Sine Ergün kimdir?

Kitapları: Burası Tekin
Değil, Öykü, 2010 Yitik Ülke Yayınları
Öncelikle şöyle başlayayım.
Sanırım editörlüğün zor, zahmetli bir iş olduğunu bilmeyen yok. Bu genç yaşta
yaptığınız, üstlendiğiniz, ciddi
yayınevi ve dergi editörlükleri
yazın hayatınızda size neler kazandırdı?
Editörlük yolun başında bir
yazar için bulunmaz meslek. Okul gibi. Kişinin düşmesi olası tuzakları önceden
görmesini sağlıyor. Nasıl yazmalı, sorusunu kendim için yanıtlamamda bana hayli
faydası oldu. İki-üç yıl çalıştım editör olarak. Şimdi arada yayınevlerine
dışarıdan düzelti yapıyorum.
Teknolojinin giderek
yaygınlaştığı bu çağda internet ortamlarında yayımlanan e-gazete, e- dergi, e-kitapları
nasıl değerlendiriyorsunuz? Buna bağlı olarak ileriki günlerde kitapların
ikinci plânda kalmasıyla ilgili herhangi bir kaygı taşıyor musunuz?
Kafam karışık. Bir yandan
olumlu değerlendiriyorum. Bilgisayar odaklı yaşıyoruz. Bu durumda kitaba
yaklaşım değişiyor olabilir, kâğıdın dokusu, kokusu insanlara eskisi kadar
etkileyici gelmiyordur belki. O zaman e-kitap bugünün alışkanlıklarına uygun.
Görseli bol, bu yüzden baskı masrafı fazla, okuru az kitapların yaygınlık
kazanması açısından da işlevsel olabilir. Korsan kitap sorununa bir çözüm
niteliğinde de olabilir, bunu zaman gösterecek.
Öte yandan, umarım e-kitap
basılı kitabın yerini almaz, yalnızca alternatifi olur. Birçok kişi gibi benim
için de kitap fetiş nesne, değeri yalnızca okuma eylemiyle sınırlanamaz.
Korkulan gerçekleşir de e-kitap
piyasaya hâkim olursa, muhtemelen lüks tüketime girecek tasarım kitaplar
ağırlık kazanır.
Peki, aslında ben
kitabınızdan, yazdıklarınızdan konuşmak istiyorum biraz. Bir benzetmeydi. “Yayımlanan
ilk yazı bir bilettir. Bir yolculuğa çıktığınızı söyler” diyordu. Ki
çoğu zaman bu geri dönüşsüz bir bilettir. Siz de çeşitli dergilerde yayımlanan
yazılarınızdan sonra Burası Tekin Değil’le yazın yolculuğunuza
devam edeceğinizi gösterdiniz. Bizimle bir dinlenme tesisinde bir röportaj
vesilesiyle soluklanırken neler söylemek istersiniz okuyucular/ınız/a bu zamana
kadar yaptığınız zahmetli yolculuk hakkında?
Yayımlanan ilk şiirimi dergide
gördüğüm ânı anımsattı sorunuz. Yedi yıl önce. O hissi belki kitap çıktığında
bile yaşamadım. O dönemde öyküden çok roman, şiir, tiyatro oyunları okuyor ve
yazmaya çalışıyordum. Hem yazar hem oyuncu olmak istiyordum. Sonradan ikisinde
de aynı anda iyi olmanın olanaksızlığı konusunda ikna edildim. Bugün olsa bu
öğüdü dikkate almazdım.
Bundan yaklaşık on yıl önce
bir yıllığına yurtdışında yaşamıştım. Türkçe ile hiçbir şekilde
karşılaşmadığınız, o zamanlar iletişim araçlarının oldukça pahalı ve yavaş
olduğu bir ülkede. Türkiye’den bir mektubun elinize ulaşması bir buçuk iki ay
alıyordu. Yanıma ancak yirmi kitap alabilmiştim. Türkçeyle en güçlü bağlantım
onlardı. Şimdi hangi kitaplardı bunlar, hepsini anımsamıyorum, sanırım
Beckett’in ve Tezer Özlü’nün birer kitabı, Yaşadığımı İtiraf Ediyorum ve Kış
İkindisinin Evinde vardı aralarında, bir de Yüzyıllık Yalnızlık, Eva Luna ve
Yeni Hayat. Bitmesinler diye azar azar, bitince de tekrar tekrar kitapları
okudum. Sonra Marqúez, Allende ve Pamuk’un öteki kitaplarını da istedim
ailemden. İlginçtir, bugün baktığımda bu yazarlarla aramda edebi bir bağ yok.
Ne konu ne de biçem olarak. Oysa bir yılımı bütün kitaplarını tekrar tekrar
okuyarak geçirdim.
Hayatımın odağında yazının
olmasına lisede karar vermiştim. Okuma hastalığına yakalandığım o bir yılda ise
bunun hiç de sandığım kadar kolay olmayacağını anladım. İçimi, ya hayatımı
yazmaya adar da hiçbir zaman okuduğum yazarlar kadar iyi olamazsam korkusu
kapladı. Uzun bir süre gönderdiğim her şey dergilerden döndü. O yüzden şiirimi
dergide gördüğüm ânı bütün duruluğuyla anımsıyorum. O zamanlar yaygın dağıtımı
olmayan bir Ankara dergisiydi. Yirmi bir yaşındaydım ve bu benim için çok
önemliydi.
İstanbul’a dönüp de
yayınevinde çalışmaya başladığımda hayatım okumak, seçmek, düzeltmek ve
yazmaktan ibaret oldu. Şiire devam ederken bir yandan öykü yazmaya başladım.
Gülten Akın’ı, Vüsat O. Bener’i, Raymond Carver’ı, Çehov’u en yakınımdan yakın
bildim. Yazdıklarım dergilerde sıkça yer bulmaya başladı. Üniversitede
çalışmaya başlayınca ise okumaktan da yazmaktan da uzaklaştım. Kitap öyle bir
dönemde basıldı.
Bugün, yolculuğun dönüm
noktalarından birindeyim. İstifa ettim. Bundan sonra bir tek yazma isteğiyle.
Bir tarafta sanatçı olmak için
Tanrı vergisi olan yeteneği savunanlar, diğer yanda
yetenek diye bir şeyin olmadığını; eğitim-öğretimin,
çalışmanın, birikimin sonucu olduğunu savunanlar… Bir zamanlar yazar olmak için
ne gerektiği sorusuna; Ernest Hemingway birkaç özellik sıraladıktan sonra maalesef
yetenek demiş. Neler söylemek istersiniz bu konuda? Siz de maalesef
yetenek diyenlerden misiniz? Yoksa…
- Bilmiyorum. Her şeyden önce
karar sanırım. Sanatçı olmaya karar vermek. Yetenek ile emeğin oranı nedir bu
süreçte, bilmiyorum. Bir yandan da yeteneksizlik de yetenek kadar önemli.
Yeteneğiniz olmadığı yanlarınızın farkında olmak. Gözlem yeteneğim zayıf, genel
olarak dikkatsizim, hep öyleydi. Unutkanım da. Kişilerin elleri ve belirgin
tavırlarını net anımsarım, gerisi silinir gider. Bir yazar için olumsuz
özellikler. Bu yüzden gözüme çarpan şeyleri not alıyorum, kitabı altını çizerek
okuyorum, eskiden önüme bir resim alıp santim santim betimlerdim. Ancak böyle
çoğu insanın kolaylıkla anımsayabildiklerini aklımda tutabiliyorum.
Özetle, yetenek ne kadar önemliyse,
yeteneksizliği onarmak için harcanan emek de o kadar önemli. Hem sanatta hem
hayatta.
Ama önce karar.
Şair Y.Odabaşı bir şiirinde,
şiirlere Mesih benzetmesi yapmıştı. Bunu daha da genişleterek
sanatın bütün dallarını Mesih olarak görebilir miyiz bu aydınlık
karanlık çağda? Ya da siz öyküleri/ öykülerinizi neye benzetiyorsunuz?
- Edebiyat türleri arasında bir
Mesih varsa, evet, o şiir. Kurmaca yazın için bu söylenebilir mi, bilmiyorum.
Bu birini ötekinden üstün tutmak değil, yalnızca farklı işleve sahip
olduklarını düşünüyorum.
Öykülerimin bu karanlık çağda
birilerinin yolunu aydınlattığını düşünmüyorum, okuduğum herhangi bir öykü de
benim yolumu aydınlatmadı. Öyküler, hayat nasılsa ona dairdir, okumayı sevdiğim
türde öyküler en azından. Öyküyü ve öykülerimi bir şeye benzetmem gerekse
muhtemelen fotoğraf olurdu. Fotoğrafçının bakış açısından belki, ama neyse onu
yansıtan.
Günümüzde artık uzun öyküler
yazılmıyor, okunmuyor. Hatta şimdilerde Kısa Öykü de iyice
kısaldı. İki, üç satırlık Çekirdek Öyküler yazılmakta… Bu konuda
ne söylemek istersiniz bize bir kısa öykü yazarı olarak? Ya da şöyle sorayım: Heyecandan
tuttuğunuz nefesiniz sizi boğduğu için mi öyküleriniz bu
kadar kısa?
- Metnin arılığı önemli bence
öykünün uzunluğundan çok. Öykülerimin bir solukta yazılmış olma izlenimi
vermesi hoşuma gidiyor. Ama çoğunlukla yazdığım ilk taslak yayımlanan halinden
çok daha uzun olur. Bu tek sözcük olmasa metin eksik kalır, denecek noktaya dek
fazlalıklarının alınması gerektiğini düşünüyorum. Bana bunu dedirten öyküler en
çok beğendiklerim. Böyle bir öykü çok fazla imge ve olay barındırıyorsa uzun da
olabilir.

- Bilemedim ne diyeyim. Aslında
ilginç bir rastlantı oldu bu. Dün geçmiş defterlerimi karıştırıyordum işe yarar
bir şeyler çıkar mı diye. Bir süre, ne yazılmaya değer’in üstüne kafa yormuşum.
Okur yazdıklarımı niçin okusun. Sonunda sorunun ne değil nasıl olması
gerektiğine karar vermişim. Nasıl yazmalı. Kendime notlar: büyük şeyler
söylemeye, okuru şaşırtmaya çalışma, kimse senden daha az zeki değil.
Öykülerinizin neredeyse
tamamında bir tekinsizlik mevcut. Öykü yazabilmek için ille de tekin olmayan
yerlerde mi dolaşmak gerekiyor? Bu dünyanın/hayatın içinde hiç mi tekin olan
yerler/bölümler yok sizce?
- Hayatta, evet, tekin yer yok
bana göre. Öykü yazmak için tekinsiz yerlerde dolaşmak o yüzden zor değil.
Hayat nasıl oldu da o
anda size ölmek istiyorum demek gibi geldi?
- Bu ifadenin geçtiği öyküde,
anlatıcı yıllardır görmediği, eskiden her şeyiyle mükemmel ve saf olduğunu
düşündüğü bir arkadaşıyla karşılaşır. Başına kötü şeylerin geldiğini duyduğu
arkadaşı yine aynı mükemmelliktedir, yine de bakışlarında bir şey –ölümü– yakalar.
Aynı bakışı, başına bir şeyler
gelmiş herkesin –yani herkesin– gözünde anlık da olsa yakalamak mümkün bence.
Kimilerinin yaratılıştan dokunulmaz olduğunu düşünürüz, ama değil, ya da en
azından ben rastlamadım.
Belki yanılıyorum ama kimsenin
bir an bile olsa ölmeyi istemediğini, en azından ölümün nasıl bir şey olduğunu
düşünmediğini sanmıyorum. Öykü de bununla ilgili.
Bir yazar yazdığı sürece okur da
sürekli soracaktır. Öykülerinizde neye ağladığınızı tam olarak bilmiyoruz. Ama
neye ağlıyorsanız bütün bunlar akıp gitti mi yoksa daha ağlayasınız var mı? (
Eğer ‘ağ’layacaksanız, ağlarınızdan kurtulmamıza da lütfen yardım ediniz!)
- Size de demiştim ya, soru
yanıtlamakta iyi değilim diye. Sanırım okur olarak içimden yazara soru
sormadığımdan. Belki meraksızlığımdan, belki yazarın da yazdığından fazlasını
bilmiyor olduğuna dair inancımdan dolayı.
Sorunuzu anladığım kadarıyla
şöyle diyebilir miyiz, Yazmaya aynı biçemde mi devam edeceksiniz? Evet, şu an
yazdığım öyküler de aynı çizgide. Ama bir şeylerin sonuna varıyor olduğumu
–olduğumuzu– hissediyorum. Umarım sanatın gereksizleştiği, gereksizleşmese bile
olan biteni anlatmaya gücü yetmediği günler gelmez. O zaman, anlatabilmek için,
farklı biçemler, konular arıyor olacağız. Tam da bu korkudan yola çıkarak
yazmaya başladığım bir roman var. Ama tamamlamak, şu an entelektüel olarak beni
aşıyor. Çok okuma yapmam gerek.
Son/ön soru olarak,
editörlük yaptığınızı da göz önünde
bulundurarak: Anadolu dergileri hakkında ne düşünüyorsunuz
çıkmaları/çıkarılmaları konusunda?
- Anadolu dergileri diye
ayırmadan, ana akımın dışında bir şeyler yapan bütün dergiler çok değerli.
Bugün biliyoruz ki edebiyat –özellikle öykü– anlayışını birkaç dergi baskın
biçimde etkiliyor. Bunu bilinçli bir tahakküm kurulmaya çalışılıyor anlamında
söylemiyorum. Okur sayısının azlığı, dağıtımdaki maddi güçlükler nedeniyle
zaten birçok derginin yaygın dağıtım ağına giremiyor oluşu bu durumu tek başına
doğuruyor. Aynı nedenler dergilerin çoğunun kısa soluklu olmasına da neden
oluyor. Durum böyle olunca aynı kanallardan beslenip üretiyor, aynı kanallar üstünden
sunuyoruz. Çeşitlilik okuru da yazarı da sıkacak denli az. Kendi okurunu ve
kendi yazarlarını yaratacak dergilere gereksinim büyüyor. Ne ki bunun için bir
derginin kendi kültürünü oluşturması, bunun için de uzun soluklu olması gerek.
Burada başladığım yere dönüyorum. Bu ekonomik koşullarda bir derginin uzun
soluklu olması ortalığa bırakılmış yeni doğan bir çocuğun hayatta kalması kadar
zor.
Bir de ne yazık ki özellikle
Anadolu dergilerinin yüzleştiği bir sorun var. İstanbul’da olmayanın görünmezliği.
Oysa, söylemek haddime mi bilmiyorum, bana göre diyeyim, İstanbul bitti.
Bitmediyse de önünde sonunda bitecek. Yine bana göre, yeni bir şey buradan
başlayıp yayılmayacak. İleriki günlerde yeni bir dergicilik anlayışı ya da yeni
bir okur kitlesiyle karşılaşacaksak bu İstanbul çıkışlı olmayacak. O yüzden
Anadolu dergilerinin işlevi her zamankinden büyük.
Umarım, verdiğiniz bilgiler,
okuyucular/nız/ın belleklerindeki kimi soruları cevaplamış, yeni sorulara zemin
hazırlamıştır. Bize zaman ayırdığınız için Sınır Dergisi adına size çok
teşekkür ediyorum.
- Ben teşekkür ederim. Sınır
Dergisi çok değerli.
-------------
*Yukarıdaki röportaj M.Uçan tarafından Sınır
Dergisi adına yapılmıştır. Sınır Dergisi kaynak gösterilmeden
(ç)alıntı yapılamaz.
Teşekkürler
YanıtlaSilhttps://islamguzelahlaktir.blogspot.com/