15 Mayıs 2013 Çarşamba

Şefkat İstasyonu


T
ren hayat gibi hızla ilerliyordu. Kompartımanda iki kişiydik. Giyiminden taşralı olduğu belli olan yirmi yaşlarında esmer, elmacık kemikleri oldukça belirgin; suskun yol arkadaşım koltuğun köşesine büzülmüş uyuyordu. Bindiği zaman verdiği selam dışında bir konuşmamız olmamıştı.

   İstasyon kahvesinde başladığım kitabı yarılamıştım. Gözlerimin, üzerine iki yumruk bastırılmışçasına ağrıdığını hissettim. Çocukken yaptığım gibi burnumu cama dayadım ve gecenin karanlığında görmeyeceğimi bilmeme rağmen çevremi görmeye çalıştım. Gece yaraların üzerine kapanan bir örtü gibiydi. Bazen çiğnenmiş bir yemin gibi teselli arıyordu, bazen güneşin altında sessizce kuruyan bir su damlası kadar sessiz oluyordu. Gece, kimsenin kimseyi tam anlamıyla göremediği tek zaman dilimiydi.

   Trenin aynı ritimde devam eden sesi, beni yavaş yavaş uyku ile uyanıklık arasındaki tampon bölgeden alıp, uyku denilen o masalsı ülkenin sınırları içine sürüklüyordu.  O sırada trenin, gramofonda çalan cızırtılı bir plağı dinlermiş hissi veren sesi yavaşladı ve bir süre sonra da durdu.

   Yol arkadaşım olan esmer çocuk, trenin durmasıyla adeta bir yerinden bıçaklanmış gibi can havliyle yerinden fırladı; ‘’Geldik mi abi?’’ diye sordu. Uzun yolculuğumuz boyunca ikinci kez duyuyordum sesini.  
-Gelmedik, bir şey oldu herhalde.
-Oldu mu bu şimdi, dedi ve okkalı bir küfür savurdu sonra da başının altına sıkıştırdığı paltosunu bir yastığı kabartır gibi düzelterek uykusuna kaldığı yerden devam etti.

Kompartımandan çıkıp neler olduğunu öğrenecekken, kondüktörün sesi duyuldu. Yolculara bir açıklama yapmak için elinde zille bütün kompartımanları dolaşıyordu.
-Arıza var, trenin yeniden ne zaman hareket edeceğini bilmiyoruz.

Beni kompartımanın kapısında görünce aynı sözleri bana da söyleyecekken, benim diğer yolculara yaptığı açıklamayı duyduğumu fark ederek diğer vagonlara doğru ilerledi. Arkasından seslenerek nerede olduğumuzu sordum. Yüzüme bakmaya bile gerek duymadan sorumu cevapladı:

-“Şefkat İstasyonu.’’

 Daha önce bu ara istasyonda hiç inmemiştim, küçük bir yer olduğu belliydi. Hayatın içinde karşıma hiç çıkmamış olan şefkatle, karlı bir dağ istasyonunda yolumun kesişmesi ilginçti.

   Kondüktörün ilerlediği yönün tersine yürümeye başladım ve istasyona inerek çekmecede unutulmuş bozuk bir saatin sessizliğindeki ince hüzün gibi kederli duran banka oturdum. Ortalığa göz gezdirdim, karın yağışı, tren istasyonunda annesinin omzunda uyuyan kırmızı atkılı kız çocuğu… Baktığım her yerde hiç sevilmemiş bir insanın yalnızlığı vardı adeta. Omzuma dokunan o el olmasaydı, belki de bu hüzün çukurunun daha da derinlerine inecek, çocukluk kadar eski bir zamanda kaybolacaktım.

-Böylesi ıssız bir istasyonda karşılaşmak varmış seninle, yıllar sonra.

Sesin geldiği tarafa başımı çevirdiğimde Yasemin’le göz göze geldim. Yıllar önce ellerini ellerimden çeken, beni yapayalnız bırakan, arkasına bakmadan giden o değilmiş gibi gülümsüyordu. Ne kadar zaman geçmişti, beni terk edilmiş bir evde unutulmuş bir fotoğraf yalnızlığında bıraktığından bu yana.

Hiç saymamıştım. İnsan umutsuz bir durum olunca saymak istemiyordu.

 Hiçbir zaman dönmeyecek birini beklerken geçen zamanı saymanın da bir anlamı yoktu. Ona hiçbir zaman anlatamazdım, gittiği gün belki geri döner diye beni bıraktığı yerde yağmurun altında beklediğimi, yokluğunda ters dönmüş bir kaplumbağa gibi doğrulmaya çalıştığımı ama hiçbir zaman başaramadığımı, ‘’Nasılsın?’’ diye soran her insana ‘’İyiyim.’’ diye cevap verirken, içimden ‘’Allah kahretsin! Hiç iyi değilim, canım acıyor.’’ dediğimi, hayat şahane bir şeymiş gibi yaşadığımı anlatamazdım.

Ben hafıza bahçemde dolaşırken Yasemin yanıma oturmuştu her zamanki rahat tavrıyla.
Lise yıllarından bir arkadaşıyla karşılaşmışçasına sordu;
-Nasılsın?
-İyiyim, sadece şaşırdım yıllar sonra seninle adını ilk kez duyduğum bir istasyonda karşılaşınca şaşırmam normal sanırım.
-Haklısın, ben aynı trende yolculuk ettiğimizi bilseydim yol arkadaşı olurdum sana. Belki de istemezdin değil mi?
İstemez miydim?
Belki de…

Sorduğu sorunun cevabını beklerken gözlerimin içine bakıyordu, sanki aradan yıllar geçmemiş gibi. Cevap vermektense susmayı seçtim. Konuşmaktan çok, susmayı öğretmişti bana yaşadıklarım. Aşk konuşarak değil susarak ifade edilebilen bir duyguydu. Cevap vermeyeceğimi anlayınca ortak arkadaşlardan, tanıdıklardan konu açtı. Ben Yasemin’i hatırlatan her şeyi ve herkesi mazi olarak kabul ettiğimden belki de,  bahsettiği isimlerin nerede ne yaptıklarını bilmiyor, daha da acısı merak etmiyordum. Yasemin gittiğinden bu yana, o günlerde görüştüğüm kimseyle görüşmemiştim. Murat’la, geceler boyu Yasemin’i anlattığım en yakın dostumla bile. Herkesten, her şeyden, çocukluğumun geçtiği Ankara’dan kaçmıştım.

Güneydoğu’da küçük bir köye, Yedibölük köyüne yerleşmiş, küçük bir ilkokulda öğretmenlik yapmaya başlamıştım.

Yasemin hiç değişmemişti; eskisi gibi neşeli, hayatı ciddiye almayan Yasemin’di. Oysa ben ne kadar çok değişmiştim.

   Yasemin, sadece isimlerini hatırladığım birçok kişinin hayatlarındaki değişiklikleri anlatırken, ben hala devam eden karın adeta bir masal ülkesine çevirdiği istasyonda Yasemin’in ellerini ellerime alıp “Her şeye yeniden başlayalım, bırakma bir daha ellerimi.’’ demenin provasını yapıyordum beynimde.
Mümkün müydü bu? Kapatabilir miydik açtığı yaraları? O ister miydi bunu?
İsterdi belki.
Belki de…
Trenin bacasından yükselen dumanla birlikte istasyon görevlisinin sesi duyuldu:
“Ankara yolcusu kalmasın, arıza giderildi, tren hareket etmek üzere.’’
Yasemin’le göz göze geldik, içimden geçenleri söylemek istiyor, ama vereceği cevaptan korkuyordum. Bir kez daha gitmesini kaldırabilir miydim?
“Artık gitmeliyim, belki gene karşılaşırız.’’ dedi.
Kurduğu cümledeki bütün harflere çiçek açtıracak kadar mutlu bir hayatı olduğunu anladım.
Düşündüklerimin hiçbirini söyleyememiştim.

 Onca şeyi yaşamamışız gibi, Kızılay’da eli elimin içinde yürümemişiz gibi, sınavları kötü geçtiğinde üniversitenin kapısındaki ıhlamur ağacının altında onunla birlikte ağlamamışım gibi…

Elimi sıkmak için uzandığında gecenin karanlığında bir halkanın parladığını gördüm sol elinin orta parmağında. Gecenin ayazında terlediğimi hissediyordum. Yasemin evlenmişti.
Yüzüğe baktığımı anladı ve ben sormadan açıkladı:’’Evlendim ben, bir kızım var, ismi Eylül, anaokuluna gidiyor.’’ dedi ve hiç değişmeyen gülümsemesini kondurdu yüzüne, kalbimde bir hançer derinlere doğru saplanıyordu.

Sormaya cesaret edemiyordum kiminle evlendiğini.

Elini sıkarak, mutluluklar diledim ve trene yöneldim. Ama içimde sinsi bir tümör gibi büyüyen merak, mezarında rahat edememiş bir hayalet gibi huzursuzdu.  Yasemin vagona binerken koluna dokunarak cevabından hayat kadar korktuğum o soruyu sordum.

“Okuldan biri mi, yani tanıdık mı, eşin?’’
Yasemin’in yüzünden bir yağmur bulutu geçti sanki, yutkundu gözlerini ayaklarının ucuna dikerek sorumun yanıtını verdi.

“Murat’la evlendim ben.’’

İçindeki yüzlerce yolcusuyla birlikte trenin, dizlerimin üstünden geçtiğini hissettim, ayaklarımı hissetmiyordum adeta, o anda aynı vagonu paylaştığımız yol arkadaşım yanıma gelip de,
“Ağbi sana bakmaya geldim, kalkıyor tren, hadi binelim.’’ demeseydi belki de trene binecek gücü bulamayacaktım kendimde.

Yasemin’i asıl şimdi, Şefkat İstasyonu’ndaki o tahta sırada yaptığımız kısa konuşma sonrası kaybetmiştim.
Trene bindikten sonra dışarıdaki kara rağmen ateşimin çıktığını, bütün vücudumun terlediğini hissettim. Adının Kemal olduğunu öğrendiğim yol arkadaşım çoktan uykuya dalmıştı.

Camı açıp dışarı baktığımda, Şefkat uzaklarda kalan küçük bir nokta olmuştu.

Didem GÖRKAY
Sınır Dergisi / Sayı 8 / Mayıs Haziran 2011
*Elazığ Baskil’de bir istasyon.              

1 yorum:

  1. 1944 yilinda, İlkokulu bitirdigim sene, Sefkat İstasyonu'nda annemin dayisi olan istasyon sefi Hakki Turkmen'in yaninda bir yaz gecirmistim. O issiz tabiat icinde tek yapi olan istasyon, bahcesi, havuzu, gelen giden trenler, ' Onbasi' lakapli makascinin cocuklari hic bir zaman unutmadigim seyler. Ayrica, o donemlerde, insanlar o kadar fakirdiler ki en az iki saat yuruyerek geldikleri istasyondan Baskil' e, Malatya'ya, Yolcati veya Elazig'a gitmek icin ancak sut, yumurta, penir, yag, pilic gibi seyleri takas ederek bilet alabiliyorlardi. Siz bunlari yasamadiniz ama hikayenizin guzel oldugunu, rahat okundugunu ve bana bunlari hatirlattigi icin benim icin ozel mana tasidigini soyleyebilirim. Basari dilekleri ile. Saygilar. Gunduz Gokce.

    YanıtlaSil