kitaplarıma- sığınıyorum. Ve yeri geliyor yazıyorum.
Prévert'in annesi gibi hayal dünyamın gelişmesine yardımcı olabilecek bir büyüğüm olmadı benim.
Les Enfants du Paradis'in başarısını paylaşabilecek kadar erken doğmadım. Konfüçyüs'ün "tırnak işaretlerini" yaşayacak,-yaşıyor olan- zamanın çocuğuyum ben. Bu durumlar sıyrılınamaz durumlar. Tanrı varlığının, kader götürmezliğine götürdüğü yanlar bu yaşananlar.
Çok istediklerime erişebilmek için noktalı zamanların adresine -kitaplarıma- sığınıyorum. Ve yeri geliyor yazıyorum.
Ama gözlerimi de belki hiç izlenemeyecek, vasat altı bir filme armağan etmek istiyorum. Sadece bir gün için aptal kutusunun baş aptalı olmak istiyorum.Kendime güldürerek gülebilmenin hayalindeyim. Chaplin'in düştüğü umutsuzluk kadar anlayabilmeli herkes beni.
Takvimsel varlığımın uzun görünmesinin beni yanıltmamasına yardımcı bu mektubum tüm takvimsellik yaşanmışlığımı size sundu…
THE ENDsiz SON…
--Yazışma işteşliği için cevabı gelmeli—
*** *** ***
Le, le,le sesleri eşliğinde
Yurtsuz aşkların bin yıllık kavgasını taşıyan nehre kaynaklık ediyor gözyaşlarım.
Tüm düşüm, düşmelerimin artık acıtmayacağına dair. Ve yarım kalıyor düşlerim, tıkıyor önünü boğaz yumrum.
Tüm düşüm, düşmelerimin artık acıtmayacağına dair. Ve yarım kalıyor düşlerim, tıkıyor önünü boğaz yumrum.
Cehennem kırmızısı artık gözlerim, nehre kaynaklık edecek yaşlarımı doğurmak üzre, onun yanıklığında.
Titriyor parmaklarım
Titriyor parmaklarım
Her zamanki tıkanmalardayım
Yollanabileceklerimi yolluyorum şimdi sana
Hissediyor musun?
Ağlayan bir keman eşlik ediyor şimdi de dökülen satırlarıma
Zamanın hangi gizli bölmesine sakladın mutluluğumu???
S:14:28
Ağıdım mızıkayla çalınıyor
çocukluğumdan kalma, tiz sesli ve samimi
tek içine dokunanı var; o da; BENİM
gİTMEkler, mek berisinde kalanların hepsiyle dostum artık
Tek sırlarım da gitmeklerimde saklı
en büyük gidişimsin şimdiye kadar
çift yön yola ihtiyacı olan koca bir şehirim
asfaltsızım; çakılları bağrıma bastırıp geçiyorsun yolumdan
hızın sıfırın altında
yardım ediyorum sana ama çakıllar...
acıyorum, deliniyor yüreğim.
..12.2008 EZo Ebru Bağçı
Sınır Dergisi / Sayı 5 / Eylül Ekim 2010
O Gece
Nalların arasında çatlayan toprak
Susuz her dem tarihime.
Duvağın lanet olur
Bir hırsızın bedeninde,
Saçların ihanetli durur
Kutsal çarşafın masumiyetinde.
Tebessüm eyledi lanetin
Şehvetli bir köpeğin gözlerinde,
Mahremiyetime inat saldın bedenini bedenime.
Durdu zaman irkildi toprak ‘Allah Allah’ diye.
Küstahlaştı çıyan
Ecdadının asiliğinde,
Eğdi başımı bir gecelik şehvette.
Prangalaştı durdu kelimelerim şiirlerimde,
Kalem acımasız yazdı
Kefaretimi yoksul zenginliğimde.
Şahlandı adalet kuşları kıbleme,
Yağdırdı ateşi pençesinden
Yırttı içimdeki heybetli hayvanın zincirini,
Saldı o ihtişamlı yalanımın üstüne.
Tespihimin sesinde döndü durdu zaman,
Çoğaldı hâsılatım bir zencinin zincirinde.
Dehak’ın sersemliğinde sarhoştum,
Çocukluğumu katlettiğim kalenin içinde.
Zafer sarhoşluğunda çakallığım şehvet eyledi,
Atamın masum dölünü katleden o gece de…
Ve haykırdı kawa dört yanım kar ter içinde.
Kapılar açıldı çocukluğumun yaktığı ateşle,
Savurdu kawa’nın güçlü kolları demiri
Gurursuz tebessümümün en alçak yerine.
Düştü bedenim iki yanıma,
Zılgıt çekti tarih sayfalarına halkım o anda.
Kanımı kanatırcasına
Beddualar diledim pişman çaresiz yanıma.
Ne fayda!
Yazıldı artık levh-i mahfuza…
Kenan SARUHAN
Sınır Dergisi / Sayı 5 / Eylül Ekim 2010
Kimse
Yaşlandığında ve kabuğuna çekildiğinde
merhabaları özleyeceksin.
Gözlerin arayacak gözleri.
Bir çift söz duymak için kulakların kaskatı kesilecek.
Şu umursamadığın merhabaları kaybedeli çok oldu,
geçmişin hatırlanan anılarında.
Kulaklarını tırmalayacak kapı gıcırtıları
ve bu sese bile razı olacaksın
Cebindeki beş kuruşun da para etmeyecek merhaba için,
umursamayacak umursamadığın.
Kendini adamdan saydığın günler çok geride kaldı.
Hadi kendine söyle korkarak!
Şimdi merhabasızlığın sefaleti içinde,
gözlerin kısık,
yolunu gözleyeceksin
zahmetsiz ölümün.
Merhabalar içine gömülmek isteyeceksin.
Kimse bir parça merhabasını bağışlamayacak
senin için.
Levent KORKMAZ
Sınır Dergisi / Sayı 5 / Eylül Ekim 2010
merhabaları özleyeceksin.
Gözlerin arayacak gözleri.
Bir çift söz duymak için kulakların kaskatı kesilecek.
Şu umursamadığın merhabaları kaybedeli çok oldu,
geçmişin hatırlanan anılarında.
Kulaklarını tırmalayacak kapı gıcırtıları
ve bu sese bile razı olacaksın
Cebindeki beş kuruşun da para etmeyecek merhaba için,
umursamayacak umursamadığın.
Kendini adamdan saydığın günler çok geride kaldı.
Hadi kendine söyle korkarak!
Şimdi merhabasızlığın sefaleti içinde,
gözlerin kısık,
yolunu gözleyeceksin
zahmetsiz ölümün.
Merhabalar içine gömülmek isteyeceksin.
Kimse bir parça merhabasını bağışlamayacak
senin için.
Levent KORKMAZ
Sınır Dergisi / Sayı 5 / Eylül Ekim 2010
11 Ekim 2011 Salı
Dergi ve Camii Yardımı!
Dergiyi takdim etmede çok acele ediyorum. Kireç tutan ütümün, temizlenmesi için girdiğim dükkanın kasasında para kalıp kalmadığını hesaplamayarak bir hoş sohbetin akabinde dergiyi uzatma gafletinde bulunuyorum. Uzattığım dergiyi, “hocam camiilere çok yardım ediyoruz” cevabından da anlamam gerektiği gibi kasası benden daha önce dükkana intikal etmiş hayırseverler tarafından boşaltılmış olduğundan maddi anlamda bir karşılık bulamamanın hüznüyle, duvarları sözlerle süslü dükkanın masasına hediye olarak bırakıveriyorum. Duvarı özlü sözlerle süslü olması edebiyat sevdalısı olduğunu göstermediğini öğrenmekle beraber en çok duvarlara nakşedilenin, duvara nakşedene yansıması gerektiği noktasında yanılıyorum.
Ne çok anı süslüyormuş birçok hayata dahil olmuş ve olmaktan geri durmayan Sınır. Taşrada çıkmak zormuş be sevgili dergim! Sözün bundan sonrasında Sınır’a sesleneceğim, başımdan boca ettiği anıları hatırlatarak.
Sevgili Sınır, matbaadan koli koli yüklenip bize geldin yoğun kâğıt kokusuyla. İlçede bir yerlerde kendini teşhir etmen gerekti sonra. Bir büfede aldın soluğu ve dizildin büfenin gazete ve dergi satılan raflarına. Dizildiğin yerde buhar oldun ve bir daha da senden haber alamadık Sınır! Çok mu sahipsiz koyduk seni bilmiyorum ki. Kaybolmandan yana günahımız varsa affola Sevgili Dergim!
Seni, ellerinden tutup dükkan dükkan gezmeye başladık sonra. Ara sıra alışveriş yaptığımız bir markete girişimizi hatırlıyor musun? Market sahibinin elinde evrilip çevrilip para edip etmediğin uzun uzun mütalaa edildikten sonra “- yönünüz nedir?” diye ağır bir soru yöneltilmişti ya bana. O soru karşısında vuramadım seni bir yöne, bu kadar dağılmışlıkla dururken ellerimde. Seni anlatmaya başladık sonra çaresiz ve seni anlattıktan sonra “- dergi okuyacak zamanımız yok” cevabını alınca, nasıl da atılmıştın kollarıma. Bir yön çizememenin ve bir yönde olamamanın yetimisin Sınır!
“Durun ve vazgeçin çıktığınız bu yolculuktan, yakınken daha döneceğiniz yol” hükmünde karar kılmışken sevenlerimiz, neyi mırıldanmalıyım çocukların ulaşamayacağı yerde kanayan ayrılıklara… Sınır; sadece iki hece anlaşılmayasın diye, tüm gayretimi çoğaltmakta buldum isim telaffuzunda… Birken bin olman uğruna kapıldığım aceleciliği, sığındığım iki heceyi çoğaltmadaki kurnazlığıma ver ve bağışla beni.
Sevgili Sınır, hayatın mütevazi bir köşesinde durmanın sancılarını çekiyorsun. Kafanı uzattığın kapıdan girme tereddüdü yaşadıkça daha oturmadan oradan çıkma ihtimalini yükseltiyorsun sadece. Bu mevsimde okuyacak zamanı olmayan kişilere de selam dur, camilere yardımda en önde durduğunun iddiasında olana da… Ve sevgili dergim, kaybedildiğin(!) büfelere de daha kaybolmadığını hatırlat ara sıra ne olur…
Lütfi DEMİR
Sınır Dergisi / Sayı 5 / Eylül Ekim 2010
Bir Ölümün Ardından
ikinci secde işte buydu
hiç kalkmamak üzre bütün uzuvlarımızla
toprağın kucağına uzanıvermek
bütün bir oyunu ve oyalanmayı
bırakıvermek ardımızda
ikinci secde işte buydu
üryan geldiğimiz gibi üryan gitmek
dönüşsüz
sessiz
ve hüzünle
ve yollara düzülen yorgun kervanlar gibi
yan yana
veya ard arda
adem aleyhisselam’dan bu yana
ey ağır bir cansızlığa yığılan bedenler!
sela sadalarıyla gafil şehrimizi kuşatıp gidenler ey!
sizleri hiç görmedim hayatımda
ve hiç tanımadım
bu şehirden olduğunuzu biliyorum sadece
ve bugün bu şehirde olmadığınızı
aramızdan ayrıldığınızı
aramızdan göçüp gittiğinizi sadece...!
yeryüzü hayatı bu işte;
bir varoluş
bir kayboluş
ya da göçmen turna misali
bir burada bu yakada
bir orada o yakada
derin bir sır ki bu,
içi içe gerildikçe gerilir
ve kabil gönül varsa fehmetmeye
bu girift ve gizil bilmeceyi
“ikinci secde işte buydu” fısıltısıyla silkinen
yalnızca mü’min duruşa sarf-ı nazar etmeli
sizleri hiç görmedim hayatımda
ve hiç tanımadım
bu şehirden olduğunuzu biliyorum sadece
ve bugün bu şehirde mutlak olmayışınızı
aramızdan ayrı olduğunuzu
aramızdan göçüp gittiğinizi sadece...!
mukadderat bu;
dün
bugün
ve yarın;
üç dilimlik dar-ı dünya sergüzeşti
mukadderatın kaçınılmazı işte;
doğduk
ve ölüyoruz;
iki hakikat öyküsüdür ki bu,
içirircesine hikmet içre denizi
ve müşkilatlardan
ve sancılardan süzüle süzüle
arifane yolculuğa çıkarır aydınlık sözü;
yunusum, can dostum
sana binlerce kalbî selam
kuşandırırcasına feraset libası
ne de güzel örüyorsun kelam:
işbu söze hak tanıktır
bu can bu gövdeye konuktur
bir gün ola göçe gide
kafesten kuş uçmuş gibi
…...
vakit gecenin ikisi
zaman dinginlik faslını sürüyor hayata
tükenirken bu şehir küflü bir uykunun kesafetinde
dirik duruyor oysa
dışarıya bırakılmış modern zamanların kabristan bölgesi
ve oysa sancılı münzevi şair,
zonklamalar çoğalırken beyninde vızır vızır
uyanık duruyor mutfağının penceresinde
ölümün anlam bahşeden kıyılarına nazır
ey ağır bir cansızlığa yığılan bedenler!
ey kabir topluluğu!
ey ehl-i kubûr!
sizleri hiç görmedim hayatımda
ve hiç tanımadım
bu şehirden olduğunuzu biliyorum sadece
ve fakat bugün bu şehirde olmadığınızı
aramızdan ayrı olduğunuzu
aramızdan göçüp gittiğinizi sadece…!
Hacı YILMAZ
ekim2000kargı/çorum
Sınır Dergisi / Sayı 5 / Eylül Ekim 2010
Ho Mirina Malikxerab!
Hin mirov hene, bi tenê piştî mirina wan behsa wan bi başî û xweşî tê kirin.
Lê hin jî hene ku di her rewşê de xwedîyên xatir û rûmeta xwe ne; bêşik yek jê tu yî…
Gava tavê xwe da alî, xebereke nexêrê zingînî ji Lêfê anî. Nameyeke reşxeniqî kêf û şahî ji Berîyê hilanî. Heyv li benda rojê nema, darbesta te hilgirt li goristana Tilteêmkê danî. Dengê bûka mehekê di felekan re derket got; ”haho, Birahîmê min kanî?” Mirov kişîyan, ne serî hebû û ne jî binî. Dost tavilê civîyan ji her deverê û ji her dînî. Hezkirîyên te bûn yên ku dikir kûrînî. Dil dişewitandin, kezeb diperitandin axîn û nalînên bilind dibûn bi evînî. Kon hatin vegirtin, ne yek, ne dudu û ne jî sisê di bin ezmanê reş de bi xemgînî.
Kîkan ma di bin mij û moranê de. Hêsirên ezmanî ewrên li hemanan li bin guhê hevdu xistin û xem barîya di ber pozê Qerejdaxê re bi ser Berîya dûz de. Lehî rabû li erdê bêserî û bêbinî, Lêf û Berî man di bin pêlan de. Safî xem herikî di çeman de û şîna giran mirov dan ber xwe di meydanan de.
Ho mirina malikxerab, bila çavên te birijin! Agir bi mala te bikeve! Tu nekî der! Tu yî ya ku hezkirîyan ji hevdu vediqetîne û nahêle evîndar bi miradên xwe şad bibin. Tu yî ya ku agirî li ber kulîna bavê lawan dadidî û sitûna wan tînî xwarê. Tu yî ya ku bi bêbextî ji xafil de çavên egîdan li dinyaya gewrik digirî û wan di sînga axa sar de vedişêrî. Tu yî ya ku qêrîna dêyan di felekan re derdixînî û zarokan çavmelûl û sêwî dihêlî. Tu yî ya ku mêran stuxwar dikî û jinan reş girê didî. Destirêjîya te ye ku bextewarîyê radike û şînê li dewsê datîne. Dilkafirîya te ye ku kulîlkan diqurmiçîne û gîyanan difûrîne û heval û hogiran di nav mij û dûmana hiznê de wenda dike.
Ho mirina bêwijdan! Ho ya ku me bi kula fêrisan birîndar dike û jîyana me bi derd û xeman bar dike. Ho dilkafira ku delalîyan di zaboqên asê de vedişêre. Ho neyara ku dilê me di newalên kûr ên bêbinî de gor dike! Ho ya ku darbestan ji dilê me dibezîne û axîn û nalînan bi me dixîne! Û ho çavnebara ku tehamilî jîyana Birahîman nake û wan bi xwe re hiltîne!
Bila tu zanibî ku em ê Memê Alan li pişta Bozê rewan siwar bikin û ji bajarê Mixribê bişînin pêşîya wî. Em ê postê kewan li Zîna Zêdanî bikin û ji Kanîya Gulanê pê re bifirînin û wî bi tenê nehêlin. Em ê ji serê keleha Heskîfê qefil bi qefil di hewara Berîyê de werin. Em ê ji nav dîrokê medenîyetên cur bi cur bidin tengala xwe û ji pala Çîyayê Mêrdînê xwe bera xwarê bidin. Em ê çîyayên ku xwîn digirîn, newalên şînî, qûntarên reşgirêdayî, bestên dilbikul, çemên xembar û Qosara dilşewitî li te mirinê, li te zalimê bînin hev û nehêlin tu bigîhêjî miradê xwe.
Ho Birahîmê delal, tu çawa bi vê mirina bêbext weritî? Ev çi hevkarîya te ya bi neyara jîyanê re bû li dijî me? Ev e gazinda ji te. Va te Berî bêxwedî, Lêf sêwî û bûka bi miradê xwe şadnebûyî stuxwar û heval û hogir bi êşeke kûr melûl hêlan.
Birahîmê delal, dibêjin ku yê jîyanê dide, gava wexta wê hat dê bi şûn de bistîne jî. Ma ev wext bû? Heger weha be jî ez serî hildidim li hember vê mirina bêwext. Ma ev ne zilm e ku yek miradan di qirikan de bihêle, ciwanan emirqutî bike, jinan stuxwar û dilên mayî parî bi parî bike? Bila ev gunehê min be, binivîsînin li defterê. Gava roja wê hat jî hûn bê minet in! A va qûça we!
Ho Birahîmê delal, meraqan nexwe, kulîlkên me yên ku tu bi bêhna wan sermest dibûyî ahdê dikin ku her stêrkeke nû li ezmanê me vêkeve, ew ê xemleke kurdanî bera ser bejn û bala xwe bidin û mizgînîyê bidin te. Her ku çirûskek li quncikekê xuya bibe, her ku ronahîyek xwe li tarîyekê rakişîne, her ku şewqek bide devereke xalî û tarîmayî, ew ê li ber keda te ya newendayî û hêjayîya te ya li ser serê ezmanê Berîya bêserî û bêbinî biriqandî, bi hestên minetdarîyê serê xwe bitewînin. Zarokên ku bi henûnî û dilsozîya te têr şad nebûn sozê didin ku her gava xewnek te rast bigere, ew ê bên ser gora te, kesereke kûr bikişînin û bi hesreta dilî bibêjin; “Xwezî, te jî ev roj bi çavên xwe bidîtaya.”
Birahîmê delal, tu dê her li ba me bî, tevî wî dilê xwe yê bi hezkirinê ve mişt.
Em ê her miqate bin li wê evîna ku te nîvco hişt.
Bila çavên te nemînin li pişt.
Bila gora te bibe behişt…
Mustafa AYDOĞAN
Sınır Dergisi / Sayı 5 / Eylül Ekim 2010
Têbînî: Ev nivîs ji bo Birahîm Kiliçî hatiye nivîsîn ku di 22.10.2005an de, di qezayeke trafîkê de çavên xwe li dinyaya gewrik girtibûn
Üç Şiir
kedi….kuş
Yaralıyım dedi kuş beni yeme…
Karışmasın kanına yaralı olmanın yası….
Öldürür seni,
Solarsın….
Olsun demiş kedi… çok canım var benim…
Birini bu hazza adarım….
Ve yemeye koyuldu onu…
Ne gözlerindeki gökyüzüne aldırdı,
Ne kanatlarındaki uçamamanın acısına….
Çok zaman sonra nedensiz bir uçma isteği kuşattı onu….
Denedi olmadı,yanıldı.
Gökyüzü gözlerine sonsuzluğu üfledi ve kaosu….
Ele avuca gelmemeyi….
Sırnaşamaz oldu insanlara…
Kimseden bir şey dilenmedi…
Kanındaki önlenemez kaçma dürtüsünden,
Öldürdü birer birer canlarını….
Son canını verecekken kuşu hatırladı….
Olsun dedi…. Kurbanı katilinin ölme sebebidir eninde sonunda….
yosunlu ritüel
Lambaları yorgunluktan yosun bağlamış.
Işıdıkça karanlığı çoğaltan bir şehir…
Gölgeleri uzadıkça
küçülen bedenlerdeki didişme,
def ritimli bir ritüel.
Kendi boşluğun derinleşir,
gidenin yerini doldurmak için kiralarken birilerini…
çok noktalı ama…
Düzensiz, aceleci,
gümbürtüye gelmiş bir kalabalığım ben.
Hem dağınık, hem tarzımın rahatsızı.
Bu yüzden; hiçbir cümlenin sonu olamamanın
‘çok noktalı’ sancıları yüklü yazılarıma.
Savunma içgüdüsünün çok sevdiği
bol ‘ama’lı bir yaşam bu.
ve içimin her karesinde
bir ‘belki’ aralığı kanıyor,
rengini kendisine saklayan lanetiyle.
Hicran ASLAN
Sınır Dergisi / Sayı 5 / Eylül Ekim 2010
Mırıldanmalar
Dışarıda tutulduğu için, içeride karanlıkları özenle büyütenlerden hıncını almak istercesine yanıyordu güneş…
Elektriklerin kesilmesiyle, ütülenmesi henüz tamamlanmamışken, alelacele giyilmiş kırışık bir gömleği andırıyordu suratı…
Sokakta yürüyen adam, kaybettiği kadını bulamadığı için, şehrin küçük olmasını suçluyordu… Belki şehir büyük olabilseydi, onu aramak daha uzun sürebilirdi…
Onu bulacağından umudu kesmişti, ama aramak bu kadar kısa sürmemeliydi…
Yollarda binlerce insanın olması, milyonlarca ihtimal sayılacaktı…
Ama yürüdüğü sokaklarda bütün yüzler tanıdıktı ona. Ve onu tanıyan yüzler, şüpheyle bakıyorlardı kendisine…
Ufosunu müsait bir yerde park edip, parasının beş bölü bilmem kaçıyla kavrulmuş fındık almaya çıkmış bir yaratığa bakar gibi süzüyorlardı onu…
Şüpheleri bazen o kadar çoğalıyordu ki, adamı, içindeki esrardan dolayı fünyeyle patlatmayı düşünüyorlardı.
Henüz hiçbir kamerasına el sallayamadığı hayatın, ona garip şakalarından birini yaptığını sanıyordu… Yalnız bırakılmıştı… Kadın giderken, yollar da düşmüştü ardına…
Bu yüzden arkasından koşamamıştı… Gideceği bir yeri olmayabilirdi insanın, ama gidilecek bir yolunun dahi kalmaması en kötüsüydü…
Güneş daha gökteydi…
Oda sıcaklığında muhafaza edilen ayrılıklar, çocukların ulaşamayacağı yerlerde kanıyordular.
Ne zaman başladığını bildikleri ama hangi zaman son bulacağını tahmin edemedikleri bir savaşa oğul göndermeye devam eden şehrin ahalileri, mektup bekliyorlardı, gelmesinden korktukları haberin diliyle yazılmamış olan…
Güneş daha gökteydi…
Çıplakken bile kendileri kalamayanlara, yasaklanıyordu maskeyle baloya girmeleri.
Ülkede neden bu kadar çok hırsız var? diyordu biri… Cevaplıyordu öteki; birileri yıllardır “Bölemezsiniz” demekten fırsat bulup “Çarpamazsınız” diyemedikleri için!...
Yalnızca öldürülenlerin haber yapıldığı gazeteleri okuyordu insanlar. Ve bizler yaralıları hiç tanımadık, yayın akışı gereği!
Güneş daha gökteydi…
Kadının birini ruhsatsız öpüştüğü için mühürlemeye geliyordu zabıtalar.
Bir kitabı ikinci defa okuyordu genç adam, ilk okuduğunda kadının biri ölmüştü Petersburg ayazında, dönmüş olabilir miydi ölmekten?
İntihar süsüyle tamamlıyordu aksesuarını gece, cinayetin işleneceğini caddelere çıkmaya hazırlanıyordu…
Yeni bir kurgudaydı bir insan, aşk olmasını istediği… İlk sızısına söylemiş olduklarını hatırlayabildiği kadar sevebiliyordu bir sonrakini! Dikkat etmesi gereken sadece isim telaffuzu!...
Zazaca bir şarkı geliyordu çok uzaktan…
Güneş tören adımlarla terk ederken göğü, hovarda bir ayın tahta geçmesini naralarla kutluyordu ayyaşlar…
Yatağından sıçrıyordu, tüm gün ekmek kavgası arenasında dövüşmek zorunda kalanlar, kâbus sanıyordular, oysa uykunun yarayı sardığında bastırdığı gazlı bez, yakıyordu canı…
Mahsum ORAL
Sınır Dergisi / Sayı 5 / Eylül Ekim 2010
İnce Memedi Okurken
Bir
iki
üç
tükendi rakamlar
tut bir köşesinden zamanın
al götür
sübyan bir düşün al kuşağına
yakala ritmini
zikzak çizen
donuk yüzlü sevdanın
yeniden çoğalt
kıratlıları
düldüllü şahlanışları
ve sadık kartallarını Zerdüşt’ün
yoğrul özsuyunda
cesarettin, onurun…
Kürt Reşo’dan sor
düze inip solan
mor sümbülün sevgisini
ve korkusunu zulmetin
at sırtına
ak bulutlarla çevrilmiş
dağların açlığını
ardından bırak yükünü
kor cehennemine insanlığın
sonra bir serçenin gülüşüyle
yürekten sarıl
yalansız bir aşkla devinen
her bir anına
o zaman göreceksin
bu soylu cennetin fedailerini
anlayacaksın
neden sinsice kuşatıp
pusuya düşürdüler kavgalarını
ve tanıyacaksın
acının kılcalında yalımlanan
ateşin susuz yangınlarını..
Mamed ÖZDİL
Sınır Dergisi / Sayı 5 / Eylül Ekim 2010
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)