15 Mayıs 2013 Çarşamba

Kırılgan Kent


D
iyarbakır bungun bir sıcaklık altında inliyor. Ötelerde ipliksi sıcaklık elle tutulur gibi. Yaylanıyor. Dicle Nehri cılız, bulanık. Karşıda yoksul yaşlı evler. Hasat sonrası ovalarda sarı bir çöl kuraklığı. Buna karşın belli belirsiz bir devinim duyumsanıyor.
Kentimin sokaklarında dolaşıyorum. Stockholm’ün yarı karanlık güneşsiz günlerinde, sivri kuleli yapılara, karlar altında iki büklüm çam ve ladin ağaçlarına, loş barlarda “skol,” diye kadeh kaldıran dingin sarışın yüzlere bakarken, kentimin uzun huzmeli yakıcı güneşini düşünür acıyla titrerdim. Karanlık çökerdi yüreğime. Kurulu robot gibi caddeleri adımlarken, bir çöp kırıntısı bulmak için aranırdım. Adım başı o kusursuz parklar canımı ne çok sıkardı... Hep özlediğim güneş gözlerimi kamaştırıyor; akşar tenliler gibi körümsü bakıyorum.

   Hep aynı sınıfın işaretini taşıyan yüzler kaygılı. Birikmiş öfkelerin kıvılcımını taşıyan gözler donuk. Gizemli bir yurtseverliğin ardında garip mistik bir hava. Paydos saatinde bir anda kalabalıklaşıp ıssızlaşan caddeler toz kokuyor. Ağaçların arasında gündüzden kalma akşamın sıcak buğusu. ‘Biz bize’ lokantasının eskimiş tabelası... Külsüz sigaralarını sinirlice fiskeleyip duruyor erkekler. Tanıdık bir kahveye giriyorum. Bilincimin beyaz kayıkları durmaksızın alabora oluyor. İçimde tuhaf soyut bir korku depreşiyor. İnsanlar kuşkuyla bakıyorlar... Gençliğimin ateşli yıllarına geri dönmeyi istemek; içimde uyanan heyecanlı çocuğun isteği... Nedense hiç kendim olamadım. Kendimden bile vazgeçecek heyecanlar, sevgiler aradım. Oysa kendim olmalıydım.

   On beş yıl önce bir gece ansızın tank gürültüleriyle uyandık. Yükselen metalik sesler tüm hayallerimizi tutsak etmişti. Her gece ayak seslerini beklemek ne ürkütücü. Çekirge çıtırtıları, ağustosböceklerinin sesleri bile dinmişti. Yapay gülüşler beni boğar, karanlığa gömülürdüm. İçimde tortulaşan korkuları cesarete dönüştürmeyi karanlıklarda öğrendim. Korkular bazı duyuları ne çok geliştiriyor. Özellikle işitme ve koku.

   On beş yıl sonra normal gelişmeyi bile gösteremeyen bu kentin boğucu sessizliğinde yüreğim acıyor. Ölümleri kanıksayan insanların dillerinde ağıtlar dolanıp duruyor. Sevginin, umudun rengi yok bu kentte. Deli tanklar dolaşıyor. Sağır botlar gıcırdıyor. Dinginliğe, özgürlüğe duyulan özlem, insanı tedirginliğin, belirsizliğin kıskacına sürüklüyor. Nasıl bir şey şu mutluluk? Saçmalık! Hiç öğrenemedim ki!..

   Ana rahminde öğrendik kavgayı. Beyaz güvercinlerin kanadında uçmayı hep özledik. Özlerken usulca çürüdük; bu çürüme gelgitlere, sonra da dalgalara dönüştü. Ama Nemesis[1] olmayı hiç istemedik...
  
    Her şey kabuk değiştiriyor, sancılar çoğalıyor. Anlaşılmaya çalışmaktan yoruldum. Ait olma sendromu başladı. Ben hiçbir yere ait değilim ki. Yurtsuzum, kimsesizim. Bir zamanlar bu caddelerde platonik aşkların esrikliğiyle dolaştım. Dünyayı değiştirmek adına heyecanlanırken, ölüm çok tatlı ve uzaktı. İnsan bilinçle inanmayagörsün ki o erdemli aşk en güzel gençlik aşısı değil mi? Şimdi kardeş ölümlerin, yangınların zamanıdır. Ne acı!

   Sabahları güneşin parlaklığını duyumsamak istiyorum. Camlarda ipildeyen çiçekler yüreğime mutluluk kırıntısı göndersin istiyorum.

   Neydi o güneşe olan özlemim? Güneş İsveç’te ne çok somurtuk ve cimriydi. Şu yaşlı evlere, kirli sarı Dicle’ye, kımıltısız yüzlere, felç olmuş yaşama karşın umut sesini aramak istiyorum.

   Demir otelinin terasında kentimin ışıklarına bakarken gecenin hain acılığını umutlarımla emdim. Düşümde umut kırıntıları topluyordum.

   Surların  üzerinde gezinirken sabahın tazeliği uyuyan anılarıma bir esinti gönderdi. Yoksul çocukluğum. Bir dürüm çiğköfte için ağlayışlarım. Çakıl taşlı yazlık sinemalar, içten kahkahalar. Sıkıyönetimler, mitingler, sıkılan yumruklar, joplar... Hep aynı kahveler, kaçak çaylar. O zamanların coşkulu yeşil Dicle’si, şiirli doygun geceleri ne güzeldi. Bir uçtan bir uca dolaştığım surların burçlarına keyifle konup kalkan paçalı güvercinler hep aynıydı.

   Aşağılarda hevsel bahçelerine uzanmaya çalışıyor güneş. Gelgeli faytonların izi yok. At arabalarına hayır diyen belediye pankartı çırpınıyor. Az ötede gayri müslim mezarlığında iki kedi hırlaşıyor. Ve günün bir parçası olan tanklar geçiyor. Sonra helikopterler alçak uçuşla kenti tarıyor. Paranoya çemberinde çırpınan eski bir dostum, durmadan arkasına dönüp bakarken, tükürükler saçarak tıslarcasına “Burada sağ kalmanın tek yolu yalnızlaşıp hiç düşünmemektir,” diyor. Bakışlarımı kaçırıp yanıt vermedim.

   Gözlerimde dönek gecenin yorgunluğu. Sur dibinde bir çay bahçesine gidiyorum. Yükselen sıcak altında, korkuları tüm devinilerine yansımış insanlar ölü yapraklar gibi süzülüp geçiyordu umarsız.

   Öğleden sonra kent susuyordu. Darağacında sallanan bir insan gibi kıpırtısız, ürkütücü. Yakıcı güneşin altında surların serin mırıltısı duyulur gibiydi. İkilem arasında kalan donuk yüreğim usulca çarpmaya başlıyor. Bir süredir ölümsü bir dinginlik içinde olan içsesim dallanıp budaklanıyor: Sevdaların, hüzünlerin, pişmanlıkların bahçesinde dolanıp durdum. Geçmişin izlerinden yeniden yürüdüm. Dalıncımdan sıyrıldığımda güneş batmış, ter içindeydim. Tangır tangur bir at arabası arsızca geçti. Muhbirleştirilen yoksul çocuklar pusuda. Akşamın telâşında küfürler patladı. İçimde dönenen bir uyumsuzlukla yürümeye başladım.

    Gece ilerliyor, ağır bir korku dalgası sıcak havayı yiyip bitiriyordu. Bu korku uğultusunda tüm insani değerler hücrede olsa da, o vazgeçilmez aşkı yeniden öğreneceğiz mutlaka. Hırçın dalgaların altında boğulan özlemlerimiz duru günleri bekliyor. Ve özgürlüğü ilkin içimizde yeşertmeyi, sonra gökyüzünde aramayı öğreneceğiz mutlaka.

    Eğilmiş söğüt dallarının arasında yıldızlar ışıyor. Cahil bir kahkaha kulaklarımda çınlıyor. Sinirleniyorum. Bir boşluk, yalnızlık...

Biliyorum dönek geceler boş değil, katiller ürüyor Tanrı edasıyla...

    Otelin terasında gezinirken parmaklıkları bütün kuvvetimle sıkıyorum. Ağzımdan hummalı buğu çıkıyor sanki. Sarmaşıklar arasında bir gece böceği yüzüme çarpıyor. Gececi bir horoz uzun bir giriş yapıyor. Bir anda ötelerde silah sesleri başlıyor. Kızıl bir loşluk kaplıyor karanlığı. Toprak, adı konmayan Hiroşimalara gizlice ağıt yakıyor...

   Kentimin karanlıklarını aydınlatacak gerçek ışığı özlüyorum. Ver elini zeytin dalı.

Suzan SAMANCI
Sınır Dergisi / Sayı 8 / Mayıs Haziran 2011

[1] İntikam tanrıçası

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder