15 Mayıs 2013 Çarşamba

Seyran


Y
ooook, misafir olarak gelmiş. Yok, yok Batman’da değilmiş. Mardin’deymiş, Suriye sınırına karşı oturuyormuş.
Nerden mi biliyorum?
Az önce telefonu, “Lê Dînê” şarkısının melodisiyle çaldı ya. Hani acayip bir şekilde, “Aloooooo” diyerek konuşmaya başlamıştı ya!
Evet, işte yine telefonundan, “Lê Dînê” melodisi yükseliyor.

   Yemin billâh Seyran onun yanında, Mardin’in en uç kısımlarından birinde oturmuş, sınırın öteki yakasını izliyorlar. Şimdi de buyurun bakalım: Seyran dün akşam Kızıltepe’de yatıya kalmış ve bugün de dönecekmiş. Yok yok dönecek ve telefonda konuştuğu kişi de bu cimriliğinden vazgeçmediği sürece içinde bulunduğu durumdan kurtulamayacakmış.

   Seyran geldi! Arayıp, henüz bulduğum yalnızlık ve sessizliği paramparça etti. Laklak konuşuyor. O konuşuyor, ben onun sesine kurulmuş, konuştuklarını yazıyorum.

Seyran birilerinin babasının ağzına bok koyuyor!

   Gazabından ürküyorum. Çok sinirlendiği belli. Ondan çekinmeyecek babayiğit var mı? Sesini biraz kıstı. Sanırım dikkatini çektim. Seyran, yanındaki sığırcık kuşuna benzeyen adamı dürtüyor… Yine o eşsiz sesiyle, “Aloooooo, sağol... Evet. Sen nasılsın? Batman’ın dışındayım… Halletmem gereken bir mesele vardı, ondan dolayı şimdi Batman’da değilim... Sonra söylerim sana. Bir saate kadar döneriz... Yok yok yok… Peki, tamam güle güle.” diyor. Konuşması bitince telefonu masaya bırakıyor. Rüzgârda sigara içemiyor. Hiçbir tat alamıyor. Kimse sesini duymasın diye sözde sesini kısıyor ve yine Sığırcık’ı eliyle dürterek, “Rüzgârda sigara içmenin ve samanlıktaki samanların üzerinde o işi görmenin içine edeyim!” diyor. Vay be! Anlaşılan Seyran’ın daha birçok fantezisi var ve ben onun o eşsiz sesiyle bunları öğrenme şerefine erişeceğim.

   İşte yine telefonla konuşuyor,  Mardin Kalesi’nin yakınlarında olduğuna yemin ediyor Seyran. “Bak, babanın kalbini kıracaksın ama… Annen - Seyran-  sana öyle güzel bir kız bulmuş ki, sorma… Oğlum akıllı ol, sen daha toysun! Evet, evet koçum, ‘Ondan daha güzelini görmedim hiç.’ diyorsun. Bak dinle anan sana ne diyor: Çeşit çeşit kadın vardır. Kimisi kadın, kimisi acı, kimisi dermansız dert, kimisi de aşk ile muhabbettir. Anan sevgili oğluna nasıl birini bulacağını bilir. Ha, ha, ha, ha, hem de kısa kollu giyiyor haaa!” diyor.

Çaycı gelip masama bir çay bırakıp gidiyor.
“…Tamam, yavrum tamam, birazdan dönüyoruz. Eve geliyoruz. Bu işler telefonla öyle uluorta konuşulmaz” diyor. Eeeee Seyran bu, ne diyebilirsin ki? Seyran bu aralar çok içiyormuş bu boktan sigarayı!

   Sığırcık’ın göğüs kılları gömleğinden dışarı çıkmış, saçları boyalı, sakalları ise kirli beyaz. Seyran birkaç kez, “öhö öhö!” diyerek boğazını temizliyor. Bilmeyen, onun birazdan elini kulağına götürüp yetenekli bir dengbêj gibi inleyeceğini, onun için de boğazını temizlediğini sanır. Çantasından kolonyayı çıkarıyor, avucuna döküp, ellerini yüzünde gezdiriyor, o sırada dirseğine kadar sıralı olan bileziklerinin çınlama sesi etrafı sarıyor.

“Bir çay daha içer misin?” diyor Sığırcık.

   Kim senin yerinde olmak ister ki Sığırcık? Yok. Seyran açmış. Çaycıya sesleniyorlar. Sığırcık, çağırdığı çaycıya Seyran için kuşbaşı siparişini verdiği halde, Seyran, “Kuşbaşı olsun tamam mı? Tavuk olmasın, yenmiyor zıkkımlar!” diyor. Seyran çaycı çocuğun karıştırmaması için, birkaç kez tekrarlıyor, “Kuşbaşı, unutmayasın, tavuk getirme sakın!” diyor.

   Gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Sinirden mi yoksa başka bir şeyden midir bilemiyorum. Güldüğümü fark etmemeleri için yüzümü diğer tarafa çeviriyorum.

   Sığırcık yerinden kalkıp aşağıya doğru bakıyor. Sonra, “Hele gel bir bak, hepsi uçurummuş! Eşeklerle falan inip çıkıyorlarmış, yoksa inip çıkamazlarmış!” diyor. Seyran, “Yaaa?!” diyor. Kafasına mı yatmıyor, yoksa Sığırcık’ı küçümsüyor mu bu “Yaaa?!” deyişi ile kestiremiyorum. Sığırcık başka bir şey de söylüyor ama ne dediğini tam olarak anlayamıyorum. Ama Seyran’ın, “Bak, canımı sıkıyorsun haaa!” demesinden, söylenen şeyin hoşuna gitmediği açık.

   Onun sigarası Winston Light, Sığırcık’ın ise kısa Samsun. Her biri kendi paketinden birer sigara çıkarıp yakıyorlar. Seyran’ın çakmağının ibelo marka olduğunu farkediyorum. Caminin hoparlöründen ses gelince, “Bismillah” deyip minareye bakıyor. Minarede oluşan çatlaklar kaçmıyor Seyran’ın gözünden.

   Seyran, çay bahçesinde oturmuş çay içiyor, sigara içiyor, telefonda laklak konuşarak görüşmeler yapıyor ve dışardan yemek istetiyor. Caminin hoparlöründen ses gelince de “Bismillah” deyip korkusunu dışa vuruyor.

   Hoparlörden gelen ses, “İki yaşında bir kız çocuğu kaybolmuş, görenlerin camiye getirmeleri rica olunur!” diyor.

   Fil iriliğinde bir adam öteden gelip Seyran’ın masasına yaklaşıyor, “Tam bir saattir sizi arıyorum. Uçtunuz mu? Nasıl kayboldunuz böyle birden?” diye soruyor. Seyran bu, lafın altında kalır mı hiç? “Telefon edeydin ya Hacı, o belindeki telefon değil mi? Yoksa onu keser mi sandın?”diyor. Hacı’nın kontörleri bitmiş ve parası kalmamış. Seyran, “Yaaaa?!” diyor. Ve sonra her nedense, “Merhaba Hacı” diyor.

     Sanki bir Seyran mı sigara içebilir? Benim ondan neyim eksik? Benim sigaram da Winston, hem de “kırmızı” Winston! Ben de içeceğim, ölmedim ya!

   Bu arada Seyran Hacı’yı makaraya alıp öyle bir gülüyor ki görülmeye değer. Yemeği de gelmiş. Seyran gülmesin de kimler gülsün. Seyran yiyiyor. Benim de canım çekiyor. Acıktım mı acaba? Hayır hayır, bu kadar iştahla yemesindendir herhalde canımın yemek çekmesi.

“İçinizi ferah tutun, sıkılmaya, üzülmeye değmez bu dünya. Dünya malı dünyada kalır” diyor. Durup dururken bunları neden söylüyor anlayamıyorum. Yemeğini yiyor, kahkahalarla gülüyor. Ben de artık gizlemeden gülüyorum. Kendimi daha fazla tutamıyorum. Çok yaşa sen e mi Seyran, başka ne diyeyim ki?

Aman! Gözlerini bana dikmiş bakıyor!
Seyran yemeğe neden gereksinim duyuyor bilmiyorum, zaten kadana gibi!
Seyran kalkıp gitti.
Uğurlar olsun.
Birazdan Batman’da olacak.
Bugün de geçti ve bir günüm daha ziyan oldu!
Akşam bastırdı, karanlık çöküyor ve rüzgâr hafiften esmeye başladı.
Ben ise hala yerimde oturuyorum!
Seyran şimdi Batman’a ulaşmıştır, ben hiçbir yere ulaşamadım…  

Ronî WAR
Sınır Dergisi / Sayı 8 / Mayıs Haziran 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder