Marks’ın komünizm
öngörüsü her ne kadar soyut varsayımları içinde barındırsa da onun kapitalizme
dönük analizleri hava, su kadar gerçektir. Dâhiyane görüşler içeren ‘Kapital’
onu (Karl Marks) seven ya da reddeden günümüz ekonomistlerinin başucu kitabıdır
adeta. Hatta denilebilir ki Marks’ı ve kitabını okumayanlar ekonomist
sayılmazlar. Bugün bile kapitalizmin mekanik işleyişine dair ayrıntıları ondan
öğreniyoruz.
Marks’a göre
kapitalizmin saldırganlığı onun sömürüye, yani artı değere dayanan
karakterinden ileri gelmektedir. Nitekim aristokrasiyi ve kilise egemenliğini
tarihe gömen burjuva sınıfı iktidarı ele geçirdikten sonra acımasız çalışma
yasalarıyla işçileri sömürmeye başlamıştır. Oysa gün doğumundan gün batımına
kadar çalışan işçilerin kazandıkları para ancak karınlarını doyurmaya yetecek
kadardır (Emile Zola’nın ‘Germinal’ adlı romanı döneme ilişkin manzaraları
çarpıcı bir dille anlatır.) Aslında 18. yüzyılın ortalarına gelindiğinde sınıf mücadeleleri iyice
kızışmıştı. Kapitalist toplum düzeninin yaşandığı ülkelerde sınıf
örgütlenmeleri başlamış, sanayi ve maden işçileri çeşitli sendikalarda
toplanmak zorunda kalmıştı. Bu arada kapitalizmin eleştirisine dayanan
sosyalist partiler de (gizli ya da açık) kuruluyor, işçi sınıfının sorunlarına sahip çıkmanın çarelerini
arıyorlardı.
Daha 1856'da Avustralya’da ayağa kalkan işçiler ilk kez günlük çalışma süresinin 8 saate indirilmesi yönünde gösterilere giriştiler. Bu temelde yapılan gösterilerin başlangıç tarihini 21 Nisan olarak belirleyen Avustralyalı emekçiler bunu yalnızca bir kez kutlama eğilimindeydiler. Bu arada Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’da gelişen sınıf mücadelesinde de bu yönlü talepler dile getiriliyordu. Bunların en önemlisi 1886’da ABD’de gerçekleşti. Ayağa kalkan binlerce işçi çalışma süresinin 8 saate indirilmesi talebiyle direnişe geçti. Direniş sırasında çıkan arbedede yüzlerce işçinin hayatını kaybetmesine ve onlarca sendika liderinin idam edilmesine karşın mücadeleler durmadı; Avrupa ülkelerine sıçrayarak devam etti. Büyük bedeller ödenerek verilen çabalar sonucu elde edilen 8 saatlik çalışma süresi ilk kez ABD’de uygulanmaya başlandı. İşçiler o tarihten sonra 1 Mayıs’ı birlik, mücadele ve dayanışma günü ilan ettiler.
Soruna genel
olarak bakarsak, sömürü düzeni devam ettikçe bu ve buna benzer sınıfsal
kazanımları esas alan mücadelelerin de devam edeceği görülmektedir. Bu durum
Marks’ın da belirttiği gibi sınıflı toplumların yapısal karakterinden kaynaklanmaktadır.
Ne var ki 300 yıllık bir geçmişe sahip sistem (kapitalizm) insanlığın
sorunlarını çözmekten acizdir. Üç asırlık serüvende insanlığa büyük acılar
yaşatan kapitalizm ancak (başka toplumların yoksulluğu pahasına) 10–15 ülkede
başarıya ulaşabilmiştir. 200’ü aşkın devletin yer aldığı dünyamızda 180’i aşkın
ülke yapısal ve insani sorunlarla boğuşmaktadır.
Yaklaşık yüz yıldır emperyalist bir boyut kazanan kapitalizmin insanlığa yaşattığı acılar aslında saymakla bitmez. Ancak bunlardan bir kaçını burada sıralamak isterim. Birinci ve ikinci paylaşım savaşlarında 60 milyona yakın insan yaşamını yitirdi; bir o kadar insan da sakat kaldı. 1920’lerden bu yana meydana gelen ulusal kurtuluş savaşlarında yine milyonlarca insan yaşamını yitirdi. Yalnızca Kore ve Vietnam savaşlarında 7 milyon insan ABD’nin üstün silahlarından çıkan kurşunlarla can verdi. Daha yakın bir zamanda yaşanan ve 800 bin insanın ölümüne neden olan Ruanda’daki iç savaş Avrupalı devletlerin gözlerinin önünde gerçekleşti. Demokrasi ve insan hakları havarisi kesilen Avrupalı kapitalist ülkeler Irak’ta öldürülen bir milyon insan için gıklarını bile çıkarmadılar. Son altmış yılda yaşanan askeri darbelerin büyük çoğunluğu kapitalist ülkelerce desteklendi. İnsana (daha çok kadına) ve doğaya dönük yıkımları anlatmaya ise kitaplar yetmez. Son üç yüz yılda sömürgeleştirilen ülkelerden merkeze aktarılan zenginliklerin yanı sıra savunmasız insanların köleleştirilmesi ve bunların uçsuz bucaksız tarlalarda yarı aç çalıştırılması ise ayrı bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Bilindiği üzere ABD, Britanya, Fransa ve benzer batılı ülkeler köle emeğine dayanarak kapitalist gelişmelerini tamamladılar.
Kısacası kapitalizmin
işlediği suçlar ve insan unsuru üzerinde yarattığı tahribat bütün zamanlarda
yapılanlardan daha büyüktür. Son kriz, bu sistemin artık yoluna devam
edemeyeceğini gösteriyor. Kapitalizmin külleri üzerinden doğacak yeni sistemin
teorisini yapmak bugünkü aydınlara düşüyor. Yeni ufuklardan beliren umut verici
ışıklar yüzümüzü aydınlatmaya başladı bile. Kapitalizmi onarma ve insanlığın
önüne yeni seçenek olarak koyma gayreti içinde olan liberal aydınlar ise
tarihin uçurumunun eşiğinde duruyorlar. Oysa her şeyin eşit ve özgürce
paylaşıldığı bir dünyayı yaratmak önümüzdeki biricik devrimci görevdir. Tarihin
önündeki tıkanıklık kapitalizmin enkazından kaynaklanmaktadır. Bu tıkanıklığı
aşma gayretleri yepyeni mücadeleleri zorunlu kılabilir. 1 Mayıslar artık
geleceğe ilişkin yeni modellerin konuşulduğu platformlar olarak düşünülmeli ve
yarının sömürüden uzak özgür toplumunu yaratma yolundaki heyecanlarımızı
kamçılamalıdır.
Eyyüp ALTUN
Sınır Dergisi / Sayı 8 / Mayıs Haziran 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder