D
|
iyarbakır bungun bir sıcaklık altında inliyor. Ötelerde ipliksi sıcaklık
elle tutulur gibi. Yaylanıyor. Dicle Nehri cılız, bulanık. Karşıda yoksul yaşlı
evler. Hasat sonrası ovalarda sarı bir çöl kuraklığı. Buna karşın belli
belirsiz bir devinim duyumsanıyor.
Kentimin sokaklarında dolaşıyorum. Stockholm’ün yarı karanlık güneşsiz
günlerinde, sivri kuleli yapılara, karlar altında iki büklüm çam ve ladin
ağaçlarına, loş barlarda “skol,” diye kadeh kaldıran dingin sarışın yüzlere
bakarken, kentimin uzun huzmeli yakıcı güneşini düşünür acıyla titrerdim.
Karanlık çökerdi yüreğime. Kurulu robot gibi caddeleri adımlarken, bir çöp
kırıntısı bulmak için aranırdım. Adım başı o kusursuz parklar canımı ne çok
sıkardı... Hep özlediğim güneş gözlerimi kamaştırıyor; akşar tenliler gibi
körümsü bakıyorum.
Hep aynı sınıfın işaretini taşıyan
yüzler kaygılı. Birikmiş öfkelerin kıvılcımını taşıyan gözler donuk. Gizemli
bir yurtseverliğin ardında garip mistik bir hava. Paydos saatinde bir anda
kalabalıklaşıp ıssızlaşan caddeler toz kokuyor. Ağaçların arasında gündüzden
kalma akşamın sıcak buğusu. ‘Biz bize’ lokantasının eskimiş tabelası... Külsüz
sigaralarını sinirlice fiskeleyip duruyor erkekler. Tanıdık bir kahveye
giriyorum. Bilincimin beyaz kayıkları durmaksızın alabora oluyor. İçimde tuhaf
soyut bir korku depreşiyor. İnsanlar kuşkuyla bakıyorlar... Gençliğimin ateşli
yıllarına geri dönmeyi istemek; içimde uyanan heyecanlı çocuğun isteği...
Nedense hiç kendim olamadım. Kendimden bile vazgeçecek heyecanlar, sevgiler
aradım. Oysa kendim olmalıydım.
On beş yıl önce bir gece ansızın
tank gürültüleriyle uyandık. Yükselen metalik sesler tüm hayallerimizi tutsak
etmişti. Her gece ayak seslerini beklemek ne ürkütücü. Çekirge çıtırtıları,
ağustosböceklerinin sesleri bile dinmişti. Yapay gülüşler beni boğar, karanlığa
gömülürdüm. İçimde tortulaşan korkuları cesarete dönüştürmeyi karanlıklarda
öğrendim. Korkular bazı duyuları ne çok geliştiriyor. Özellikle işitme ve koku.
On beş yıl sonra normal gelişmeyi
bile gösteremeyen bu kentin boğucu sessizliğinde yüreğim acıyor. Ölümleri
kanıksayan insanların dillerinde ağıtlar dolanıp duruyor. Sevginin, umudun
rengi yok bu kentte. Deli tanklar dolaşıyor. Sağır botlar gıcırdıyor.
Dinginliğe, özgürlüğe duyulan özlem, insanı tedirginliğin, belirsizliğin
kıskacına sürüklüyor. Nasıl bir şey şu mutluluk? Saçmalık! Hiç öğrenemedim
ki!..
Ana rahminde öğrendik kavgayı. Beyaz
güvercinlerin kanadında uçmayı hep özledik. Özlerken usulca çürüdük; bu çürüme
gelgitlere, sonra da dalgalara dönüştü. Ama Nemesis[1] olmayı hiç istemedik...
Her şey kabuk değiştiriyor,
sancılar çoğalıyor. Anlaşılmaya çalışmaktan yoruldum. Ait olma sendromu
başladı. Ben hiçbir yere ait değilim ki. Yurtsuzum, kimsesizim. Bir zamanlar bu
caddelerde platonik aşkların esrikliğiyle dolaştım. Dünyayı değiştirmek adına
heyecanlanırken, ölüm çok tatlı ve uzaktı. İnsan bilinçle inanmayagörsün ki o
erdemli aşk en güzel gençlik aşısı değil mi? Şimdi kardeş ölümlerin,
yangınların zamanıdır. Ne acı!
Sabahları güneşin parlaklığını
duyumsamak istiyorum. Camlarda ipildeyen çiçekler yüreğime mutluluk kırıntısı
göndersin istiyorum.
Neydi o güneşe olan özlemim? Güneş
İsveç’te ne çok somurtuk ve cimriydi. Şu yaşlı evlere, kirli sarı Dicle’ye,
kımıltısız yüzlere, felç olmuş yaşama karşın umut sesini aramak istiyorum.
Demir otelinin terasında kentimin
ışıklarına bakarken gecenin hain acılığını umutlarımla emdim. Düşümde umut
kırıntıları topluyordum.
Surların üzerinde gezinirken sabahın tazeliği uyuyan
anılarıma bir esinti gönderdi. Yoksul çocukluğum. Bir dürüm çiğköfte için
ağlayışlarım. Çakıl taşlı yazlık sinemalar, içten kahkahalar. Sıkıyönetimler,
mitingler, sıkılan yumruklar, joplar... Hep aynı kahveler, kaçak çaylar. O
zamanların coşkulu yeşil Dicle’si, şiirli doygun geceleri ne güzeldi. Bir uçtan
bir uca dolaştığım surların burçlarına keyifle konup kalkan paçalı güvercinler
hep aynıydı.
Aşağılarda hevsel bahçelerine
uzanmaya çalışıyor güneş. Gelgeli faytonların izi yok. At arabalarına hayır
diyen belediye pankartı çırpınıyor. Az ötede gayri müslim mezarlığında iki kedi
hırlaşıyor. Ve günün bir parçası olan tanklar geçiyor. Sonra helikopterler
alçak uçuşla kenti tarıyor. Paranoya çemberinde çırpınan eski bir dostum,
durmadan arkasına dönüp bakarken, tükürükler saçarak tıslarcasına “Burada sağ
kalmanın tek yolu yalnızlaşıp hiç düşünmemektir,” diyor. Bakışlarımı kaçırıp
yanıt vermedim.
Gözlerimde dönek gecenin
yorgunluğu. Sur dibinde bir çay bahçesine gidiyorum. Yükselen sıcak altında,
korkuları tüm devinilerine yansımış insanlar ölü yapraklar gibi süzülüp
geçiyordu umarsız.
Öğleden sonra kent susuyordu.
Darağacında sallanan bir insan gibi kıpırtısız, ürkütücü. Yakıcı güneşin
altında surların serin mırıltısı duyulur gibiydi. İkilem arasında kalan donuk
yüreğim usulca çarpmaya başlıyor. Bir süredir ölümsü bir dinginlik içinde olan
içsesim dallanıp budaklanıyor: Sevdaların, hüzünlerin, pişmanlıkların
bahçesinde dolanıp durdum. Geçmişin izlerinden yeniden yürüdüm. Dalıncımdan
sıyrıldığımda güneş batmış, ter içindeydim. Tangır tangur bir at arabası
arsızca geçti. Muhbirleştirilen yoksul çocuklar pusuda. Akşamın telâşında
küfürler patladı. İçimde dönenen bir uyumsuzlukla yürümeye başladım.
Gece ilerliyor, ağır bir korku
dalgası sıcak havayı yiyip bitiriyordu. Bu korku uğultusunda tüm insani
değerler hücrede olsa da, o vazgeçilmez aşkı yeniden öğreneceğiz mutlaka. Hırçın
dalgaların altında boğulan özlemlerimiz duru günleri bekliyor. Ve özgürlüğü
ilkin içimizde yeşertmeyi, sonra gökyüzünde aramayı öğreneceğiz mutlaka.
Eğilmiş söğüt dallarının arasında
yıldızlar ışıyor. Cahil bir kahkaha kulaklarımda çınlıyor. Sinirleniyorum. Bir
boşluk, yalnızlık...
Biliyorum dönek geceler boş değil, katiller ürüyor Tanrı edasıyla...
Otelin terasında gezinirken
parmaklıkları bütün kuvvetimle sıkıyorum. Ağzımdan hummalı buğu çıkıyor sanki.
Sarmaşıklar arasında bir gece böceği yüzüme çarpıyor. Gececi bir horoz uzun bir
giriş yapıyor. Bir anda ötelerde silah sesleri başlıyor. Kızıl bir loşluk
kaplıyor karanlığı. Toprak, adı konmayan Hiroşimalara gizlice ağıt yakıyor...
Kentimin karanlıklarını
aydınlatacak gerçek ışığı özlüyorum. Ver elini zeytin dalı.
Suzan SAMANCI
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder