11 Ekim 2011 Salı

Tualin İçi

Bir kavram vardır psikolojide “sınırda olmak”; biri çıkar “sınırdayım” der. Bunu her türlü ifşa eder herkese söyler ya da orada burada yayınlar. Psikolojide kullanılan bu kavram aslında nevrotikten psikotiğe geçişi belirtir. Yani bir dağılma sürecidir. Kendini kontrolün dışına iter ya da itelenir. Kendinden geçiştir. Hani halk dilinde artık cinnete geçişin bir meşruluğudur. Hatta bunu yasalar bile kabul eder. Her hangi bir suç durumunda ceza ehliyetinin olmadığı gerekçesiyle ya hastaneye ya da dışarıya salınır.

            Bunu ifşa eden kişi hangi bilinçle söyler bilemem ama bunun farkında olsun olmasın ister arabesk bir tutumla ister başka bir tutumla yansıtsın kimse kanımca bilinçsiz bir şekilde söyleyemez. Çünkü psikolojide biriciklik vardır. Bir olayın yaşantısı o kişide yaşattığı duygular başkasında bir şey uyandırmayabilir.

            Bu yüzdendir “ben sınırdayım” cümlesini duyunca bizim tepkimiz nasıl oluyor ya da ona nasıl ne şekilde yardımcı oluyoruz bunu sorgulamamız gerekir. Bu bir yazar için de geçerlidir elbette. O yazıyı yazınca geçirdiği krizlerin aslında kimse farkında olmaz. Eğer ödüller yalan değilse. Ödüller aslında geçirdiğiniz krizin şiddetine bağlıdır. Ve biz de okuyucu olarak bu krizlerin şiddetine göre o kişinin yazılarını beğeniriz. Albert Camus’un bir romanın girişinde böyle bir cümle geçer annesinin ölümü adına “dün mü ölmüştüm bu gün mü bilemiyorum?’’. Bu kavram sınırda oluşun bir gerçekleşmesidir. Kendini hangi şekilde ifade edemeyeceğini belirtir yazar. Hatta nasıl ifade edebileceğini bile bilemez. Olayın şaşkınlığını o kadar kabullenmiştir ki bu kabulleniş onun adına bir dağılma sürecidir. Elbette ki psikoloji bilimi açısından bakarsanız bu bir sınır cümlesi değildir. Ama dediğim gibi kişinin biricikliğinden kaynaklı her şey olabilir.

            Bu cümleye benzer bir belirleme de Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanında vardır. Romanın yaşayan kahramanı Turgut her zaman olmak istediği Selim’den bahsederken onun aslında cümlelerinde ne demek istediğini neyi belirtmek istediği üzerine söylenen cümleler bizim anlayışımız üzerine ne kadar merhametli olduğumuzu düşündürür. Bu konuşma tam hatırlanmamakla birlikte ‘’Selimin- eğer ben bir cümleyi söylediysem onun altından başka bir şey çıkartılmasın, ben masa dediysem kelimem masa demektir başka bir şey değil.’’ 

            Yukarda Selim’in anlaşılmaması üzerine bir kavram vurgulanır. Aslında Selim bütün roman boyunca anlaşılmayan bir insandır. Çünkü o hiçbir yazarın kendi romanına yerleştiremeyeceği özelliklere sahiptir. O bir savaşçı değildir, o çok merhametli değildir, cesaretli değildir, utangaçtır, okuduklarını yazdıklarını yayınlayamayan saklayan insandır yani bir kahraman değildir o bütün roman anlayışındaki ritüelleri yıkan kişidir. Bundan dolayı Oğuz Atay’ın Selim gibi insan bize sunması insanın içinde en doğal olan korku çekingenlik gibi duygularında var olacağını gösterir.

            Karşıdakini anlamak çok zor bir iştir ve psikologlara yüklenen işte tam budur.  Bir uzmanın belirttiğine göre bir kişiyi veya farklı kişileri üç saat tam olarak anlayıp dinlemek sizi inanılmaz bir beyin yorgunluğa itecektir.
           
            Bu soruyu sormak lazım kendimize karşıdakini ne kadar dinliyoruz ve ne kadar anlıyoruz. Aslında işin tam temeli de empati denilen kelimedir. Yani bir insan kendini anlatmak için ne söylemesi gerekir. Bizim bu memnuniyetsizliğimiz nerden gelmektedir. Bu şımarıklığımız bu kibrimiz ve kifayetsiz bakışlarımız.

            Son paragrafımız bir film sahnesinde esinlenmektedir. Kadın karşısında ki erkeğin gömleğini yırtar o da yetmez atletini yırtar içini görmeye çalışır. Ama göremez ancak ve ancak tek çözüm eline aldığı neşterle böğrünü deşmektir. Emin olun bu da yetmemektedir. Soruyorum bir insanı anlamak için  ne yapılmalıdır???

Mahmut PAKDEMİR
Sınır Dergisi / Sayı 5 / Eylül Ekim 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder