“ağlama,
sandığın kadar
hayırsız değilim;
ayak uçlarına
bıkıp usanmadan danteller işlediğin
avlu meleklerinin
‘sabah beş umutları...’
nı bıraktım sana,
patiskadan.”
kurşunî
martı
boş verip
kıprışan gümüş ağların peşinden gitmeyi
sütbeyaz sürüsünden ayrılarak
güneşin
muştusunu taşırken pençesinde;
umutla
avuçladığında hamuru fırıncı Ökkeş,
demirci Bedros’un
oğlu Memo
hırsla vururken çekicini
örse,
anneannemin
çeyizinden yadigâr
gümüş başlı kaşık
gümüş başlı kaşık
ayağını usulca
sokar evhamların demine,
tezgâhların paydosuna
yetişir
karışırım dişlenmiş
topuksuz ekmeklerin
sıcacık
kalabalığına
hüznünün
amforunda belirirken yüzüm...
yıpyıldızlı Hıdırellez
akşamında
tenime henüz
değmemiş hanımeli kokusu göğsümde
ıslığımı
duyarsın sokağın başından
balkonda da hep ihmal
ettiğim...
Zeynep!
cumartesileri sonsuza
bağladıkları gece
zorla yerinden edilir
kan
kana kana emer acı, kan
kardeş oluruz oracıkta;
dilsiz bir çığlık
çarpar camlara
sadece sen...
sen
duyarsın!
uyuyakaldığın koltukta
ansızın irkilip
çakar yüreğin kesik
kesik, yol gösterir bana
sıyrılır bulutlardan
dolunay, kan vurur kayalıklara;
sonra ben!
göğsünün salgısı...
ki, gezegenin en güzel kokusu
tensel bir vahiy olur
gelir, tütsülenir tepelerden şehir;
sadece ben...
ben duyarım!
yaramı gizlerim
doğrulurum kankamı omuzlayarak
kopartırım düğümü, bağlarım sabaha
pazar olur,
tatil olur,
sen saçlarımı okşarken
ben Zeynep ’i düşünür gibi yapar,
-kızma annem-
senin kızdıklarını düşünür
belki kaybolurum yine;
pençemde de hep ihmal ettikleri
dipdiri güneş!
Hakan İŞCEN
Sınır Dergisi / Sayı 8 / Mayıs Haziran 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder