15 Mayıs 2013 Çarşamba

Sınır Dergisi / Sayı 8 / Ön Kapak


Sınır Dergisi / Sayı 8 / Mayıs Haziran 2011

İçindekiler / Sayı 8


Sınır Dergisi / Sayı 8 / Mayıs Haziran 2011

Editörden / Sayı 8


Sınır Dergisi / Sayı 8 / Mayıs Haziran 2011

Kırılgan Kent


D
iyarbakır bungun bir sıcaklık altında inliyor. Ötelerde ipliksi sıcaklık elle tutulur gibi. Yaylanıyor. Dicle Nehri cılız, bulanık. Karşıda yoksul yaşlı evler. Hasat sonrası ovalarda sarı bir çöl kuraklığı. Buna karşın belli belirsiz bir devinim duyumsanıyor.
Kentimin sokaklarında dolaşıyorum. Stockholm’ün yarı karanlık güneşsiz günlerinde, sivri kuleli yapılara, karlar altında iki büklüm çam ve ladin ağaçlarına, loş barlarda “skol,” diye kadeh kaldıran dingin sarışın yüzlere bakarken, kentimin uzun huzmeli yakıcı güneşini düşünür acıyla titrerdim. Karanlık çökerdi yüreğime. Kurulu robot gibi caddeleri adımlarken, bir çöp kırıntısı bulmak için aranırdım. Adım başı o kusursuz parklar canımı ne çok sıkardı... Hep özlediğim güneş gözlerimi kamaştırıyor; akşar tenliler gibi körümsü bakıyorum.

   Hep aynı sınıfın işaretini taşıyan yüzler kaygılı. Birikmiş öfkelerin kıvılcımını taşıyan gözler donuk. Gizemli bir yurtseverliğin ardında garip mistik bir hava. Paydos saatinde bir anda kalabalıklaşıp ıssızlaşan caddeler toz kokuyor. Ağaçların arasında gündüzden kalma akşamın sıcak buğusu. ‘Biz bize’ lokantasının eskimiş tabelası... Külsüz sigaralarını sinirlice fiskeleyip duruyor erkekler. Tanıdık bir kahveye giriyorum. Bilincimin beyaz kayıkları durmaksızın alabora oluyor. İçimde tuhaf soyut bir korku depreşiyor. İnsanlar kuşkuyla bakıyorlar... Gençliğimin ateşli yıllarına geri dönmeyi istemek; içimde uyanan heyecanlı çocuğun isteği... Nedense hiç kendim olamadım. Kendimden bile vazgeçecek heyecanlar, sevgiler aradım. Oysa kendim olmalıydım.

   On beş yıl önce bir gece ansızın tank gürültüleriyle uyandık. Yükselen metalik sesler tüm hayallerimizi tutsak etmişti. Her gece ayak seslerini beklemek ne ürkütücü. Çekirge çıtırtıları, ağustosböceklerinin sesleri bile dinmişti. Yapay gülüşler beni boğar, karanlığa gömülürdüm. İçimde tortulaşan korkuları cesarete dönüştürmeyi karanlıklarda öğrendim. Korkular bazı duyuları ne çok geliştiriyor. Özellikle işitme ve koku.

   On beş yıl sonra normal gelişmeyi bile gösteremeyen bu kentin boğucu sessizliğinde yüreğim acıyor. Ölümleri kanıksayan insanların dillerinde ağıtlar dolanıp duruyor. Sevginin, umudun rengi yok bu kentte. Deli tanklar dolaşıyor. Sağır botlar gıcırdıyor. Dinginliğe, özgürlüğe duyulan özlem, insanı tedirginliğin, belirsizliğin kıskacına sürüklüyor. Nasıl bir şey şu mutluluk? Saçmalık! Hiç öğrenemedim ki!..

   Ana rahminde öğrendik kavgayı. Beyaz güvercinlerin kanadında uçmayı hep özledik. Özlerken usulca çürüdük; bu çürüme gelgitlere, sonra da dalgalara dönüştü. Ama Nemesis[1] olmayı hiç istemedik...
  
    Her şey kabuk değiştiriyor, sancılar çoğalıyor. Anlaşılmaya çalışmaktan yoruldum. Ait olma sendromu başladı. Ben hiçbir yere ait değilim ki. Yurtsuzum, kimsesizim. Bir zamanlar bu caddelerde platonik aşkların esrikliğiyle dolaştım. Dünyayı değiştirmek adına heyecanlanırken, ölüm çok tatlı ve uzaktı. İnsan bilinçle inanmayagörsün ki o erdemli aşk en güzel gençlik aşısı değil mi? Şimdi kardeş ölümlerin, yangınların zamanıdır. Ne acı!

   Sabahları güneşin parlaklığını duyumsamak istiyorum. Camlarda ipildeyen çiçekler yüreğime mutluluk kırıntısı göndersin istiyorum.

   Neydi o güneşe olan özlemim? Güneş İsveç’te ne çok somurtuk ve cimriydi. Şu yaşlı evlere, kirli sarı Dicle’ye, kımıltısız yüzlere, felç olmuş yaşama karşın umut sesini aramak istiyorum.

   Demir otelinin terasında kentimin ışıklarına bakarken gecenin hain acılığını umutlarımla emdim. Düşümde umut kırıntıları topluyordum.

   Surların  üzerinde gezinirken sabahın tazeliği uyuyan anılarıma bir esinti gönderdi. Yoksul çocukluğum. Bir dürüm çiğköfte için ağlayışlarım. Çakıl taşlı yazlık sinemalar, içten kahkahalar. Sıkıyönetimler, mitingler, sıkılan yumruklar, joplar... Hep aynı kahveler, kaçak çaylar. O zamanların coşkulu yeşil Dicle’si, şiirli doygun geceleri ne güzeldi. Bir uçtan bir uca dolaştığım surların burçlarına keyifle konup kalkan paçalı güvercinler hep aynıydı.

   Aşağılarda hevsel bahçelerine uzanmaya çalışıyor güneş. Gelgeli faytonların izi yok. At arabalarına hayır diyen belediye pankartı çırpınıyor. Az ötede gayri müslim mezarlığında iki kedi hırlaşıyor. Ve günün bir parçası olan tanklar geçiyor. Sonra helikopterler alçak uçuşla kenti tarıyor. Paranoya çemberinde çırpınan eski bir dostum, durmadan arkasına dönüp bakarken, tükürükler saçarak tıslarcasına “Burada sağ kalmanın tek yolu yalnızlaşıp hiç düşünmemektir,” diyor. Bakışlarımı kaçırıp yanıt vermedim.

   Gözlerimde dönek gecenin yorgunluğu. Sur dibinde bir çay bahçesine gidiyorum. Yükselen sıcak altında, korkuları tüm devinilerine yansımış insanlar ölü yapraklar gibi süzülüp geçiyordu umarsız.

   Öğleden sonra kent susuyordu. Darağacında sallanan bir insan gibi kıpırtısız, ürkütücü. Yakıcı güneşin altında surların serin mırıltısı duyulur gibiydi. İkilem arasında kalan donuk yüreğim usulca çarpmaya başlıyor. Bir süredir ölümsü bir dinginlik içinde olan içsesim dallanıp budaklanıyor: Sevdaların, hüzünlerin, pişmanlıkların bahçesinde dolanıp durdum. Geçmişin izlerinden yeniden yürüdüm. Dalıncımdan sıyrıldığımda güneş batmış, ter içindeydim. Tangır tangur bir at arabası arsızca geçti. Muhbirleştirilen yoksul çocuklar pusuda. Akşamın telâşında küfürler patladı. İçimde dönenen bir uyumsuzlukla yürümeye başladım.

    Gece ilerliyor, ağır bir korku dalgası sıcak havayı yiyip bitiriyordu. Bu korku uğultusunda tüm insani değerler hücrede olsa da, o vazgeçilmez aşkı yeniden öğreneceğiz mutlaka. Hırçın dalgaların altında boğulan özlemlerimiz duru günleri bekliyor. Ve özgürlüğü ilkin içimizde yeşertmeyi, sonra gökyüzünde aramayı öğreneceğiz mutlaka.

    Eğilmiş söğüt dallarının arasında yıldızlar ışıyor. Cahil bir kahkaha kulaklarımda çınlıyor. Sinirleniyorum. Bir boşluk, yalnızlık...

Biliyorum dönek geceler boş değil, katiller ürüyor Tanrı edasıyla...

    Otelin terasında gezinirken parmaklıkları bütün kuvvetimle sıkıyorum. Ağzımdan hummalı buğu çıkıyor sanki. Sarmaşıklar arasında bir gece böceği yüzüme çarpıyor. Gececi bir horoz uzun bir giriş yapıyor. Bir anda ötelerde silah sesleri başlıyor. Kızıl bir loşluk kaplıyor karanlığı. Toprak, adı konmayan Hiroşimalara gizlice ağıt yakıyor...

   Kentimin karanlıklarını aydınlatacak gerçek ışığı özlüyorum. Ver elini zeytin dalı.

Suzan SAMANCI
Sınır Dergisi / Sayı 8 / Mayıs Haziran 2011

[1] İntikam tanrıçası

Tamamlanmamış Bir Evrim


Bir sabah kötü başlıyor…

Kaset yuvasından çıkarılıp, tekrar takılsa,

Belki de bir şeyler değişebilir.

Ya da çevrilse öteki yüzü,

Akordu henüz tamamlanmamış

B tarafını yaşardık biraz… 

                                    

Bizim için hazırlanan şarkıların çıplak yankısını düşünürken,

Hüznün en çok akşamlara yakıştığında karar kılıyorum.

Film icabı ölmesi gereken figüranların

Üzerlerine henüz namlular doğrultmamışken

Ölmeleri gibi acemiyim…

Üstelik çölü kaybettiğinden habersiz bir kervan,

Issızlığımda yürüyor…

İnandıramıyorum onlara,

Bunun bir yanılgı olduğunu…

                                          

Ete kemiğe bürünmeden

Toprak kalmış kadının bir yanı…

Sonradan anlıyorum bunun irsi bir vefa olduğunu…

Babasının kaburga kemiğinden bulaşan…

Sormaktan vazgeçiyorum böylece

Nasıl oluyor da, fesleğen açtığını?


M.Mahsum ORAL
Sınır Dergisi / Sayı 8 / Mayıs Haziran 2011

Seyran


Y
ooook, misafir olarak gelmiş. Yok, yok Batman’da değilmiş. Mardin’deymiş, Suriye sınırına karşı oturuyormuş.
Nerden mi biliyorum?
Az önce telefonu, “Lê Dînê” şarkısının melodisiyle çaldı ya. Hani acayip bir şekilde, “Aloooooo” diyerek konuşmaya başlamıştı ya!
Evet, işte yine telefonundan, “Lê Dînê” melodisi yükseliyor.

   Yemin billâh Seyran onun yanında, Mardin’in en uç kısımlarından birinde oturmuş, sınırın öteki yakasını izliyorlar. Şimdi de buyurun bakalım: Seyran dün akşam Kızıltepe’de yatıya kalmış ve bugün de dönecekmiş. Yok yok dönecek ve telefonda konuştuğu kişi de bu cimriliğinden vazgeçmediği sürece içinde bulunduğu durumdan kurtulamayacakmış.

   Seyran geldi! Arayıp, henüz bulduğum yalnızlık ve sessizliği paramparça etti. Laklak konuşuyor. O konuşuyor, ben onun sesine kurulmuş, konuştuklarını yazıyorum.

Seyran birilerinin babasının ağzına bok koyuyor!

   Gazabından ürküyorum. Çok sinirlendiği belli. Ondan çekinmeyecek babayiğit var mı? Sesini biraz kıstı. Sanırım dikkatini çektim. Seyran, yanındaki sığırcık kuşuna benzeyen adamı dürtüyor… Yine o eşsiz sesiyle, “Aloooooo, sağol... Evet. Sen nasılsın? Batman’ın dışındayım… Halletmem gereken bir mesele vardı, ondan dolayı şimdi Batman’da değilim... Sonra söylerim sana. Bir saate kadar döneriz... Yok yok yok… Peki, tamam güle güle.” diyor. Konuşması bitince telefonu masaya bırakıyor. Rüzgârda sigara içemiyor. Hiçbir tat alamıyor. Kimse sesini duymasın diye sözde sesini kısıyor ve yine Sığırcık’ı eliyle dürterek, “Rüzgârda sigara içmenin ve samanlıktaki samanların üzerinde o işi görmenin içine edeyim!” diyor. Vay be! Anlaşılan Seyran’ın daha birçok fantezisi var ve ben onun o eşsiz sesiyle bunları öğrenme şerefine erişeceğim.

   İşte yine telefonla konuşuyor,  Mardin Kalesi’nin yakınlarında olduğuna yemin ediyor Seyran. “Bak, babanın kalbini kıracaksın ama… Annen - Seyran-  sana öyle güzel bir kız bulmuş ki, sorma… Oğlum akıllı ol, sen daha toysun! Evet, evet koçum, ‘Ondan daha güzelini görmedim hiç.’ diyorsun. Bak dinle anan sana ne diyor: Çeşit çeşit kadın vardır. Kimisi kadın, kimisi acı, kimisi dermansız dert, kimisi de aşk ile muhabbettir. Anan sevgili oğluna nasıl birini bulacağını bilir. Ha, ha, ha, ha, hem de kısa kollu giyiyor haaa!” diyor.

Çaycı gelip masama bir çay bırakıp gidiyor.
“…Tamam, yavrum tamam, birazdan dönüyoruz. Eve geliyoruz. Bu işler telefonla öyle uluorta konuşulmaz” diyor. Eeeee Seyran bu, ne diyebilirsin ki? Seyran bu aralar çok içiyormuş bu boktan sigarayı!

   Sığırcık’ın göğüs kılları gömleğinden dışarı çıkmış, saçları boyalı, sakalları ise kirli beyaz. Seyran birkaç kez, “öhö öhö!” diyerek boğazını temizliyor. Bilmeyen, onun birazdan elini kulağına götürüp yetenekli bir dengbêj gibi inleyeceğini, onun için de boğazını temizlediğini sanır. Çantasından kolonyayı çıkarıyor, avucuna döküp, ellerini yüzünde gezdiriyor, o sırada dirseğine kadar sıralı olan bileziklerinin çınlama sesi etrafı sarıyor.

“Bir çay daha içer misin?” diyor Sığırcık.

   Kim senin yerinde olmak ister ki Sığırcık? Yok. Seyran açmış. Çaycıya sesleniyorlar. Sığırcık, çağırdığı çaycıya Seyran için kuşbaşı siparişini verdiği halde, Seyran, “Kuşbaşı olsun tamam mı? Tavuk olmasın, yenmiyor zıkkımlar!” diyor. Seyran çaycı çocuğun karıştırmaması için, birkaç kez tekrarlıyor, “Kuşbaşı, unutmayasın, tavuk getirme sakın!” diyor.

   Gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Sinirden mi yoksa başka bir şeyden midir bilemiyorum. Güldüğümü fark etmemeleri için yüzümü diğer tarafa çeviriyorum.

   Sığırcık yerinden kalkıp aşağıya doğru bakıyor. Sonra, “Hele gel bir bak, hepsi uçurummuş! Eşeklerle falan inip çıkıyorlarmış, yoksa inip çıkamazlarmış!” diyor. Seyran, “Yaaa?!” diyor. Kafasına mı yatmıyor, yoksa Sığırcık’ı küçümsüyor mu bu “Yaaa?!” deyişi ile kestiremiyorum. Sığırcık başka bir şey de söylüyor ama ne dediğini tam olarak anlayamıyorum. Ama Seyran’ın, “Bak, canımı sıkıyorsun haaa!” demesinden, söylenen şeyin hoşuna gitmediği açık.

   Onun sigarası Winston Light, Sığırcık’ın ise kısa Samsun. Her biri kendi paketinden birer sigara çıkarıp yakıyorlar. Seyran’ın çakmağının ibelo marka olduğunu farkediyorum. Caminin hoparlöründen ses gelince, “Bismillah” deyip minareye bakıyor. Minarede oluşan çatlaklar kaçmıyor Seyran’ın gözünden.

   Seyran, çay bahçesinde oturmuş çay içiyor, sigara içiyor, telefonda laklak konuşarak görüşmeler yapıyor ve dışardan yemek istetiyor. Caminin hoparlöründen ses gelince de “Bismillah” deyip korkusunu dışa vuruyor.

   Hoparlörden gelen ses, “İki yaşında bir kız çocuğu kaybolmuş, görenlerin camiye getirmeleri rica olunur!” diyor.

   Fil iriliğinde bir adam öteden gelip Seyran’ın masasına yaklaşıyor, “Tam bir saattir sizi arıyorum. Uçtunuz mu? Nasıl kayboldunuz böyle birden?” diye soruyor. Seyran bu, lafın altında kalır mı hiç? “Telefon edeydin ya Hacı, o belindeki telefon değil mi? Yoksa onu keser mi sandın?”diyor. Hacı’nın kontörleri bitmiş ve parası kalmamış. Seyran, “Yaaaa?!” diyor. Ve sonra her nedense, “Merhaba Hacı” diyor.

     Sanki bir Seyran mı sigara içebilir? Benim ondan neyim eksik? Benim sigaram da Winston, hem de “kırmızı” Winston! Ben de içeceğim, ölmedim ya!

   Bu arada Seyran Hacı’yı makaraya alıp öyle bir gülüyor ki görülmeye değer. Yemeği de gelmiş. Seyran gülmesin de kimler gülsün. Seyran yiyiyor. Benim de canım çekiyor. Acıktım mı acaba? Hayır hayır, bu kadar iştahla yemesindendir herhalde canımın yemek çekmesi.

“İçinizi ferah tutun, sıkılmaya, üzülmeye değmez bu dünya. Dünya malı dünyada kalır” diyor. Durup dururken bunları neden söylüyor anlayamıyorum. Yemeğini yiyor, kahkahalarla gülüyor. Ben de artık gizlemeden gülüyorum. Kendimi daha fazla tutamıyorum. Çok yaşa sen e mi Seyran, başka ne diyeyim ki?

Aman! Gözlerini bana dikmiş bakıyor!
Seyran yemeğe neden gereksinim duyuyor bilmiyorum, zaten kadana gibi!
Seyran kalkıp gitti.
Uğurlar olsun.
Birazdan Batman’da olacak.
Bugün de geçti ve bir günüm daha ziyan oldu!
Akşam bastırdı, karanlık çöküyor ve rüzgâr hafiften esmeye başladı.
Ben ise hala yerimde oturuyorum!
Seyran şimdi Batman’a ulaşmıştır, ben hiçbir yere ulaşamadım…  

Ronî WAR
Sınır Dergisi / Sayı 8 / Mayıs Haziran 2011

Umartesi Anneleri


          “ağlama,  
                                 sandığın kadar hayırsız değilim;
                                 ayak uçlarına bıkıp usanmadan danteller işlediğin
                                 avlu meleklerinin
                                ‘sabah beş umutları...’ nı bıraktım sana,
                                                                              patiskadan.”   

                                    
                                 kurşunî martı 
                                 boş verip kıprışan gümüş ağların peşinden gitmeyi
                                 sütbeyaz sürüsünden ayrılarak
                                 güneşin muştusunu taşırken pençesinde;
                                 umutla avuçladığında hamuru fırıncı Ökkeş,
                                 demirci Bedros’un oğlu Memo
                                 hırsla vururken çekicini örse,
                                 anneannemin çeyizinden yadigâr 
                                 gümüş başlı kaşık                                      
                                 ayağını usulca sokar evhamların demine,
                                 tezgâhların paydosuna yetişir
                                 karışırım dişlenmiş topuksuz ekmeklerin
                                 sıcacık kalabalığına
                                 hüznünün amforunda belirirken yüzüm...
                                 yıpyıldızlı Hıdırellez akşamında
                                 tenime henüz değmemiş hanımeli kokusu göğsümde
                                 ıslığımı duyarsın sokağın başından
                                 balkonda da hep ihmal ettiğim...
                                                                               Zeynep! 

           cumartesileri sonsuza bağladıkları gece
           zorla yerinden edilir kan
           kana kana emer acı, kan kardeş oluruz oracıkta;
           dilsiz bir çığlık çarpar camlara
           sadece sen...
                              sen duyarsın!
            uyuyakaldığın koltukta ansızın irkilip
            çakar yüreğin kesik kesik, yol gösterir bana
            sıyrılır bulutlardan dolunay, kan vurur kayalıklara;
            sonra ben!                                     
            göğsünün salgısı... ki, gezegenin en güzel kokusu  
            tensel bir vahiy olur gelir, tütsülenir tepelerden şehir;
            sadece ben...
                                ben duyarım!
            yaramı gizlerim
            doğrulurum kankamı omuzlayarak
            kopartırım düğümü, bağlarım sabaha
            pazar olur,
              tatil olur,
              sen saçlarımı okşarken
              ben Zeynep ’i düşünür gibi yapar,
               -kızma annem-
              senin kızdıklarını düşünür 
              belki kaybolurum yine;                                                                                           
              pençemde de hep ihmal ettikleri 
                                                                 dipdiri güneş!        

Hakan İŞCEN
Sınır Dergisi / Sayı 8 / Mayıs Haziran 2011

Çekirdek Öyküler

Kaçak
Bir öyküden kaçtım.
Esinsiz, savruk bir öyküden.
(Ve gelip buraya yerleştim.)
Şimdi senin öykünün baş kişisiyim!

Gün/Delik
Gündelikçi öyle istiyordu. Canı.
Bir hafta 10, bir ay 40, bir yıl 399 gün olsun…

Ölçülü Hız
Trafik lambasındaki yeşil adama baktı çocuk. İç geçirerek. Giderek artan hınçla. Okkalı bir tükürük fırlattı yere aniden.
Ve uzaklaştı oradan. Aksak ayağının verdiği ölçüde bir hızla…

Son Gülen
Son gülen olmayı istedi en çok, palyaço; hiç olmazsa bir kerecik…

Geyik
İntiharı için avcı aramaya koyuldu.

Seviye MERİH
Sınır Dergisi / Sayı 8 / Mayıs Haziramn 2011

Evd IV


Evd im
Li guherek rast
Naxirek însan çêdikim
Xortan li qizan belav dikim
Tu gunehan ji wan re na nivisînim
Zikê wan ezê têrkim
Bibetilin
Ezê wan di hembêza hev de mexel kim

Evd im
Ez jî xort im
Di nava qîzan de serwext im
Devê min di pêsîrekê de ye dimêjim
Ji ser xwe diherim

Qiz e
Li ser axe mexel e
Şewq ji laşê wê difûre
Behna jîyanê vedide

Evd im
Têr lê dinêrim
Tiştekî jê xweşiktir nabînim

Evd im
Bi xwortanîya xwe serwext im
Laşê qîzikê
Hilm dikim
Maç dikim
Bi poz nav nigan vedidim
Hişê min ji serê min dihere
Di xewnekê de di xewn de me
Serê xwe li pêsira wê datîne
Di xew re diherim
Dimirim
Di axê de hişyar dibim

Mahsum ÇİÇEK
Sınır Dergisi / Sayı 8 / Mayıs Haziran 2011

Şefkat İstasyonu


T
ren hayat gibi hızla ilerliyordu. Kompartımanda iki kişiydik. Giyiminden taşralı olduğu belli olan yirmi yaşlarında esmer, elmacık kemikleri oldukça belirgin; suskun yol arkadaşım koltuğun köşesine büzülmüş uyuyordu. Bindiği zaman verdiği selam dışında bir konuşmamız olmamıştı.

   İstasyon kahvesinde başladığım kitabı yarılamıştım. Gözlerimin, üzerine iki yumruk bastırılmışçasına ağrıdığını hissettim. Çocukken yaptığım gibi burnumu cama dayadım ve gecenin karanlığında görmeyeceğimi bilmeme rağmen çevremi görmeye çalıştım. Gece yaraların üzerine kapanan bir örtü gibiydi. Bazen çiğnenmiş bir yemin gibi teselli arıyordu, bazen güneşin altında sessizce kuruyan bir su damlası kadar sessiz oluyordu. Gece, kimsenin kimseyi tam anlamıyla göremediği tek zaman dilimiydi.

   Trenin aynı ritimde devam eden sesi, beni yavaş yavaş uyku ile uyanıklık arasındaki tampon bölgeden alıp, uyku denilen o masalsı ülkenin sınırları içine sürüklüyordu.  O sırada trenin, gramofonda çalan cızırtılı bir plağı dinlermiş hissi veren sesi yavaşladı ve bir süre sonra da durdu.

   Yol arkadaşım olan esmer çocuk, trenin durmasıyla adeta bir yerinden bıçaklanmış gibi can havliyle yerinden fırladı; ‘’Geldik mi abi?’’ diye sordu. Uzun yolculuğumuz boyunca ikinci kez duyuyordum sesini.  
-Gelmedik, bir şey oldu herhalde.
-Oldu mu bu şimdi, dedi ve okkalı bir küfür savurdu sonra da başının altına sıkıştırdığı paltosunu bir yastığı kabartır gibi düzelterek uykusuna kaldığı yerden devam etti.

Kompartımandan çıkıp neler olduğunu öğrenecekken, kondüktörün sesi duyuldu. Yolculara bir açıklama yapmak için elinde zille bütün kompartımanları dolaşıyordu.
-Arıza var, trenin yeniden ne zaman hareket edeceğini bilmiyoruz.

Beni kompartımanın kapısında görünce aynı sözleri bana da söyleyecekken, benim diğer yolculara yaptığı açıklamayı duyduğumu fark ederek diğer vagonlara doğru ilerledi. Arkasından seslenerek nerede olduğumuzu sordum. Yüzüme bakmaya bile gerek duymadan sorumu cevapladı:

-“Şefkat İstasyonu.’’

 Daha önce bu ara istasyonda hiç inmemiştim, küçük bir yer olduğu belliydi. Hayatın içinde karşıma hiç çıkmamış olan şefkatle, karlı bir dağ istasyonunda yolumun kesişmesi ilginçti.

   Kondüktörün ilerlediği yönün tersine yürümeye başladım ve istasyona inerek çekmecede unutulmuş bozuk bir saatin sessizliğindeki ince hüzün gibi kederli duran banka oturdum. Ortalığa göz gezdirdim, karın yağışı, tren istasyonunda annesinin omzunda uyuyan kırmızı atkılı kız çocuğu… Baktığım her yerde hiç sevilmemiş bir insanın yalnızlığı vardı adeta. Omzuma dokunan o el olmasaydı, belki de bu hüzün çukurunun daha da derinlerine inecek, çocukluk kadar eski bir zamanda kaybolacaktım.

-Böylesi ıssız bir istasyonda karşılaşmak varmış seninle, yıllar sonra.

Sesin geldiği tarafa başımı çevirdiğimde Yasemin’le göz göze geldim. Yıllar önce ellerini ellerimden çeken, beni yapayalnız bırakan, arkasına bakmadan giden o değilmiş gibi gülümsüyordu. Ne kadar zaman geçmişti, beni terk edilmiş bir evde unutulmuş bir fotoğraf yalnızlığında bıraktığından bu yana.

Hiç saymamıştım. İnsan umutsuz bir durum olunca saymak istemiyordu.

 Hiçbir zaman dönmeyecek birini beklerken geçen zamanı saymanın da bir anlamı yoktu. Ona hiçbir zaman anlatamazdım, gittiği gün belki geri döner diye beni bıraktığı yerde yağmurun altında beklediğimi, yokluğunda ters dönmüş bir kaplumbağa gibi doğrulmaya çalıştığımı ama hiçbir zaman başaramadığımı, ‘’Nasılsın?’’ diye soran her insana ‘’İyiyim.’’ diye cevap verirken, içimden ‘’Allah kahretsin! Hiç iyi değilim, canım acıyor.’’ dediğimi, hayat şahane bir şeymiş gibi yaşadığımı anlatamazdım.

Ben hafıza bahçemde dolaşırken Yasemin yanıma oturmuştu her zamanki rahat tavrıyla.
Lise yıllarından bir arkadaşıyla karşılaşmışçasına sordu;
-Nasılsın?
-İyiyim, sadece şaşırdım yıllar sonra seninle adını ilk kez duyduğum bir istasyonda karşılaşınca şaşırmam normal sanırım.
-Haklısın, ben aynı trende yolculuk ettiğimizi bilseydim yol arkadaşı olurdum sana. Belki de istemezdin değil mi?
İstemez miydim?
Belki de…

Sorduğu sorunun cevabını beklerken gözlerimin içine bakıyordu, sanki aradan yıllar geçmemiş gibi. Cevap vermektense susmayı seçtim. Konuşmaktan çok, susmayı öğretmişti bana yaşadıklarım. Aşk konuşarak değil susarak ifade edilebilen bir duyguydu. Cevap vermeyeceğimi anlayınca ortak arkadaşlardan, tanıdıklardan konu açtı. Ben Yasemin’i hatırlatan her şeyi ve herkesi mazi olarak kabul ettiğimden belki de,  bahsettiği isimlerin nerede ne yaptıklarını bilmiyor, daha da acısı merak etmiyordum. Yasemin gittiğinden bu yana, o günlerde görüştüğüm kimseyle görüşmemiştim. Murat’la, geceler boyu Yasemin’i anlattığım en yakın dostumla bile. Herkesten, her şeyden, çocukluğumun geçtiği Ankara’dan kaçmıştım.

Güneydoğu’da küçük bir köye, Yedibölük köyüne yerleşmiş, küçük bir ilkokulda öğretmenlik yapmaya başlamıştım.

Yasemin hiç değişmemişti; eskisi gibi neşeli, hayatı ciddiye almayan Yasemin’di. Oysa ben ne kadar çok değişmiştim.

   Yasemin, sadece isimlerini hatırladığım birçok kişinin hayatlarındaki değişiklikleri anlatırken, ben hala devam eden karın adeta bir masal ülkesine çevirdiği istasyonda Yasemin’in ellerini ellerime alıp “Her şeye yeniden başlayalım, bırakma bir daha ellerimi.’’ demenin provasını yapıyordum beynimde.
Mümkün müydü bu? Kapatabilir miydik açtığı yaraları? O ister miydi bunu?
İsterdi belki.
Belki de…
Trenin bacasından yükselen dumanla birlikte istasyon görevlisinin sesi duyuldu:
“Ankara yolcusu kalmasın, arıza giderildi, tren hareket etmek üzere.’’
Yasemin’le göz göze geldik, içimden geçenleri söylemek istiyor, ama vereceği cevaptan korkuyordum. Bir kez daha gitmesini kaldırabilir miydim?
“Artık gitmeliyim, belki gene karşılaşırız.’’ dedi.
Kurduğu cümledeki bütün harflere çiçek açtıracak kadar mutlu bir hayatı olduğunu anladım.
Düşündüklerimin hiçbirini söyleyememiştim.

 Onca şeyi yaşamamışız gibi, Kızılay’da eli elimin içinde yürümemişiz gibi, sınavları kötü geçtiğinde üniversitenin kapısındaki ıhlamur ağacının altında onunla birlikte ağlamamışım gibi…

Elimi sıkmak için uzandığında gecenin karanlığında bir halkanın parladığını gördüm sol elinin orta parmağında. Gecenin ayazında terlediğimi hissediyordum. Yasemin evlenmişti.
Yüzüğe baktığımı anladı ve ben sormadan açıkladı:’’Evlendim ben, bir kızım var, ismi Eylül, anaokuluna gidiyor.’’ dedi ve hiç değişmeyen gülümsemesini kondurdu yüzüne, kalbimde bir hançer derinlere doğru saplanıyordu.

Sormaya cesaret edemiyordum kiminle evlendiğini.

Elini sıkarak, mutluluklar diledim ve trene yöneldim. Ama içimde sinsi bir tümör gibi büyüyen merak, mezarında rahat edememiş bir hayalet gibi huzursuzdu.  Yasemin vagona binerken koluna dokunarak cevabından hayat kadar korktuğum o soruyu sordum.

“Okuldan biri mi, yani tanıdık mı, eşin?’’
Yasemin’in yüzünden bir yağmur bulutu geçti sanki, yutkundu gözlerini ayaklarının ucuna dikerek sorumun yanıtını verdi.

“Murat’la evlendim ben.’’

İçindeki yüzlerce yolcusuyla birlikte trenin, dizlerimin üstünden geçtiğini hissettim, ayaklarımı hissetmiyordum adeta, o anda aynı vagonu paylaştığımız yol arkadaşım yanıma gelip de,
“Ağbi sana bakmaya geldim, kalkıyor tren, hadi binelim.’’ demeseydi belki de trene binecek gücü bulamayacaktım kendimde.

Yasemin’i asıl şimdi, Şefkat İstasyonu’ndaki o tahta sırada yaptığımız kısa konuşma sonrası kaybetmiştim.
Trene bindikten sonra dışarıdaki kara rağmen ateşimin çıktığını, bütün vücudumun terlediğini hissettim. Adının Kemal olduğunu öğrendiğim yol arkadaşım çoktan uykuya dalmıştı.

Camı açıp dışarı baktığımda, Şefkat uzaklarda kalan küçük bir nokta olmuştu.

Didem GÖRKAY
Sınır Dergisi / Sayı 8 / Mayıs Haziran 2011
*Elazığ Baskil’de bir istasyon.              

Aykız


Bir deli su devâ taşır
Aykız duvağına yakışır
Susuzluk
proleterce oyulmuş kabında
bilge sanık.

Çoluk çocuk, höllük, mintan, darı,
askı falakada patlamış ayak damarı,
tecavüz sapaklarında kırılmış
yılkı devinim göçün
mundar edilmedik söyle neyin kalır?

Kanını kanıma yâren sapında
düğüm ettim Aykız
tezenekıran çığrışı bu
hâkir dağı etekleri
Dehak kılıcın ucunda
bıyıkları yenice terlemiş
aşkın çocuk yüzü
hârın hârında
sabrın Eyûp zârında
havar keser ortalığı
etnik elem o koca aşkla
ılgıt ılgıt kapılırda düşersin
çarkın fendine.

Dizlerine vura vura kan oturmuş ağıdın
ortasında
fetüs oturuşu köklerim.

Mayıs yelelerinde
şafak yanığıdır
gönlü, diması, kaması
yalım memelerde
duvağın gizil ankası
mundar edilmedik
söyle neyin kalır?

Havva AĞRAL
Sınır Dergisi / Sayı 8 / Mayıs Haziran 2011

Yalnızlığından Başka Kaybedecek Bir Şeyi Olmayanlar


B
ir süredir Cioran’ın söyleşilerinden oluşan “ Ezeli Mağlup” adlı kitabı çantamda dolaştırıyorum. Bekleme anlarında okuduğum bir kitap bu... Bir kafede gecikmiş bir arkadaşı beklerken, dişçide, kuaförde... Cioran, bir söyleşide akademisyen olmayı neden reddettiğine kısaca değinir ama bütün kitap bunun bir açıklamasını sunuyor gibidir. Okurken “Evet tam da bu.” dedim kendim için... Bilumum kıskaçlardan, kurumlardan kurtulma isteği benimkisi...  Dilediğim sulara özgürce yelken açabilme özlemi...  Kimisi şairliğe, sözcüklerle kurduğum farklı düzlemdeki ilişkilere yoruyor akademisyenliğe karşı hissettiğim soğukluğu. Belki bir oranda böyle ama sorun daha derinlerde.                                                                                                                                         Aslında şairlik bile bir başka yönden bakınca bir kıskaç benim için... Bir kendini ispat alanı, korunması gereken bir statü haline geldiğinde son derece yabancılaştırıcı... Şiirin terapik etkisine çok ihtiyacım var; bu doğru... Şiir, beni büyülüyor ve uçuruyor. İtiraf etmek gerekirse içimdekini ulaştırmak, hissedilmek ve sevilmek istiyorum ve şiir bunu bir oranda sağlıyor. Biraz da şiirle hayata müdahele edilinebilir düşüncesindeyim. Bir yanılsama da olabilir bu... Benim için en değerli olan şiirlerle yalnız olduğum;  sözcükler aracılığıyla kendime ve hayata dair keşiflerde bulunduğum,  kelimelerin garip bir biçimde birbirini bulmasıyla düşüncemde yeni pencereler açtığım anlar.
Politika ile ilişkim ise pek çoklarınca anlaşılmıyor. Politik bir kişilik olarak bilinirim ama bugüne kadar hiçbir partiye üye olmadım, parti kurulunda yer almadım ve toplantıya katılmadım. Kıbrıs’ın iki tarafında ve Türkiye’de olmak üzere üç partiden milletvekili adayı oldum; bu doğru. Bütün bu deneyimleri keyifli anlarından çok olağanüstü sıkıcı yanlarıyla da hatırlıyorum ve daha çok da bir şairin yerine getirdiği görevler gibi görüyorum.                                                                        
Politikayı çok önemsiyorum ama onun bana kurallarını, çerçevelerini dayatmasına katlanamıyorum. Bulunduğum yerden, düşüncelerin sınırları aşmasına izin vererek müdahale etmek istiyorum. Kimseye bir bağım ya da borcum olmadan, hiçbir grup baskısı hissetmeden yapmak istiyorum bunu.
Aslında beni hayatta en rahatsız eden otorite ve hiyerarşi galiba. Birisinin üstümde otorite kurması, beni bir değerlendirme içine koyup basamakların birine oturtması katlanılmaz geliyor.  İnsanlar, bakışlarıyla bile başkalarına karşı sürekli bunu yapıyorlar.  Kendilerinden üstün bir yanın onlar için bir tehdit oluşturuyorsa seni mat edebilecekleri başka bir alana çeviriyorlar bakışlarını. Görüntülerin, sahteliklerin birbirleriyle yarıştığı, oyunu kuralına göre oynayanın taltif edildiği bir dünya bu.  Bir de zaten adaletsizlik ta doğum anından hatta rahme düşme anından başlıyor. Birisinin kolunu kıpırdatmadan ulaştığı yere bir başkası yoğun bir emekle ulaşıyor ancak. Kimse kimsenin neler çektiğini; biricik hayatlarımızın ne gibi hırpalanmalarla dolu olduğunu, çocukluktan getirdiğimiz onulmaz yaralarımızı dikkate almıyor. Dikkat, vahşi bir sistem içinde ötekilerin üstüne basarak kendini var etmeye yönelmiş durumda.
Her değerlendirmenin içinde çeşitli yanılsamalar, kişisel hikâyelerin derin müdahalesi, ayırdına varılmayan ince ayrıntılar var. Nedense hep bunların peşindeyim ben. Normal bir insan olamıyorum bu yüzden. Derinleri kurcalayıp duruyorum. Hayata sürekli kırılıyorum. Ne yöne baksam içime bir sızı yerleşiyor. Karamsar biri değilim; yanlış anlaşılmasın. Hayatın içindeki karanlık kadar ışığı da görürüm, hatta çoğu kez ışık gözümü alır ve hayal âlemine dalarım. Kötülüğü zor seçerim ama iyilik hemen cezbeder beni. Kötülüğü görmezden gelip iyiliği abarttığım çok olur.
Dışardan, oyunu kuralına göre oynayanların dünyasından bakılınca pek çok açıdan ne kadar garip göründüğümü hissedebiliyorum. Belki de en trajiği bu, hem garip olmak hem de başkalarının senin için oluşturduğu yargı ve anlatıyı bilmek. Normal taklidi yaptığım çok oluyor bu yüzden.
Artık yakın arkadaşlarla uzun sohbetler,  kendimize ve hayata dair paylaşımlar yaptığımız düşük tempolu hayatlar yok. Yalanlar ve yanılsamalar âleminde hız ve başarı hırsı herşeyi tutsak almış. Ben de artık en iyi arkadaşlarımı okurlarım gibi görüyorum zaten. Yazı yazmak bir monolog olsa da hayattaki en yakınlarım, içimi dilediğim gibi açabileceğim birileri varsa, okurlarım onlar da...
Yazarken hissettiğim cesaretin nedeni yalnızlığımdan başka kaybedecek bir şeyimin olmaması.
Aslında bir yazının bize verebileceği en büyük heyecan, yazarının deneyiminin bizim de deneyimimiz olduğunun keşfi değil midir? Umarım en azından bir kaç kişiye isabet etmiştir.

Neşe YAŞIN
Sınır Dergisi / Sayı 8 / Mayıs Haziran 2011

Say ki değmedi tenime rüzgar


değiyor mu sevmek ölesiye
yolunu şaşırmış bir kadını
bu yolda incinir duru yürekler
bu yolda kaybolur yabancı biri
sevmek ölmek demek bilmiyorsa can
kime el atsanız vefasız çıkar

sen kaçtıkça onlar kovalıyorlar
seversen celbettin nefretlerini
ciddiyetten anlasalardı biraz
sen ağlarken onlar gülerler miydi

kuş gibi yüreğin ölmek isterken
oturup uzaktan dalga geçerler
ruhları bir çeşit kedi tırnağı
okşarken bir yandan tırmalıyorlar

bahtsız yüreğimizin bir teline değecek
ne zaman bir mızrap buluruz bilmem
ama bu yürek yaralandı mı bir
bir daha sevmeye tövbe diyorlar

kim demişse kadınla oynanmaz diye
anlamıştır zehrin bilgeliğini
hem korkar hem savaşır kendinle
bir sanat yaratır varlıktan öte
bir yokluk kuşanır gece gündüzden
kendi sıratını yıkan bir ece
vebalini çeker kısa ömründen

ruhların değdiği her yanım mosmor
yine de bilirim bu yanlış değil
bir gün bu vebali gözlerime sor
sevdaysa bu vebal her gün bilenir
üzülmek de boştur üzülmemek de

ben bilsem de beni, kendimi yedim
say ki değmedi tenime rüzgar
say ki çürümüştüm, döküldüm yere
bir rüya olsa da yazılmış diye
bakarsın yolunuz düşer bu çöle

Müştehir KARAKAYA
Sınır Dergisi / Sayı 8 / Mayıs Haziran 2011