12 Ekim 2011 Çarşamba

Sulh ve Sükun Ülkesi, Barışın Olduğu Yer Mi?

Sana mesken olan toprak, sende savaş belirtileri var.
Savaşa hazırlanıyor bu sürüler, bu atlar,
Ama biz bunların sabana koşulduğunu da da gördük.
Aynı boyundurukta yürüdüklerini de;
Barış umudumuz yok olmuş değil yine.
                                                             (Vergilius)


Bu önemli kelimenin; dilimize iki heceli olarak girmiş ve sükun peygamberi gibi dünyada ve ahirette huzur ile girmemizi sağlayacak hacmi küçük ama işlevi büyük bu kelimenin ne anlama geldiğini; kime sorarsanız, kime danışsanız, kime irdeletirseniz irdeletin, kime yorum yazdırırsanız yazdırın sonucu aynıdır. BARIŞ: Sulh ve sükunun bekçisi, iç huzurun mümessili, dış gücün demokrasi havarisi, uluslar arası akreditif elçisi, hava ve suyun kardeşliği, gök cisimlerinin yörünge bekçisi, sanatın ve siyasetin yumuşak literatürü, zaman kadranının susturucu perisi, yumuşak başlı koyunun itaatı, ağzı kanlı kurdun vicdan anahtarı, ormanın tekin sesi, sevgililerin araf meydanı, hırçın kalplerin duru sessizliği, zulmün önündeki aşılmaz sur, mazlumun nefes borusu….. vs. vs. vs.

Sükunetin adıdır barış. İç ve dış, alt ve üst, sağ ve sol, ruh ve tenin birlikte aynı kaptan yemek yemesidir. Kendi iç barışını sağlayan, dışını da, çevresini de barışa çevirir. Kendisine gülen, dışına da güler. Kendiyle barışık olan tanrısıyla da barışıktır. Tanrısıyla barışık olan ülkesiyle; ülkesiyle barışık olan dünyasıyla; dünyasıyla barışık olan ahiretiyle de barışıktır.

Barış, bir zincirin ilk halkası olduğu gibi son halkasıdır da. Boğum boğum, ilmek ilmek, halka halka birbirine bağlanarak içten dışa doğru, her cisme, her varlığa, görünen görünmeyen dünyalara, canlıya cansıza, sıkı bir irtibat kurar.

Barış, aynı zaman hakkı teslim eden bir anlayış, bir önerme, bir deklerasyondur. Din kuralları Ademden bu yana hakkı teslim etme babından, varlıklar arasında bir denge kurmayı çabalamışlar. Canlıyla cansız arasındaki hakkı ‘barış’ ile sağlamışlar, insan ile insan arasındaki hukuku ‘barış’ ile; gök ile yer arasındaki mesafeyi ‘barış’ ile, toprak-su-hava-ateş anasırını ortak payda olan ‘barış’ ya da ‘barışık’, o da olmazsa ‘bütünsel ferment’ ile, bu da yetmezse ‘birlikte yaşama hakkı’ fenomeni ile ortaya koymuşlardır. Öyle ya, yeryüzü hepimizin, herkesin, her canlının olduğu gibi her cansızın da, her ulusun, her ırkın, her rengin, her cinin, her meleğin, her perinin de değil mi? Su herkesin, hava herkesin, kara herkesin!

Peki diyeceksiniz ki bu savaşlar niyedir?
Size dünyanın gelmiş geçmiş en büyük hikayesi sayılan Lev Tolstoy’un Savaş ve Barış romanında geçen bir pasaj okuyayım:

“……..
Bazen duyduğu bir hikayeyi hatırlatıyordu; bu hikayeye göre, erler savaşta, düşman ateşi altındaki siperlerde, yapılacak bir işleri olmadığı vakit, tehlikeye daha kolay göğüs gerebilmek için kendilerini uğraştıracak bir iş bulmaya çalışırlardı. Bütün insanlar ona kendilerini yaşamın sıkıntısından korumağa çalışan o erler gibi görünüyordu; kimi yüksek mevkilere kavuşma isteği ile, kimi kumarla, kimi kanunlar yaparak, kimi kadınla, kimi oyuncaklarla, kimi atlarla, kimi politikayla, kimi avcılıkla, kimi şarapla, kimi devlet işleriyle uğraşarak… ‘Dünyada ne önemsiz ne de önemli şeyler var! Herşeyin değeri aynı: Tek ‘hayattan’ kurtulayım, ondan kurtulmak için elimden geleni yapayım!’ diye düşünüyordu. Yalnız ‘onu’, onun korkunçluğunu gözüm görmesin.”

Gerçi roman kahramanı Piyer’in bu düşlerine günümüze uygun çok daha başka şeyler de eklenebilir: bilgisayar, telefon, teknolojik icatlar, modern ütopyalar falan ama bu kısacık alıntı bile bize neden barıştan çok savaşın üzerinde durulduğunun ipuçlarını veriyor zaten.

Kendi gönlümüzün rahatı, barışı, sulhu yoktur. Kendimizle savaş içindeyiz. Bundan dolayı her şeyle savaş halindeyiz. Mutsuzluğumuz, yıkımımız, kaybedişimiz bundandır. Bugün sevdiklerimiz bizi kendimizden uzaklaştırıyor. Bugün yaşadıklarımız bizi kendimizle savaşa tutuşmamızı istiyor. Yeni yaşamlar, yeni ütopyalar, yeni mutluluklar peşimizi bırakmıyor. Çoğaldıkça azalıyoruz. Savaştıkça batıyoruz. Kaynadıkça dökülüyoruz. Huzur ve aşk yok… Azla yetinmemizi istemeyen hasta beyinler bizi bu savaşın içinde tutmak için, her savaş sonunda kendileri kazansın diye yeni mutsuzluklar ve şizofrenik bulgular üretiyorlar. Sulh ve sükunun olacağı yerde nemalanan kimse olmayacak çünkü. Kardeşlik, dostluk, aşk, sevgi, şefkat, hak, hukuk, adalet, paylaşım olmayan yerde ortak bir payda da yoktur. Oysa bu yeryüzü herkese yeter. Her ırka yeter, her ulusa yeter, her renge yeter, her ideolojiye yeter. Yeter ki, Habil ve Kabil arasındaki farkı bulalım.

Bilgeler der ki; kendiyle savaşmasını öğremeyen kimse, herkesle savaşa tutuşmak için barışı ortadan kaldırmaya çabalar. Gün öyle olmalı ki, yeri geldiğinde kalemin efendisi, yeri geldiğinde kılıcın efendisi olunmalı.

Ben derim ki: Bu dünya bir hikaye dostum. Sadece bir hikaye. Tanrı oturup onu bizim için tek tek yazmış… Ve demiş ki, sen bu öykünün neresindesin, düşün, ara, bul ve yerini belirle!

Müştehir KARAKAYA
Sınır Dergisi / Sayı 5 / Eylül Ekim 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder