Arka kapak / Sınır Dergisi / Sayı 6 / Kasım Aralık 2010
Neresinden tutulsa elde bir şeylerin kaldığı kırık dökük bir hal karşısında, Sınır; güç bela kurduğumuz birkaç cümledir belki de…
2 Ocak 2012 Pazartesi
Gün Devinimi
Karalarına bürünmüş bulutlar
Sebepsiz, sessiz, hıçkırıksız ağlıyor
Hüzün damlıyor bir bir…
Yalnızlığına küskün suratlar ıslanıyor…
Kulaklarımda acı keman senfonisi,
Aylaklığımın do-re-mi’si
Yankılanıyor…
Kuytu bir köşede kendime saklanıyorum
(Orada yankıların yankısı ve yangını
Kendi sağırlığımla, suskunluğumla kalıyorum…)
İndirime girmiş burada demokrasi
Bak! Evlerine koşuyor boynu kravatlılar
Sümen altı ediliyor imzalanmamış acılar
Tozlu raflarda kalıyor kanlı dosyalar
Tatile çıkıyor kağıt israfı bürokrasi!
Yıkıyor yüreğim barikatlarını
Doluyor cemseler, bir tabur ayaklanıyor
Gün devrolurken akşamın pusuna
Geceye piyango vuruyor
Gizliyor gözlerim buğularını
Perde kapanıyor, suflör susuyor
Hazır oldayım sonbahar’a…
(Yağmur diniyor,
Senfoni bitiyor,
Gün devriliyor,
Derken devrimler yeniliyor…)
Ve çooook sonra;
Sararmış tenimden fışkıracakmış gibi duran damarlarımda:
Aşk çağlayanları,
Yanı sıra kirli nikotin akıntıları…
İsmail ASLAN
Sınır Dergisi / Sayı 6 / Kasım Aralık 2010
Kitap-lık 6
Çavdar Tarlasında Çocuklar
Amerikalı yazar J.D Salinger tarafından “The Catcher in the Rye” özgün adıyla yazılmış olan roman Coşkun YERLİ tarafından Türkçe’ye çevrilerek 1997 yılında YKY’dan “Çavdar Tarlasında Çocuklar” adıyla çıkmış.
1950’li yıllarda Amerika’da gençlerin kült romanı haline gelen kitap, çoğu edebiyat çevreleri tarafından “modern zamanların başyapıtı” olarak değerlendirilmiş, yazarın kitapta kullandığı dilin argo ve sakıncalı olması gerekçesiyle muhafazakâr çevrelerce okunması yasaklanmış, buna rağmen Amerika tarihinde en çok okunan kitaplar listesinin ilk sıralarında yer almıştır. Hatta bir rivayete göre de İncil’den sonra en çok okunan kitap unvanını elinde bulundurmaktadır.
Roman Holden adındaki anti-kahramanın üç gününü anlatıyor. Daha önce okuduğu üç okuldan kovulan, dördüncüsünden de kovulmak üzereyken kendi rızasıyla okulu terk eden, ailesinden korktuğu için de Noel Tatili’nden önce eve dönemeyen Holden’ın New York’ta geçirdiği koskoca üç gün.
Yazar modern zaman gençlerinin pek çoğunun maruz kaldığı eğitim karmaşası, dini çelişkiler, şiddet, bağımlılık, isyan ve cinsellik gibi kavramları Holden karakterinin kendi ağzından anlatıyor. Bütün bu modern zaman dayatmaları altında da Holden:
“Sorun da buydu işte. Asla güzel ve huzurlu bir yer bulamıyordunuz. Çünkü böyle bir yer yoktu. Var sanıyordunuz ama siz oraya varır varmaz sizin bakmadığınız bir sırada biri gizlice gelip burnunuzun dibinde “Seni …”diye yazıveriyordu. Sanırım öldüğüm zaman bile beni bir mezara tıktıklarında başıma diktikleri taşın üstündeki “Holden Caulfield” ile doğduğum ve öldüğüm tarihlerin hemen altında “Seni …”yazılmış olacaktır. Biliyorum bunu gerçekten.” demekten alamıyor kendini.
Yetişkinlerin bu çelişki ve karmaşa dolu dünyasında yaşamaktan sıkılan Holden’ın, çocukları yetişkinlerin pis, tehlikeli ve yaşanmaz dünyalarına düşmekten korumak için bir de hayali vardır:“Her neyse, hep, büyük bir çavdar tarlasında oyun oynayan çocuklar getiriyorum gözümün önüne. Binlerce çocuk, başka kimse yok ortalıkta-yetişkin hiç kimse yani-benden başka. Ve çılgın bir uçurumun kenarında durmuşum. Ne yapıyorum? Uçuruma yaklaşan herkesi yakalıyorum. Bütün gün yalnızca bu işi yapıyorum. Ben çavdar tarlasında çocukları yakalayan biri olmak isterdim. Çılgın bir şey bu biliyorum ama ben yalnızca böyle biri olmak isterdim.Biliyorum bu çılgın bir şey.”
Taner UÇAN
Sınır Dergisi / Sayı 6 / Kasım Aralık 2010
Seveceksen
Geceler bu şehri uyandırdı
Yanlı bir düşle, karanlığa attım beynimi
Tökezledi telaşım
Şimdi gençliğime çağırıyorum seni
Bozunan gerçeği unutmaya gücüm yok
Kaç zaman hırpaladım yalnızlığı içimde
Saatlerin akrebi zehirledi tenimi…
Ölümün bir yüzü eksik kaldı
Ölüyorum şimdi…
Olabildiğim kadar ölüyorum…
Tüm devasız dertleri öylece bıraktım içime
Sancıyor hayallerim
Bittik bir cümlenin en ucunda kaldı dilim
Söz gelimi cümlelerle anlattım çaresizliği
Gözlerimin boynu büküklüğünde bakındım aşka
Dilim her defasında sustu…
Karanlığı doldurdum göz çukurlarıma
Yüreğimin dört odasında sakladım aşkını
Ölüm yavrusu bakışlarında kuluçkalandı ümidim
Yeni yetme bir kur sinsice düşlerimi arakladı
Kendimi sana çaldım…
……………….Sende çalındım
Duruşuna serildim… Ki
Aşk söken cümlelerim karanlığa erdi
“Kavga gürültü” savaşlarımı bilmezsin sen
Yangın yeri çığlıklarla dolu aşk dehlizim
Yarımım
Yarılandı ömür mihengi
Bir erguvan yaprağı filizli göğsümde
Yorgun bir yağmur damlası bekler tenim
Çenebaz şiirler beni sana anlatamaz
Çürük bir düşünceyle silinirim yüreğinden
Tazelenen ömrüne bakınma yetim yok
Bir çığırtkan savsaklar sözcükleri, şair diliyle
Kandırır duygunun en hassını
Koparır çömelen gömme huyları
Buz gibi yüzde, yüzlerce duyguyu eritir içinde
Bir şiir dilimiyle değil
…………. Kaderinle…
…………….Fikrinle…
……………..Yüreğinle sev seveceksen…
Orhan ATEŞ
Sınır Dergisi / Sayı 6 / Kasım Aralık 2010
Yanlı bir düşle, karanlığa attım beynimi
Tökezledi telaşım
Şimdi gençliğime çağırıyorum seni
Bozunan gerçeği unutmaya gücüm yok
Kaç zaman hırpaladım yalnızlığı içimde
Saatlerin akrebi zehirledi tenimi…
Ölümün bir yüzü eksik kaldı
Ölüyorum şimdi…
Olabildiğim kadar ölüyorum…
Tüm devasız dertleri öylece bıraktım içime
Sancıyor hayallerim
Bittik bir cümlenin en ucunda kaldı dilim
Söz gelimi cümlelerle anlattım çaresizliği
Gözlerimin boynu büküklüğünde bakındım aşka
Dilim her defasında sustu…
Karanlığı doldurdum göz çukurlarıma
Yüreğimin dört odasında sakladım aşkını
Ölüm yavrusu bakışlarında kuluçkalandı ümidim
Yeni yetme bir kur sinsice düşlerimi arakladı
Kendimi sana çaldım…
……………….Sende çalındım
Duruşuna serildim… Ki
Aşk söken cümlelerim karanlığa erdi
“Kavga gürültü” savaşlarımı bilmezsin sen
Yangın yeri çığlıklarla dolu aşk dehlizim
Yarımım
Yarılandı ömür mihengi
Bir erguvan yaprağı filizli göğsümde
Yorgun bir yağmur damlası bekler tenim
Çenebaz şiirler beni sana anlatamaz
Çürük bir düşünceyle silinirim yüreğinden
Tazelenen ömrüne bakınma yetim yok
Bir çığırtkan savsaklar sözcükleri, şair diliyle
Kandırır duygunun en hassını
Koparır çömelen gömme huyları
Buz gibi yüzde, yüzlerce duyguyu eritir içinde
Bir şiir dilimiyle değil
…………. Kaderinle…
…………….Fikrinle…
……………..Yüreğinle sev seveceksen…
Orhan ATEŞ
Sınır Dergisi / Sayı 6 / Kasım Aralık 2010
Mabet Söylevleri
Sevgilim
kırılmış aynalara
yansıyan suretim
kadim masallardan
artakalan bedenim
dünyayı tutuşturan
kızgın yalımım
cüzamlı tenim…
bendim
ömrünü destanlaştıran
yokluğundan engin coğrafyalar yaratan
yitirilen zamanları
gözlerine yoran
bendim…
Bendim
dilindeki türkülerin yangınını söndüren
Sevgilim
hala kabuk tutmamış
bir yarasın damarlarımda
ve henüz tutuşmadı
ayrılık cehennemin
diz dövmeyeceğim yokluğuna
zalim bir sahra güneşi
şimdi yüreğim
olmadı bilsinler beni
ve olmadı bil
hüzünlü kalemimi…
Sevgilim
uykularımın gülistanı
içinde uykuya daldığım cennetim
adını ateşe adadığım
kutsal kitabım
kasıklarında secdeye vardığım
tekil tanrıçam
kilit vurdum
tüm mabetlerime
yitirdim ezberimdeki duaları
ölüler krallığına indi sevdamız
ve ölülerin
krallığından geliyorum ben
kurban kanına susamışların kentinden
ört perdelerini gözlerinin
kendi bencilliğine
kutlu sözler üreten
ve sesinin yankısına
ağıtlar yakan
bir kahin bil beni…
Sevgilim
deryalara karışan bedenim
talan yurdum
göçebe divanım
sen miydin
bir deniz ikliminde yitirdiğim
yoksa özgürlüğüne koşan
genç süvarilerim miydi
belki de
zikreder gibi aradığım hiçliğimdi
ama ne fark eder
gittin işte
gittiler…
Hangi atlasın kıyısındasınız şimdi
ve hangi destanın
derin ezgisinde
tükettim bütün ayinlerimi
hala yoksun(uz)…
Mamed ÖZDİL
Sınır Dergisi / Sayı 6 / Kasım Aralık 2010
Saddam’ın Askerleri ve Dewréşé Ewdi
Hiçbir ırk asil ve bir diğerinden üstün değildir. İnsanlık tek millettir ve tüm insanlar eşittir. İnsan topluluklarının ezelden beri kendilerine ait dilleri ve renkleri vardır. Çok seslilik bu dillerin, çok renklilik bu renklerin muhafazasıyla mümkündür. Ancak bu ses ve renkleri taşımakla ulusal bir eser evrensel nitelik kazanabilir. Aytmatov’un yaptıkları gibi…
Gani Rüzgar Şavata’nın yine Kürt meselesini ele aldığı son filmi Saddam’ın Askerleri, 2009 baharında vizyona girmişti. Saddam dönemi Irak’ında bir Kürt köyüne yapılan baskınla başlayan film, suçsuz köylülere hapishanede yapılan insanlık dışı muamelelerle, tutukluların kurşuna dizilmesi ve köyde kalan insanların devlete karşı örgütlenmesiyle devam etmekte. Yani anlatılanlar pek çoğumuzun yaşadığı yahut birinci ağızlardan duyduğu, Kürt coğrafyasının aşina olduğu olaylar. Bilhassa cezaevi görüntüleri, bir dönemin Diyarbakır Cezaevi’ni yaşayanların anlattığı kadarıyla –bunlardan biri de Sayın Ahmet Türk’tür- bire bir resmetmekte.
Başarılı diyebileceğimiz cezaevi sahneleri çalışmanın büyük bölümünü kaplayacak şekilde film boyunca ağır ağır akmaktaerlemesine sebep vermekte________________________________________________________________________________________________. Cezaevindeki feci görüntüleri yansıtmak adına baskına uğrayan köye pek de yer verilmeyip bir başlarına kalan kadın, yaşlı ve çocuklar ikinci planda bırakılmış. Xalo Nezir’in söylediği Hekimo parçası –Şıwan Perwer’i hatırlıyoruz burada- filmin trajik boyutuna mükemmel bir katkı sağlayarak kirpikleri sisleyip gözleri yağmurlandırmaya yetmiş_____________________________________________________________________________________________. Fakat ağıtlara özgü o doğaçlama yansıtılamamış kameraya. Zira köylün belli başlı kişilerinden biri olan Awdo (Gani Şavata)’nun işkence sonrası perişan bir halde koğuşa getirilmesi üzerine yakılması gereken ağıt, köylülerin dengbéje söylemesi için ısrarda bulunmasıyla ancak icra ediliyor. Bu başlangıç kısmı ilkokulda sınıfın en güzel türkü çığıran öğrencisinin nazlanmasına karşı sınıf arkadaşlarının ısrar etmesi gibi doğal olmayan bir kesit olmuş. Bunların yanı sıra filmin en onarılmayacak tarafı oyuncu tercihleris diyebiliriz. Belli başlı karakterden ikisini Tuğba Özay ve Yalçın Dümer’e teslim etmiş Şavata. Oyuncuların performanslarının kötü olduğundan filan değil bu hata, bir dağ köyünde porselen görüntüsü veren dişlere sahip bir genç kız ve onun Yeşilçam jönlerini aratmayan beyaz tenli nişanlısı! Kavruk tenler diyarında görülmesi neredeyse imkânsız bir durum. Bunun haricinde birkaç ayrıntıyı saymazsak iyi bir çalışma olmuş Saddam’ın Askerleri.
Tabi ki “Bir Rüyam Var”…
1960-Malatya doğumlu olan Şavata’nın birçok uzun metrajlı film ve televizyon dizisinde imzası var. Fakat sinema kariyeri için en çok tutulan iki filminden bahsetmemiz yerinde ve yeterli olacak: 1999’da yaptığı Sınır ile 2001’de sinema dünyasına kazandırdığı Doz. Bu eserler hem Şavata hem de Türkiye sineması için birer başyapıt olarak kabul edilebilir. Kürtçe konuşmanın bu günkü kadar doğal karşılanmadığı bir zamanda Sınır’ın Kürtçe diyaloglarını duyan Kürt halkı kendilerinden birileri televizyonda konuşuyor diye nasıl da mutlu olurdu! Üstelik film, tv kanallarında verilmediğinden yalnızca cd çalarda izlenebilirdi. Ama bile bu, boynu bükük insanımız için mutlu olmaya yeterdi. Derken Şavata, aşiret-kan davası dizileri modasından çok evvel Doz’u armağan etti bizlere. Bu filmiyle bitmeyen koruculuk sorununa, halk arasındaki bölünmeye parmak bastı. Filmde aksama yoktu, kendisinin canlandırdığı karakter –Sınır’da da böyleydi- tozu dumana katmıştı ‘ama olsun’du. Doz’dan sonra yaptığı Dumanlı Yol dizisi Doğu’daki Alevi-Sünni ilişkilerini gayet güzel bir şekilde göstermekteyken başarılı performansı düştü yönetmenin.
Şavata ile beraber Vizontele’lerdeki toplumsal duyarlığıyla beraber sinemasal başarısını da kaybetmeye başlayan Yılmaz Erdoğan’ın –Evet, yanlış değil bu! Çok Güzel Hareketler’de ne tür bir sosyal mesele bulabiliyoruz şu an! Şöhretin kaymağını yemek için yaptığı Neşeli Hayat’ı izleyip de kusmayan kaç kişi var!- eski duyarlı haline dönmesi lazım. Zira bir aydınlanma çağı başlıyor ve Leonardo da Vinci’lere, Mikelangeloo’lara, Descartes’lara gereksinim duyulmakta. Var güçleriyle çalışmakta olan Kazım Öz, Bahoz ve Son Mevsim’in; -kimse küfretmesin, o da kardeşimizdir yahut biz bir bütünüz- Mahsun da Güneşi Gördüm ve New York’ta Beş Minare’nin ardından dinlemeye çekilmeden evvel Dewréşé Awdi’nin sinemaya aktarılması ne güzel olur. Böyle bir çalışmada İranlı yönetmenimiz Ghobadi’den yardım almak da kötü olmayacaktır. Keşke Yılmaz Güney de hayatta olsaydı!
Şavata’nın, Saddam’ın Askerleri’nde bahsettiği faciaların tekrar yaşanmaması için geçmişimizi bireysel değil, ulusal olarak baştan sona okumamız gerekecek. Irkçılık denen şeyin bitmesi gerektiğine inanarak yapmalıyız bunu. Zira ne çekiyorsak başkalarının bu sakat doğmuş dünya görüşüyle bizi ötekileştirmesinden çekiyoruz. “Okumak” ifadesi yanlış bir şeyleri düzeltme hususunda çok kuru, çok gıcık, çok klişe kalıyor, biliyorum. Üstelik kırk yıldır söyleniyor, bi’ kaka olduğu da yok. Ama sahiden, başka çare de yok. Diyelim ki yukarıda da ismini zikrettiğimiz Ahmet Türk okumasaydı, Kanco aşiretinin başında bir feodal olarak kalacaktı. Sadece bir feodal! Peki, ya şimdiki Ahmet Türk? Şayet okumazsak, daha çekeceğimiz pek çok acı var demektir. Acılarımızı dindirecek ‘édi bese’yi de okuya okuya söyleyeceğiz. Gandhi’nin silahı mı vardı sanki?!
Abdullah KOÇAL
Sınır Dergisi / Sayı 6 / Kasım Aralık 2010
Soyut
Yeni değil mevsim… Ama bir kez daha kış… Ne önemi var ki seni nerde aradığımın?
Şimdi rüzgâra gömülen bir keman sesi parçalanmışlığım…
Evimin bir köşesinde sessiz duran çiçek gibi sadece güneşi bekliyorum. Aldırmıyorum mevsime, soğuğa, dağların tepesine ara ara düşen kar taneciklerine…
Son zamanlarda kitap kahramanlarından dinliyorum aşkı… Her defasında aynı şaşkınlıkla yabancılıyorum içinde sen olmayan bu şehri…
Belli etmiyorum kimseye rengimi… Daha doğrusu Kimse bilmemeli belki de kalbimin ötelerinde buz kestiğimi… Kimse bilmemeli, benden mutluluk isteyen herkesten gizlendiğimi.
Yorumsuzsam görmediğimi sanma yine de… Her şeyin farkındayım. Her gün pek çok sözcüğe, pek çok karmaşıklığa çarpıyorum. İnsansı hırsların arasında, şekilsiz fikir alanlarından hızlıca geçip gidiyorum.
İnsan yüreğini ancak bir insan yüreğinin kırabileceğini, uzaklaştıkça daha iyi anlıyorum…
Dışına çıkıyorum yaşamımın çoğu zaman.
Uzaklığın takıldıkça aklıma, Çekiminden kopuyorum dünyanın… Ve ne ilginç ki seni beklemekten korkmuyorum… Gözbebeklerimde sakladığım, bir aşksın çünkü biliyorum…
Biliyorum ki, kalbim hala aynı yaşta. Şeffaf bir sevgiyle sarılı, hala çocuk, hala güven dolu kalbim…
Yorumsuzsam öğrenmedim sanma… Ben de öğrendim bazen adımsız yürümeyi, geride kalan olduğunda kendini kendi içinde eritmeyi…
Yorumsuzsam, Sendin kaybolmayı seçen…
Ne önemi var ki seni nerde aradığımın? Bitti çoktan hayatımda yer kaplayan varlığın… Sadece soyut bir hikâyede izafi teorisisin zamansızlığımın…
Şimdi rüzgâra gömülen bir keman sesi parçalanmışlığım…
Evimin bir köşesinde sessiz duran çiçek gibi sadece güneşi bekliyorum. Aldırmıyorum mevsime, soğuğa, dağların tepesine ara ara düşen kar taneciklerine…
Son zamanlarda kitap kahramanlarından dinliyorum aşkı… Her defasında aynı şaşkınlıkla yabancılıyorum içinde sen olmayan bu şehri…
Belli etmiyorum kimseye rengimi… Daha doğrusu Kimse bilmemeli belki de kalbimin ötelerinde buz kestiğimi… Kimse bilmemeli, benden mutluluk isteyen herkesten gizlendiğimi.
Yorumsuzsam görmediğimi sanma yine de… Her şeyin farkındayım. Her gün pek çok sözcüğe, pek çok karmaşıklığa çarpıyorum. İnsansı hırsların arasında, şekilsiz fikir alanlarından hızlıca geçip gidiyorum.
İnsan yüreğini ancak bir insan yüreğinin kırabileceğini, uzaklaştıkça daha iyi anlıyorum…
Dışına çıkıyorum yaşamımın çoğu zaman.
Uzaklığın takıldıkça aklıma, Çekiminden kopuyorum dünyanın… Ve ne ilginç ki seni beklemekten korkmuyorum… Gözbebeklerimde sakladığım, bir aşksın çünkü biliyorum…
Biliyorum ki, kalbim hala aynı yaşta. Şeffaf bir sevgiyle sarılı, hala çocuk, hala güven dolu kalbim…
Yorumsuzsam öğrenmedim sanma… Ben de öğrendim bazen adımsız yürümeyi, geride kalan olduğunda kendini kendi içinde eritmeyi…
Yorumsuzsam, Sendin kaybolmayı seçen…
Ne önemi var ki seni nerde aradığımın? Bitti çoktan hayatımda yer kaplayan varlığın… Sadece soyut bir hikâyede izafi teorisisin zamansızlığımın…
Elif GÖZEL
Sınır Dergisi / Sayı 6 / Kasım Aralık 2010
Masum Gözyaşı
Yüzyıllardır katmerleşen bu sancı…
Ve insanoğlu yine sancılandı.
Hangi aşk tutsak etti bizi bu sancıya
Ve hangi sevmeler sıradan alışkanlıklar,
Kazandırdı bu sefil bedene.
Mekan tutmuş insanlarla dolu bu yürek
Kim bilir hangi kaçmalarla
Hangi firarlarla yüzleşecek.
Sonu gelmez bir ironinin sancılı
Gülüşlerinde saklıydı hayatın gizemi
Ve bir şehir yine tüketmekteydi
Masumiyetin o masum çırpınışlarını.
Arkasında ve yüreğinde inlemelerle
Saklı olan bu yürek!
Gözbebeklerimde beslediğim,
Büyüttüğüm son damlayı…
Usulca, ürkekçe ve bütün sevmelerimden
Mustarip bırakıyordum,
Yalnız bir Diyarbekir akşamına.
Oysa yüreğimin dillenişinde
Ve beni ben yapan o son damladan
Ayrılıyorum ahlaksızca, sinsice…
Murat UÇAN
Sınır Dergisi / Sayı 6 / Kasım Aralık 2010
Seni Benliğimden Siliyorum
Seninle yaşamadığım hiçbir sokak
Hiçbir cadde kalmadı bu şehirde
Unuttuğum ne varsa adında hatırladım
Neyi sevdiysem biraz yüzündü
İki yarım bekleyişlerimde
Sen hep içime akıyordun
Ben sen oluyordum çoğu zaman,
Biraz mavi
Biraz yangın
Hiç kimse senin kadar aşk değildi
Susamaktan yoruldum çölünde
Masumiyetin terk ettiği sokaklardan,
Verdiğin acıdan, ızdıraptan
Kaç kere kanadım da
Vazgeçmedim yüzünden.
Vazgeçmedim ki, aşkına dokunsun diye ellerim.
Tenha denizlerde boğuldum sen yokken
Sen yokken aklımdan hep ölüm geçti
Vurulsun karanlıklara diyorum ellerim
Senden uzak kalan gözlerim vurulsun istiyorum
Unutulmuş bir ışığın gölgesi gibi
Gerilsin çarmıha İsa kadar
Bir şey olmayan ben
Her şey olan sen için.
Zamanımın başlangıcı olan güzel iklimin için
Hasretine gözyaşı döktüğüm görüntün için
Belki yanımdan güzelliğin geçer, kim bilir
Ah yoksunluğum
Çetin bir savaşta yitirdiğim cesaretim
Bana sevdiğimi ver, yaşamaya devam edeyim
Biliyorum içimde kalmadı senden başka hiç kimse
Hiç kimse hatırlamıyor o ateşten gidişini
Terk edişinden kalan kederi damıtıyorum şimdi
Diktiğim kaleleri yıkıyorum
Bir bir
Uzağına düşüyorum hayallerimin
Zaman karanlık
Ben ise bir o kadar azım şimdi
Yazdıkça aşkı kendimi sınıyorum
Aklımda adın
Ne çok sevmişim seni
Hatıraların en çok acıydı, ne çok acıdı
Ellerine çersizliğimi ve kimsesizliğimi bırakarak
Benimden siliyorum seni.
Şimdi ikimize yetecek kadar yalnızlık var saklımda
Ne sen geldin
Ne mevsim bahar oldu.
Hatıralarımın içinden geçiyorum geç kalmışçasına
Biraz bedevi göründüysem ondandır.
Azaldı hayat gitgide yokluğunda
Bense tamamlamak için kendimi
Hep yolunu bekledim
Kaç kez öldüm aşktan bilemezsin
Günler, haftalar, aylar, yıllar gezinirken üstümde
Ben gözyaşlarımda yokluğuna ufuklar yeniledim.
Sana dair,
Sana dair ruhumu yedi kez bağışladım.
Kadifeden
İpekten
Gülden olan sevgili
Merhamet et
Benim kederim ikimizin arasında yatan yokluktur.
Tutunsam diyorum adına
Daha aşk bitmeden
Bu şiir bitmeden
Suyun derinliklerinde kaybolup, usul usul ölmeden
Tutunsam diyorum adına
Aşkımın ve yalnızlığımın hatırına
Sonra yeniden çoğalır belki anlamlar
Her şey sana dönüşür
Her şey yüzünleşir, kim bilir.
Ne gariptir ki,
Yolunu izleyerek şafağa vardığımda sensin
Gecenin karanlığında kaybolduğumda sen
Gittin ya
Seninle yalnızlık arasında kalan ben
Yaşayan değilim artık
Mevsimler hala bıraktığın yerde, en çok kış
Değişmiyor vakit.
Ne ilginç değil mi?
Kalbini alanda sensin
Kalbimi alanda sen
Hem gönlünü ver dedin bana
Hem de varlığını aldın benden
Neden az geldim sana. Neden?
Hatırlıyor musun?
‘’ unutkanlık bir biçim özgürlüktür’’ demiştin bana.
Öyleyse unut ta özgür kal
Ben,
Bekleyişten ibaret olan ben
Aşkın köleliği adına
Aklımı senin varlığına kilitliyorum
Ya gel, al bu kederin içinden sevindir beni
Ya da bırak kaybolayım sonsuzluğunda
Ya ellerini ver gözlerim görüntünle buluşsun
Ya da git,
Her şeyinle git
Sesim sevgilinin sesine ulaşamayan dilsiz bir kayıp olsun.
Ve ben
Sensiz az kalan ben
Eski günlerin hatırına ağlamak gelmişken içimden
Seni kalbimden
Seni ruhumdan
Seni bedenimden
Ve seni benimden
Siliyorum…
Orhan DEMİRTAŞ
Sınır Dergisi / Sayı 6 / Kasım Aralık 2010
Şairler ve Şiir Yazanlar
Kendi gök iklimimizde her şeyin güllük gülistanlık olduğunu düşünür dururuz. Ama bazen çuvaldızı başkalarına iğneyi de kendimize batırmamız gereken anlar vardır ya, işte bu yazı küçük bir iğnedir. Bu nedenle, bu yazı, kendi iklimimizde yeşerenlere tarafımca getirilmiş bir eleştiridir!
Bilemiyorum farkında mıyız acaba? Diyeceğim şu ki: düz yazıya ve şiire olan kavrama algımızda ciddi bir ivme var. Daha otoriter, daha anlaşılır, daha sağlam dayanaklara sırtını vermiş yazılar okuyoruz. Belli bir seviyenin önceden atılan temelleri üzerine bir bina inşa etmeye çalışıyoruz. Aslında bunun farkında olmak için kimi zaman hatırlatmaları da şöyle bir anımsamakta fayda var. Bir ölçüde daha da ileriye adım atmak için güçlü destekler alabiliriz bu hatırlatmalardan. Özellikle şiir yazanlara minik uyarılar, bunun yanında aynı ciddiyette düz yazıya da rehberlik edecek hususlar da gizli satır aralarında.
Özdemir İnce “Şiir ve Gerçeklik” adlı “eleştirel denemeler” yapıtında şair olmakla ilgili iki soru sorarak kitaba giriş yapar: “Şairi şiir yazmaya çağıran ‘şey’ nedir, kimdir?” ve “Şairler analarından ‘şair’ mi doğarlar?” Ya da ömrünce şiir okumamış, “doğal dilin şiire dönüşümünü bir okur ya da dinleyici olarak yaşamamış bir insanın şiir yazması mümkün müdür?” diye soruyu çevirerek de soruyor İnce. Her şeyden önce su götürmez bir haklılığa sahip bir soru bu. İnsanı en can alıcı noktasından vuran, nefessiz bırakan, afallatan bir soru…
Lise çağına henüz gelmiş her genç erkeğin ya da kızın ergenlik duygularının yol verdiği bir boşalmadan söz etmek yersiz olmaz. Kaldı ki bu duygu boşalması en çok da kâğıt kalemde kendini ele verir. İyi bir okur olan öğrenci ya da bu çağdaki çoğu genç kariyer yapmış iyi şairleri ya da yazarları okumaya çalışır, oları taklit ederler. Hele de taklit ettikleri şair ve yazarlar yaşadığı döneme damgasını vurmuşlarsa bu farkındalık onlar için bulunmaz bir servettir. Zamanla kendilerindeki özgüven uyanışa geçtiği takdirde küçük kıpırdanmalar baş gösterir ve ellerine kâğıt kalemi alıp karalamaya başlarlar. Bu uğraşları kendilerini yenileme olanağı verir onlara; yetinmezler savruk cümlelerle, anlamsız söz dizimlerini kesip atarlar her defasında; şair olmaksa şayet gayeleri, damıtırlar en iyisinden kalemlerini kâğıtlar üzerine…
Bir de bu çabaya girmeden şiir yazanlar vardır. Şiirin namuslu geçmişine darbe indirir gibi, salıverilir ağızdan dökülen gelişi güzel sözcükler; dans etmeye başlarlar kâğıt üzerinde, uydurulup birbirine, “şiir oluverirler”; yazarı da “şair oluverir hemencecik…” Şiir “estetik, anlamsal, tarihsel, sessel, organik, toplumsal bir örgütlenmedir” der Özdemir İnce.
Bir de bu çabaya girmeden şiir yazanlar vardır. Şiirin namuslu geçmişine darbe indirir gibi, salıverilir ağızdan dökülen gelişi güzel sözcükler; dans etmeye başlarlar kâğıt üzerinde, uydurulup birbirine, “şiir oluverirler”; yazarı da “şair oluverir hemencecik…” Şiir “estetik, anlamsal, tarihsel, sessel, organik, toplumsal bir örgütlenmedir” der Özdemir İnce.
Şiir bir insanın söyleyebileceği çoğu şeyini başkalarının en can alıcı noktasından vurma işlemidir. Bu başkası ya bir sevgilidir, ya bir dost, ya memleket, ya anne-baba, ya da karşıt fikirli her türlü olay ve olgu… Şiiri şiir yapan da bu kuvvetidir. Bu kuvvet şiirin cini olan ilhamıdır.
“Kitap-lık” aylık edebiyat dergisinin Şubat 2005 sayısında ilham perisi hakkında şunlar yazılı: “şiirin cini ilhamdır. Yaratıcılığı harekete geçirdiği düşünülen ilham ve perisindeki “peri”, cinlerin pek güzel ve alımlı olarak tasarlanan dişisidir. Türkçede, “içe doğma” sözcükleriyle karşılanan ilham; edebiyatta, yazar ya da şairin eserini oluştururken etkisi altında kaldığı şey veya onu eser vermeye iten coşku olarak tanımlanır. Bu tanımda; eserin, özelde şiirin teknik bir iş, zanaatkârlık olduğu kabulü de vardır. Dolayısıyla ne müteşairin savunma gerecine dönüşen ilham, sihirli bir değnek; ne de ilham perisi, eğlenecek birilerini arayan hovarda bir güzeldir. Nasıl ki bir insan hiçbir deneyime, bilgi ve birikime sahip değilken kuyumculuğa başlayamazsa, herhangi bir birine de durup dururken ilham da ilham perisi de gelmez. İlham; bilene, çalışana yaptığı iş üzerinde düşünene, varlıkla bir derdi olana gelir. Din ve sanat tarihlerine bakıldığında bunun hep de böyle olduğu görülür.”
“Kitap-lık” aylık edebiyat dergisinin Şubat 2005 sayısında ilham perisi hakkında şunlar yazılı: “şiirin cini ilhamdır. Yaratıcılığı harekete geçirdiği düşünülen ilham ve perisindeki “peri”, cinlerin pek güzel ve alımlı olarak tasarlanan dişisidir. Türkçede, “içe doğma” sözcükleriyle karşılanan ilham; edebiyatta, yazar ya da şairin eserini oluştururken etkisi altında kaldığı şey veya onu eser vermeye iten coşku olarak tanımlanır. Bu tanımda; eserin, özelde şiirin teknik bir iş, zanaatkârlık olduğu kabulü de vardır. Dolayısıyla ne müteşairin savunma gerecine dönüşen ilham, sihirli bir değnek; ne de ilham perisi, eğlenecek birilerini arayan hovarda bir güzeldir. Nasıl ki bir insan hiçbir deneyime, bilgi ve birikime sahip değilken kuyumculuğa başlayamazsa, herhangi bir birine de durup dururken ilham da ilham perisi de gelmez. İlham; bilene, çalışana yaptığı iş üzerinde düşünene, varlıkla bir derdi olana gelir. Din ve sanat tarihlerine bakıldığında bunun hep de böyle olduğu görülür.”
Mehmet Can Doğan, Kitap-lık dergisindeki ‘Şiir Cini’ adlı bu yazısında “ne müteşairin savunma gerecine dönüşen ilham, sihirli bir değnek, ne de ilham perisi eğlenecek birilerini arayan hovarda bir güzeldir” ifadeleriyle söylenecek her şeyi bir güzel özetlemiştir.
Yine Özdemir İnce’ye dönersek, İnce bir şiiri “bütün zorunlu nitelikleri bağlamında” dört düzleme oturtup inceleme yapmak gerektiğinde oldukça haklıdır. Bunlar özetle:
1- Şiirin içinde yer aldığı kitap: Şiirin kitabın bütünselliğine yaptığı katkı nedir, ne orandadır? Homojen midir?
2- Ozanın yapıtlarının tümü. Yapıtın tümünün yeri bilinçli mi, yoksa rastlantısal mı? Bütün yaptığı katkı ne?
3- Ulusal şiir düzlemi: Ulusal nitelikteki yeri ne? Öteki şairlerle ve onların yapıtlarıyla ilişkisi nedir? Onlar karşısında sahip olduğu estetik değerlerin nitelikleri? …
4- Evrensel şiir düzlemi: “Yukarıdaki soruları evrensel şiir düzlemine de taşımak zorundayız” diyor Özdemir İnce. Çünkü dünya şairleriyle karşılaştırma yapılmalıdır ki şiirin değeri ortaya çıkabilsin.
Özdemir İnce bu sıralamadan sonra, ele alınan şiirin şu yedi soruya da olumlu yanıt vermesi gerektiğini Donald A. Stauffer alıntısıyla şöyle sıralamakta:
1- Gerçek midir?
2- Yoğun mudur?
3- Anlam yüklü müdür?
4- Somut mudur?
5- Karmaşık mıdır?
6- Ritimli midir?
7- Biçimsel midir? (Biçimsellik ile biçimciliği birbirine karıştırmamak gerekir.)
Gerçek şiir emekçileriyle şiir yazanları nasıl ayırt etmek gerekir? Öncelikle karşınızda iyi bir okur kitlesi varsa ve bu okur kitlesi sizin dışınızdaki eserlerini de okuyorsa mutlaka yukarıdaki değerlendirme ölçütlerinden biriyle kıyaslayacaktır yazdıklarınızı. O zaman dönüp kendi kendine (tabii bir algı bütünlüğü oluşursa okurda) “ne diyor bu yahu” dediği an şairle şiir yazanı birbirinden ayırmıştır demektir.
Zaman zaman şiir yazdığıyla övünen çokça insanla karşılaşırız. Kimileri bunu övünç kaynağı olarak dile getirirken kimi de -belki de bir ölçüde birikim eksikliğini anımsayarak- ‘sadece hobi olarak’ şiir yazdığını söyler. Arka planda boş bir zihin algısına sahip olup şairlik iddiasında bulunanlar eminim ki ne Pablo Neruda’dan, ne Platon’dan, ne Victor Hugo’dan, ne Aragon’dan, ne Nazım’dan ne de diğerlerinden haberdardırlar.
İsmet TUNÇ
Sınır Dergisi / Sayı 6 / Kasım Aralık 2010
Kar Yağacakmış Birazdan
kar yağacakmış birazdan
ekrandaki adamın yalancısıyım
bu saatte bulutlanmasın gözleriniz diyor
"geçmek bilmez" saniyelere
"bitmez değildir" diyor
bu aman vermez yağmurlar
hem bu sis de geçkinmiş
mahal yokmuş "darlanmaya"
işaret ediyor
bilmem hangi kıtadan gelen
yurdun bilmem neresinden girecek
ve nereleri etkisi altına alacak çiçekli baharları...
bakıyorum "uğrayamıyormuş" bizim iklime
anlayacağınız bize bahar yok yine..
Yıldırım GAZİOĞULLARI
Sınrı Dergisi / Sayı 6 / Kasım Aralık 2010
çavên min
ax her du çavên min
ku dema ez
li xwe hûr dibim
û di nava xwe de dibim parî parî
ku dema ez
girîftarê rêwingiyekê pînhan dibim
û xefane dikim zarezarî
tu çiqa dibî du şibakên rind
du kilamên melûliyê
du stêrkên dûr û bilind
du peyvên bêdev
du peyvên lalî
û
kerrahiyê
rezber2010wan
Demokrasi İnşasında Rolümüz
“Biz bu inşanın neresindeyiz?” sorusunu sorabilene yazıyorum. Evet yeni oluşumların, globalizmin çizdiği projeleri hayata geçirme senaryosunun neresinde yer almalıyız ya da yer almalı mıyız diye sorabilene merhaba!
Avrupa’nın, küresel sermayelerin ve kapitalist siyonistlerin kendilerine biçtiği kıyafetlere sığdıramadıkları kendi bedenine göre yeni giysiler diktirirken o dar kılıflara ise medeniyetler beşiği Ortadoğu’nun ganimetlerini paylaşabilmek için bu coğrafyadaki insanları sıkıştırmaya çalıştıkları bu dönemde bizler hangi misyonu üstlenebiliriz? Bizden bir şey çıkmaz ya da ben ne yapabilirim diyenlerden olmayanlar, bizlere çok sorumluluk düşüyor. En basiti kendimiz ile barışık olmayı seçebiliriz. Kendisiyle barışık olan, kendisiyle çelişmeyen, devletleri oluşturan, hükümetleri oluşturan ve yeri geldiğinde deviren bu kadar etkin olabilen bireyler, istediğimizde örgütlülükle birer atom olabildiğimiz malumdur.
Gelindiğimiz 21. yy’da hâla kendi meşruluğumuz kaybolmasın diye dayattığımız tek tip bir zihniyetten çıkmanın zamanı gelmiştir. Ayrıştırıcı değil birleştiriciliği, otoriter değil daha uygar ve demokratik bir yaşam modelini biz dünyaya dayatabiliriz. Bazen başörtüsünden dolayı üniversiteye giremeyen bir öğrenci sisteme feryat ederken, öte yandan anadilde eğitim görmek istediğini söyleyene karşı –“devlet nerede?” diye haykırıp kendisi ile çelişen ve ülkenin geleceğini emanet edeceğimiz üniversite öğrencileri olmamalıyız. Çünkü bu çelişki bireysel ihtiyaçları karşısında duran her türlü engele isyanı fakat toplumsal başka bir talep söz konusu olduğunda ise asileşmemeyi getirecektir.
Demokrasi anlayışının burjuvazi kesimlerin veya kapitalist kesimlerin ya da iktidarları ile ülkeye yön vermek isteyen anlayışların demokrasi anlayışından ziyade global demokrasinin isteği doğrultusunda din, vicdan ve hürriyet özgürlüğünün olmadığını hisseden tek bir azınlık kalmayacak demokrasi inşasında yer almak cesaret ve uygarlığın bir testidir. Bu testi geçecek toplum oranımız yüzde kaça tekabül ediyorsa bizim de Ortadoğu’nun yeni oluşumunda o kadar etkimiz olacaktır.
Yeni bir inşaya da gerek yok aslında. Kirli zihniyetlilere olan desteklerimizi ortadan kaldıracak şartları oluşturabilirsek zaten doğa yaratandan bize paylaşmak ve paylaştırmak için sonsuz güzellikler ve zarafetler ile doludur. Ama bilindiği üzere yine zihniyet biçimi yaşama yön veriyor. Örneğin atomları bilimsel buluşlarda kullanabileceğimiz toplumsal üretim alanında uygulayabileceğimiz formülasyonlar var iken bunları insan soylarının sonunu getirecek kimyasal silah üretiminde kullanıldığı, bitkileri ve diğer canlıları kendi ekonomik çıkarları uğruna yok ederek projelere aktaran zihniyetlere karşı hesap sorabilecek bireyler olmalıyız. Kralı kral yapan halkın kral özlemidir. Bizlerin kral ihtiyacı yok aslında, sözcü yeter bize. Toplumun taleplerini yerine getirebilen, yereldeki halkın, toplumların temel hak ve özgürlüklerini ve kaçınılmaz meşru hakları olan özgür bir yaşam vadeden yeni bir toplum öncüleri (sözcüleri) yaratma dileği ile başta kendini sorgulayan, sonra da sorumlu seçtiklerinden hesap sorabilen bir toplum olma hayallerimi sonsuz yaşatacağım.
Varlıklarını bir başkasının varlığına armağan etmek zorunda kalmayan, yeri geldiğinde karşılıklı birbirine armağan eden, mutlu olmak için Türk olmak zorunda olmayan, ait olduğu kimlikle ama yeri geldiğinde Türk ile birlikte mutlu olan, önceleri kuyruğundan sonrasında ise uyruğundan bahsedilen değil. Bu ülkenin asil unsurlarından olan bu kadim toplumun varlığını benimseyen, kendisi ile empati kurabilen bir toplum yaratma azmi ile çırpınmak istersek sanırım bu projenin tam ortasındayız ve rotayı biz çizebiliriz. Yapacağımız tek şey elimizdeki pergeli bırakıp etrafımıza daireler çizmekten ziyade ufuklara doğru uzanan yükseliş okları çizmeye başlamaktır. İnkardan kimseye fayda gelmediği ve gelinmeyeceği dünya tarihinde mevcut olmasına rağmen antidemokratik zihniyetlere karşı sonuna kadar demokrasi anlayışlılara selamlar!
Yakup ALMAÇ
Sınır Dergisi / Sayı 6 / Kasım Aralık 2010
Pablo Picasso, Guernica ve Barış
Picasso, 20.yüzyılın yol göstericisi, bir dehası ve efsaneleşen kişiliği olma niteliklerini sürdürüyor. Bu gün Picasso ile ilgili olarak birbirinden çok farklı şeyler söylenmekte, yazılmakta ve gezegenimizde tek bir Picasso yaşamasına karşın, pek çok Picasso’lar tanımlanmaktadır.
Pablo Picasso hayatı boyunca en can alıcı biçimde savaşı lanetlemiş, barışı savunmuştur. Onun salt Guernica’sı değil, sonraki dönemlerde yaptığı diğer yapıtları, beyaz güvercinleri, bugün de tüm dünya barışseverlerinin çoğu kez canları pahasına savundukları en temel onur simgeleri olmuştur. Picasso tüm ömrü boyunca barbarlığa ve tutsaklığa karşı özgürlüğü ve demokrasiyi savunmuştur. Picasso, resimi ve ressamı yorumlayışında “… bir sanatçının ne olduğunu sanıyorsunuz. Bir ressam gözlerinden; bir müzisyen kulaklarından; bir ozan kalbinin tellerindeki lirlerden; hatta bir boksör kaslarının gücünden başka bir şeyi olmayan bir budala mı? Tam tersi. Sanatkar, ister acı ister tatlı isterse sıkıntılı olsun, bu dünyada olan biten şeyleri her zaman bilen ve bunlarla kendisini biçimlendiren siyasal bir varlıktır. Benim bu davranışlarım, yaşamımın, çalışmalarımın mantıksal bir sonucudur. Resim sanatı hiçbir zaman yalnız basit bir haz ve eğlence sanatı değildir. Ben renkler ve desenler yoluyla –bu silahlarımla- dünyayı ve insanları daha iyi tanımak istiyorum. Resim, apartmanları süslemek için yapılmaz …” diyerek çağının sorunlarını solumuş ve bunları, çalışmalarında özgün ürünler olarak yeniden yansıtmıştır.
Guernica,İspanya Bask bölgesinin bir kentidir.Bir süre savaş bombardımanına sahne olan Guernica için din adamı Alberto de Onandia 26 Nisan 1937 tarihinde gördüklerini şöyle anlatmıştır. “Savaş uçakları hiç ara vermeden bir saatten fazla bir zaman boyunca Guernica’nin üzerinde uçtular ve her tarafı bombaladılar.Uçaklar, pilotlar, tek tek evlere, insanlara, hayvanlara ve hareket eden her şeye saldırıyorlardı.” Guernica’da özellikle sivil insanların, kadınların, çocukların öldürülmeleri, tüm kentin bombalanması,dünya kamuoyunda büyük yankı uyandırmıştır.Picasso, Guernica kentinin bombalanmasını 28 Nisan 1937 tarihinde gazetelerden okumuş; 1 Mayıs’ta Paris’te yapılan gösterileri izlemiş ve aynı gün, İspanya Pavyonunun duvarı için yapacağı resmin ilk ön çalışmalarına başlamıştır. Fransız sanat eleştirmenlerinden Ozenfant bir izlenimini şöyle anlatmaktadır: “Bir kadın yanında kızıyla birlikte geldi. Guernica resminin önünde durdular. Kadın yanındaki kızına,işte bu hepsinden korkunç. Sırtımda bir örümceğin dolaştığını duyar gibi oluyorum. Ben burada ne yapmak istendiğini anlamıyorum. Ancak gerçekten çok ilginç… Bedenimin parçalandığını hissediyorum.” demiştir.
Picasso’nun ilk çalışmasında,Guernica bombardımanı ile ilgili ne uçaklar ne saldırı ne savaşçıları ne acı, ölüm hatta ne de politik bir simge, iz ve mesaj görülür. Guernica ‘nın tual aşamasına başladıktan sonra da her bir figürü çeşitli konumlarda irdelenen, tartışılan 45’ten çok çalışma yapmıştır. Bu gün de güncelliğini koruyan bir konu hep anlatılır… 1938 yılında, Paris’te, bir Guernica resminin yanında duran Picasso’ya, Fransa’da görevli bir Nazı subayı, ”Bunu siz mi yaptınız” diye sorunca, Picasso, ”Hayır siz yaptınız.” diye cevap vermiştir.
Picasso,gerek Dünya Barış Konseyi toplantısına karşı İngiliz Hükümetinin aldığı tutumu cevaplandırmak gerekse Amerika Birleşik Devletlerinin Kore’de başlattığı saldırıyı protesto etmek amacıyla 1951 yılı Ocak ayında,Goya’nın 3 Mayıs 1818 tarihli yapıtında esinlenerek yaptığı Kore soykırımı resmine başlamış ve bu çalışma 1951 yılı Mayıs ayında, Paris’te Salon De Mai’de sergilenmiştir. İkinci Dünya savaşından sonra ortaya çıkan nükleer yıkım tehlikesi için “bana salt sanatımla değil tüm varlığımla dövüşmek zorunda olduğumu gösterdi” diyen Picasso’nun hayatının ve çalışmalarının temelini barış savaşımı oluşturmuştur.
“…
Saçakta serçeler daha çılgındır
Bulutlarda kartal,
Daha çalımlı.
Koparır göğsünden bir düğme daha,
Tezkere bekleyen biri.
İncesu deresi, merhaba.
Genç bayraklar vardır,
Barış düşünür,
Kuyularda işçi mavilikleri.
Ben hepsini düşünürüm,
Yirmi dört saat.
Ve seni düşünürüm
Karanlık, hırslı…” diye yazmış Picasso’nun barış destekçisi Ahmet Arif.
Berham MîRZO
Sınır Dergisi / Sayı 6 / Kasım Aralık 2010
Çöl
Bir seyyid ayrılıp kervandan
Usulca sığınır bir oyuğa bedeni kan revan
Kelimeler çıkarır kırbasından ve dikenler
Bir seher yeli gülün ateşiyle yanar teni
Gülün yokluğunda kalbi taş meclisi
Düşleri kan rengi
Bir vahada bulur kendini
Bir vahiyle titrer bedeni
Ve estikçe seher yeli kelimeler dağılır çöle
Çölden güle kum taneleri
İlk vahiy oku , son kelime aşk
Ve bu ikilemden doğan gül
Bu dikenler ölüm…
Bir seyyid usulca ölür çölde
Kervanlar varırken menzile
Ve gül tamamlar rengini
Bir kelime eksikle.
Özgür ÖZGÜN
Sınır Dergisi / Sayı 6 / Kasım Aralık 2010
Aydınlık Karanlık
Ne demişler?
“Denize düşen yılana sarılır.”
Duymuşsunuzdur.
Bilirsiniz…
Doğru demişler. Hele bu kopkoyu karanlık denizin hiçbir karaya kıyısı görünmüyorsa, olur ya gözlerin bir kıyı ararken baktığın her yer siyah bir ufuk çizgisiyle bitiyorsa, inandığın güvendiğin yaratıcı sana merhamet etmiyorsa, ruh ölümsüz olduğu için intihar etmen söz konusu değilse, azgın ihanet dalgalarıyla boğuşmaktan tükenmişsen insana nereden çıktığı belirsiz soğuk bakışlı, tiksindirici bu yaratığa yalvarmaktan başka çare kalmıyor.
Şimdi bu karanlık soğuk mahzende uzun uzadıya sırtüstü uzanmış bir ölüyüm.(Aynı zamanda bir diri) Ne zamandan beri başucumda dikilen-her an saldırıya geçecekmiş gibi kuyruğunun üstünde dikelen-hiç güneş ışığı görmemiş; siyah, kırmızı gözlü, soğuk bakışlı bu yılanın bir tek gerçekleri görmemi sağlayan ve o bilmenin, tanık olmanın, bir şey yapamamanın lanetini bana yaşatan, sonrasını tahmin edemediğim bu bekleme yerini cehenneme çeviren gözlerime, vuracağı son darbeyi bekliyorum.Gördüklerim karşısında bu tiksindirici yaratığın,gözlerime vuracağı son darbe bana-verilecek mi bilmiyorum-vaat edilen bir cennet kadar güzeldi desem yerli yerinde olurdu sanırım.
O akşam(dün akşam) ölmeseydim sabah işe gidecektim. Öldüm. Ağzımda bakırımsı bir tat vardı. Eşimin verdiği bir bardak suyu içemeden başım omzuma kaydı.Ağzımdaki suyla beraber ince bir salya çeneme doğru süzüldü.Gözlerimde yaşlar birikti.Bacaklarıma yüzlerce iğne saplanıyordu sanki.Önce ayaklarıma,dizlerime sonra bacaklarımın tümüne olan kontrolümü kaybettim.Bacaklarım hariç bütün vücudumu soğuk terler basmıştı.Bir ürperme,bir titreme her yerimi esir almıştı.İlk önce eşimin koşuşturmalarını, konuşmalarını görüyor,duyuyordum.Kısa bir süre sonra mırıltı şeklinde gelen sesini duymamaya başladım.Görüntüsünün ise siyaha dönüşmesinden gözlerimin karardığını anladım.Oğlum ve eşimin renkli görüntülerini bir kez daha gözlerimin önüne getirdiğim sırada içimin geçtiğini, bedenimin hafiflediğini hissettim.Oğlum ve eşimin görüntüleri gözlerimde dondu.Dilim çekildi,bedenim kaskatı kesildi bir an.Oturduğum sandalyeden gürültüyle(hayır gürültüsüz usulca)oğlum ve eşimle yere,bir boşluğa yuvarlandık.Eşim ve oğlumun görüntüleri tekrar gelip gözlerimde dondu.Bir kaç kez derin derin nefes almaya çalıştımsa da verdiğim son nefesi alamadım.Bu durumda bütün bildiğim, ölüm anı bütün anların en kısasıydı.Sonra…Öldüm.
O akşam ölmeseydim sabah işe gidecektim. Yaklaşık on günden beri süren rahatsızlığım geçmiş sayılırdı. Kendimi iyi hissediyordum. Hastalık süresince hep işyerini düşünmüştüm. Her şey yolunda mıydı? Müdürüm Serdar Bey ne yapıyordu? Yokluğumdan faydalanıp ofisimde… Pek güvenilecek adam değildi ya…[Kadınları ayartma konusunda Serdar Bey’in üstüne adam tanımam. Gözlerine dikkatli bakılırsa bakışının, gülüşüne dikkat edilirse gülüşünün sahte olduğu hemen anlaşılır. Yanımda çok kalırsa canım sıkılır. Bankaya gönderirim. Banka yoğun olsun olmasın kısa bir sürede bütün işleri halleder, gelir.Nasıl eder bilmem.Sorsam hemen gişedeki kızlardan,müdireden veya gişeye en yakın sıra bekleyen bir bayandan söz edeceğini bilirim.Sormam.O gene de bir yandan yaptığı işleri anlatırken bir yandan da cümlelerinin arasına “Abi falan bankadaki Tülin yok mu”larını sokuşturur.Yanımda fazla tutmam.Firmalardan ürün almaya gönderirim.Aşağı kata indiğimde onu kozmetik stantlarının başındaki kızlarla konuşur bulurum.“ Sen daha burada mısın?”dediğimde telefonla hallettiğini söyler. Gitmesi gerektiğini üstelediğimde kızmaz, gider. Yukarı çıkıp bir bilemedin iki işimi bitirmeden aşağıdan kahkahası, sonra kendisi çıkar gelir.“Abi her şey tamam”derken“ filan satış temsilcisi Aysel var ya”larına kısacası genel hayatını anlatmaya devam eder. Baş edemem. Tutar bu kez de bütün toplantılara, tatillere gönderirim.Sonrası…Kadınların her şeyi çok iyi gördükleri,bildikleri halde bu sahte adama nasıl inandıklarını anlamam.Yoksa bir şeylerin görülebilmesi için birilerinin göstermesi mi gerekirdi.Yoksa kitaplarda geçen her şeyi bilen,gören aklı başındaki kızlar birer hayal ürünü müydü?Yoksa bu kadınlar körler miydi? Yoksa… Yoksa...]Ama neylersin ki başarı her şeyi yumuşatırmış. Canım sıkıldı. Serdar Bey’in ne zaman adı geçse canım sıkılırdı. Gün boyu eşimin gerekli-gereksiz ilgisinden ve alt komşumuzun baştan çıkarıcı görüntüsünden de iyice sıkılmıştım. Sabahın olmasını dört gözle bekliyordum ama sabah dediğimiz şey o kadar da kolay olmuyordu bazen. Sadece bir an -can sıkıntısından olsa gerek- ölümü düşünmüştüm. Aslında ölüm derken kendi ölümümden çok şirketin, eşimin, oğlumun durumunu gözden geçirmiştim. Serdar Bey bu konunun da içine damlayınca düşünmekten vazgeçtim. Saate baktım gecenin yarısını geçiyordu. Kalktım. Kafamdakileri dağıtmak için banyoya girdim. Gelip yatak odasında sere serpe uzanmış eşimin yanına sırtüstü uzandım. Düşünmemeliydim. Ne de olsa yaşıyordum. Öldüm.
Sandalyeden bir boşluğa yuvarlandıktan sonra eşimin ve oğlumun gözlerimde donan renkli görüntüleri yayını gitmiş bir televizyon gibi karıncalandı. Donan görüntüler hareketlenmeye başladığı andan itibaren bütün yapılanları siyah beyaz olarak görmeye başladım. Eşim başımın altına yastığı yerleştirir yerleştirmez hızla odadan çıktı ağlayarak. Elleri titriyordu. Yüzüne kan yürüdüğünü koyulaşan yüzünden tahmin ediyordum. Aksilik olacak telefon ettiği hiçbir yerden yanıt yoktu. Ahizeyi hızla bırakmasıyla kapı şiddetle çarpıldı. Ve peşinde telâşe ayak sesleri… Oğlum olanlardan habersiz iki elini havaya kaldırmış boşlukla uğraşıyordu.Ya da geleceğini istiyordu.İstediğini elde edememekten üstündeki siyah tavşanlı battaniyesini(mavi olacaktı) tekmeliyor,başını iniltili seslerle öfkeli bir biçimde sağa-sola çeviriyordu.Kucağıma alıp göğsüme bastırmak için derin bir istek duydum.Doğrulmaya çalıştım doğrulamadım.Tüy gibi hafifleyen bedenime sanki bir karabasan çökmüştü.Eşim ve alt komşumuzun gürültüyle içeri girmesiyle tekrar doğrulmaktan vazgeçtim.İzlemeye koyuldum.Eşim hıçkırarak tekrar ahizeye sarılırken, Nergis fal taşı gibi açılmış gözleriyle bana bakıp tam bir daire şeklinde açılan ağzını eliyle kapattı.Aramaları sonuç veren eşim ıslak gözlerle içeri girdi.Eşimden cesaret alan Nergis bir ok gibi fırlayıp elleriyle yüzümü avuçladı ve şiddetle sarsmaya başladı.“Hayır hayır olamaz,inanmıyorum.”Eşimin de yanıma gelmesini beklerken o, beşikten oğlumu alarak göğsüne bastırdı.Nergis yanaklarını yüzüme dayamış içten,duygulu bir biçimde ağlıyordu.Saçlarının tümü yüzüme,boynuma yayılmıştı.[Nergisler yaklaşık iki yıldan beri alt katımızda oturuyorlardı.Eşi bir tur şirketinde şofördü.Ayda bir en fazla iki kez gelir bir gece kaldıktan sonra giderdi.Eşimle Nergis iyi anlaşıyorlardı. İkisi de yalnızlığı sevmediklerinden olacak gün boyu beraberlerdi. Yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi. Sanırım iyi anlaşmalarına akran olmaları da bir etkendi.Çünkü apartmandakilerin hepsi onlardan yaşça büyüktü.İlk sıralar Nergis’in sık sık eve gelmesinden rahatsız olsam da,eşimin sık sık yinelediği“Biliyor musun? Nergis çok iyi bir insan”larına fazla dayanamadım.Yumuşadım.Gerçekten Nergis’in iyi bir insan olup olmadığını bilmiyordum ama gerçekten güzel bir bayandı.Kıvırcık siyah uzun saçları her bayanda bulunmayan cinstendi.Yürürken deli bir tay gibiydi ve kalçaları ahenkle titrerdi.Ayda bir en fazla iki gün hariç her akşam eve gelirken “Hoş geldin” diyen birinci,sabah giderken “Hayırlı işler” dileyen ikinci kişiydi.Bu iyi insanın zaman zaman rüyalarıma kaydığı da olmuyor değildi. Bana baktığında yatakta sevişir gibi bakıyordu.Kaç kez onu arzulasam da eşime ihanet etmek istemiyordum.Durum bu kadar açıkken eşimin sessiz kalışını aklım almıyordu.Bir kadının diğer bir kadının aklından geçenleri kestirememesi olacak şey değildi!Yoksa eşim çok mu saftı bilmiyorum.Yoksa saf rolü oynayıp bizi bir punduna mı getirmek istiyordu.Olur mu olurdu.Çünkü bir kadının erkekler değil de kadınlar konusunda bu kadar saf olmasına da ne hayatta ne de kitaplarda rastlamıştım.(bkz:dilsiz şeytan)Kıskançlık duygusu elinden alınmıştı sanki.Her ne kadar böyle olsa da eşimi gene de çok severdim.Mesela mavi gözlerine baktığımda uzun bir deniz seferine çıkmış gibi olurdum.Ya da mavi gözlerine bakınca aklıma sanki Tanrı herkese siyah göz dağıtırken elinde siyah kalmayıp da mevcut olan az sayıdaki mavilerden bir çift taktığı gelirdi sözgelimi.Ya da ne bileyim işte kızdırmak için çevredeki veya televizyondaki bir kadına benzettiğimde “Ben senin bildiğin o kadınlardan değilim”derdi.“Ne yapalım elimizde fazla çeşidiniz var da biz mi bilmiyoruz” dediğimde ne demek istediğimi anlamaz saf bir çocuk gibi gözlerime bakar sonra yaptığı işle meşgul olurdu.]Yapabilir miydim bilmiyordum ama elimi Nergis’in saçlarının arasında gezdirip,başını göğsüme bastırıp-gerçek hayatta yapmak isteyip de yapamadığım bir eylemdi-“Tamam ağlama bak yaşıyorum,kötü bir şaka yaptım”demeyi çok istiyordum.Demek istemedim ya da diyemedim.Saçını yolan,dövünerek ağlayan eşim ve beni sımsıkı kucaklayan iyi insan Nergis’i seyrederken tanıdıklar birer-ikişer odaya doluşmaya başladılar.Nergis ellerini yüzümden çekti.Yanaklarım ıslanmıştı.Ne gariptir ki odaya girenlerin hiçbiri yanıma yaklaşmıyordu.Ölümün insanı bu kadar soyutlamasına şaşırmıştım doğrusu.Eğer üstümdeki karabasan dağılsaydı kalkıp yanlarına giderdim.Eşimin kucağından oğlumu alır,ellerimi Nergis’in saçlarında gezdirir sonra eşimi kucaklardım.Kalabalığa dönerek acı acı gülümser“benim başıma gelen er-geç sizin de başınıza gelecektir,korkmanıza gerek yoktur”derdim.Tabi bunların hiçbiri olmadı.Nergis kanlı gözlerle ağlamasına devam etti.Eşim “Ne olursunuz bir şeyler yapın”cümlesini dördüncü kez söyledi.Oğlum başını eşimin göğsüne dayadı.Ve ben olduğum yerde öylece kaldım.Meraklı gözler odadan koridora taşmaya başlayınca beyaz giyimli biri kalabalığı yararak yanıma yaklaştı.Gözlerinde herhangi bir korku yoktu.Bu cesaretli ikinci kişi muhtemelen benim gibilerini çok görmüştü.Kulaklarına takılı bir cihazla kalbimi dinledi.Parmak uçlarını boynuma,bileklerime bastırdı.Kalabalığa dönerek “geçmiş olsun”dedi.Geçmiş olsun demek ne demekti algılayamadım o an.Geldiği gibi tekrar kalabalığı yararak kapıya yöneldi.Bedenime bir serinlik geldiğini hissettim ve tekrar görüntüleri karıştırmaya başladım.
Derken kendimi teneşirin üstünde çıplak sadece mahrem yerlerime örtülmüş bir bezle buldum. Başımda siyah cüppeli biri vardı.Bu,benden korkmayan üçüncü kişiydi.Yardımcıları tas tas ılık suyu bedenime dökerken o,anlamadığım bir dilde bir şeyler anlatıyordu.(bana mı,yardımcılarına mı,Tanrıya mı)Elindeki bir topak bezle mahrem-namahrem yerlerimi ıslattıktan sonra beyaz bir örtüye sarıldım.Bedenimin namazı kılındıktan sonra sağımda,solumda ,arkamda bulunan yüzlerce adamla yola koyulduk.Nedense öldüğüme inanmıyordum.Bu kötü rüya birazdan bitecekti ve ben kalkacaktım sanki.Oğlum kayınvalidemin kucağındaydı.Üşümesin diye bir battaniyeye sarmışlardı onu.Eşim yüksek sesle ağlıyordu.Nergis eşimden bitkin olmasına karşın onu,teselli etmeye çalışıyordu.Serdar Bey yanılmıyordumsa üzüntülü değildi.Sadece üzüntülü bir tavır takınmıştı.Şirketin diğer elemanları Serdar Bey’e göre daha içtendiler.Bu hava mezarlığa kadar aynı ritimde sürdü.Önce yere bırakıldım,sonra çukurun içine yan yatırıldım.Üstüme toprak gelmesin diye siyah yassı taşlarla tavanımsı bir yapı oluşturdular.Üstüme atılan her kürek toprak beni biraz daha ağırlaştırıyor,yaşayanlardan biraz daha ayırıyordu.Sıkılmıştım.İnsanlardan ayrı bu karanlıkta yalnız kalmak düşüncesi beni çıldırtıyordu.Muhtemelen benden öncekilerinde yaşadığı gibi bu rüyanın bir an önce bitmesini istiyordum.Mırıltı şeklinde çıkan tok bir “helal olsun” sesinden sonra yüzlerce insan çömeldikleri yerden kalktı. Ellerini yüzlerine sürüp dağılmaya başladılar. Gitmek istemeyen eşimin de koluna girerek beni yalnız bıraktılar. Benden öncekilerin düştüğü yanılgıya bende düştüm. Kalkmak için hareketlendiğimde alnıma soğuk sert bir cisim çarptı ve olduğum yere düştüm. Bir,iki,üç…Hep aynı. O zaman gerçek anlamda “Eyyvahh” dedim. Öldüm.
Herkes dağıldıktan sonra etraf bir sessizliğe bir bakıma da bir çok sesliliğe büründü. Çünkü her an nereden çıktığı belli olmayan biri dağ sandığım yüksek karanlıklara, düzlüklere doğru bağırarak gidiyordu.Ve her an eli sopalı birileri, birilerini döverek kovalıyorlardı.Uzaklardan kadınlı,erkekli feryatlar geliyordu kulağıma.Gözlerimin önünden bazen tül gibi karaltılar geçiyordu.Ürkmüştüm.Zaten her an elleri zincirli birilerinin,beyaz giyimli birilerini evire çevire dövmeleri işten bile değildi.Bir korku her tarafıma yayıldı.Beklemekten başka çarem yoktu.Derken ayaklarımın ucunda bir kıpırdama oldu.Peydahlanan siyah bir adam hızla uzaklaştı.Bir gürültüyle yerimden sıçradım.Başım gene o sert cisme çarptı.Karanlığın en koyu yerlerinden kesilmiş,biçilmiş iki siyah uzun adam bana doğru gelmeye başladı.Saçları uzunluğundan ötürü yerlere değiyordu.Dişleriyle toprağı eşeliyorlardı.Gözleri yanan bir ateş topuydu sanki ve bir o kadar da parlaktı ki yüzleri seçilmiyordu.Gözlerim kamaştı.Ellerinde sopalar,zincirler,mızrağa benzeyen demirler vardı.Müthiş bir korku her yerimi esir aldı ve zangır zangır titremeye başladım.Korkudan yüzlerine bakamıyordum.Ellerindeki zincirleri gürültüyle yere attılar.Sorgulayacaklardı.O an bildiğim bütün duaları içimden okudum.Anlamadığım bir dilde konuştular.Ne sorsalardı “bilmiyorum”deyip kısa kesecektim korkudan.Biri attıkları zincirleri yerden alırken, diğeri içimden geçenleri okumuş gibi tahmin bile edemeyeceğim bir gürültüyle “Bilemeyesin”dedi.Ardından “Bak,gör”diye gürlerken diğeri zinciri sert bir savuruşla bir pencere açtı karanlıktan dünyaya.“Sorgun daha sonra”dedikten sonra buhar oldular sanki.Etrafta az-çok olan biteni gördükten sonra gözlerimi cennet!penceresinden ayırmıyordum.Nerden bilebilirdim ki cennet sandığım o pencereden cehennemi yaşayacağımı.O arada sırtıma sürekli sert bir cisim batıyordu.Benden önce buraya gömülmüş başka birinin kemikleri olduğunu düşünmüştüm.Böyle bir durumla baş başayken nasıl geçerse geçsin yaşam özleniyordu.
Pencere açıldığında cenaze alayı evime ulaşmıştı. Eşimin gözyaşları kurumuştu, ağlayamıyordu. Etrafı ölü-diri gözlerle izliyor, öldüğüme bir inanıyor bir inanmıyordu sanki.Kayınvalidemin ağladığına bir yorum getiremiyordum.(Bana mı,kızına mı,oğluma mı)Nergis eşimin yanından ayrılmıyor,onu teselli ediyor bir bakıma kendisi de teselli oluyordu.Siyah cüppeli adam gidilecek son yerin yerim olduğuna dikkat çekiyordu.Serdar Bey’in kafası karışık,yüzü kırışık…Kısacası evde matem havası yoğundu.Günler,hatta saatler,hatta dakikalar geçerken kalabalık beni bırakıp gittiği gibi ev halkını da terk etmeye başladı.
Serdar Bey’in her gün evde olması beni tedirgin ediyordu. Korkmaya başlamıştım. Zaman hızla geçerken evdekiler de günden güne ölümüme alışıyorlardı.Sanki eşim artık ölü-diri gözlerle çevresini incelemiyordu.Sanki unutmayı hızlandırmak için sürekli oğlumla ilgileniyordu. Sanki eşim hiç o kadar da saf değildi. Evet sonra ki günlerde yavaş yavaş şirkete de gitmeye başladı. Oğluma kayınvalidem bakıyordu.Akşam yemeklerini bazen Serdar Bey ’le dışarıda yiyorlardı. Müdire hanım ve müdürü gün geçtikçe birbirlerine daha çok ısınıyordu. Günün birinde Serdar Bey ’in bir yemek esnasında elini eşimin boynuna atması çılgınca bir nara atmama sebep oldu. Dağ sandığım karanlıklardan gelen siyah adamlar bir süre etrafımda toplandıktan sonra yankılı kahkahalar atarak yanımdan ayrıldılar. Başımda dikilen bu bekçi siyah yılana, gözlerime bir darbe vurması için köpek gibi yalvardım. Ama nafile… “Bak,gör”… Evet Serdar Bey’le Melek Hanım (artık rahatlıkla eşim söylemeyebilirim) iyi birer sevgili olmuşlardı. Bundan sonra yaşanacakları da görecek olmam beni deli ediyordu. Ve en kötüsü ne biliyor musunuz? Gözlerimi kaçırdığım her yerde bir cennet penceresi vardı. Yani kurtuluş şansı sıfırdı. Bir tek yaratıcı kurtarabilirdi ama o da kar yağarken gök gürlemesi gibi bir şeydi.
Melek Hanım sırılsıklam aşık olduktan sonra oğluma ilgisi iyice azaldı. Hatta yok oldu. Nergis’le daha seyrek görüşmeye başladı. Sadece şirket ve yeni sevgilisiyle ilgileniyordu. Aşk gözlerini kör etmişti. Bir zamanlar bana söylenilen aşk sözleri şimdi elden düşme olarak bir başkasına söyleniyordu. Benden önce ölüm dileyen –ki ölümümü görmek onun için acıydı- şimdi benden önce ölmediğine şükrediyordu. Bu arada anladığım tek şey insanlar birbirlerini tanımadan ölüp gidiyorlardı. En çok oğluma üzülüyordum. İlgisiz büyümek hayattaki en kötü şeydi. Kendimden bilirim. Sokaklarda büyüdüm. Ayakkabı boyacılığından yöneticiliğe bir çok iş yaptım. En sonunda kendi şirketimi kurdum. Her şey tamamdı derken ansızın ölüme yenilmek kötüydü. Bir bakıma da oğluma iyi bir gelecek adına didiniyordum. Yoksa…
En mahrem sırlarımızı paylaştığımız yatak odasına Serdar Bey ve Melek Hanım girince bütün gücümü toplayıp çektiğim işkenceyi kayıtsız seyreden yılanın boğazına sarılmak için var gücümle sıçradım. Elim gene o sert cisme çarpıp gözlerim açıldı. Bildiğim tek şey öldüğümdü. Yaşıyor olmamı algılamam kolay olmadı. Karyolanın altında olduğumu karyolanın yatay, dikey demirlerinden anladım. Vücudum dışarıdaydı. Başucumda çarşafın sarkan siyah ipini sımsıkı yakalamıştım. İstemeyerek bıraktım. Ve sırtıma Eşim Melek’in yeni aldığı sivri, topuklu ayakkabıları batıyordu.Tepinmekten sırılsıklam olmuştum.Ruhum bedenime geri gelmişti.Veya İsrafil sura üflemişti.Sürünerek karyolanın altından çıktım.Oğlum beşiğinde fısıldayarak uyuyordu.Eşim Melek’se çift kişilik yatağı tek başına işgal etmiş,sere serpe uyuyordu.Önce boğazına sarılıp uyandırmak istedimse de vazgeçtim.Uyandırıp ne diyecektim ki…Işığı yakıp pencereye yürürken sabah ezanı okunmaya başladı.Okuyanın duru bir sesi vardı.O karmakarışık duyguların içinde bile insana huzur veriyordu.Perdeyi araladım.Bomboş cadde…Sabahın bu erken saatinde dünya daha bir ıssız yaşam daha bir ümitsizleşiyordu.Gerçekten de hayat bomboştu.Balık ölüsü gözlerimi pencereden çektim.Eşim Melek’e şöyle bir bakış atıp lavaboya yürüdüm.Ayağıma taktığım terlikler ıslak fayansta kayınca başımı aynaya çarptım.Aynanın önündeki diş fırçası,diş macunu,tıraş takımı,manikür pedikür seti şıngırtıyla yere yuvarlandı.Akşamdan beri biriken sessizlik dağıldı.Oğlumun ağlama sesini duydum, peşinden Eşim Melek’in… Başımı karyolanın demirlerine çarpmaktan yaralanmış alnımda kuruyan siyah kanları yıkadım. Lavaboya koşan Eşim Melek “iyi misin?”derken ben en uzun rüyanın birkaç saniye olduğunu savunan bilime lanet ediyordum. Bir ömür… Birkaç saniye… Başımı kaldırıp Eşim Melek’e bakarken, o gülerek kucağında oğlumu uyutuyordu, gülümsemesi suratına yayılıp kaldı. Yüzümü kuruladıktan sonra giyinmek için odaya girdim.Pert olmuş bir durumdaydım.Eşim Melek’in sorularını yanıtsız bıraktım.Beyaz gömleğimi giyip,turuncu kravatımı taktım.Üstüne kırçıllı takımımı çektim.Bana ve çevremdekilere güven veriyordu!Çantamı aldım.“Bir rüyadır gördüm işte” diyemiyordum.Bilinçaltım sürekli çalışıyordu.Kapıya yöneldim.Her zaman olduğu gibi Eşim Melek kocasını uğurlamak için kapıda hazır bekliyordu.İhanet sarısı saçlarını toplamıştı!Yüzüne bakmadan kapıdan çıktım.Her zaman öptüğüm ağzının kıyısı boş kalmıştı.Ayakkabılarımı giyip merdivenlere dayadığım çantamı alırken-ki her zaman elinde tutardı-boynuma sarılıp ağladı.Sesi camdandı.“Akşama üstünü değiştirdikten sonra annemlere gelirsin”davetini her anlama gelebilecek bir gülümsemeyle karşıladım.Kızgınlıkla acımak arası bir duygu çöreklendi içimde.Merdivenleri inmeye başladım.Her zaman olduğu gibi –ayda bir en fazla iki gün hariç-Nergislerin kapısının önüne geldiğimde yumuşak bir tıkırtıyla kapı açıldı.Nergis kırmızı geceliği ve dağınık kıvırcık saçlarıyla “hayırlı işler”dilerken durdum.Ona ilk kez içten gülümsedim.Alışık olmadığı bu duruma şaşırmıştı.“Akşama görüşelim”dediğimde nefesi hızlandı.Burun delikleri genişledi.Saçlarını arkaya savurdu.Ayrık dolgun dudakları sanki istem dışı bitişip tekrar aralandı.Başını sallayarak akşama yeşil ışık yaktı.Nergis iyi bir insandı!Akşama sinyali verdikten sonra hepsağahepsağa dönerek Allah’ın cezası merdivenlerin labirentinden kurtulup dışarı çıktım.Hafif bir yelin eli, yüzümde dolanıp,saçlarımı taradı.Yürürken sırtımı sıvazlamaya başladı.Bütün bunları gördükten sonra denize atılan bir taşın merkezine inmiştim.Şimdi sıra dalga dalga yayılmaktaydı.Arabayı çalıştırıp gaz pedalına yüklendim.
Dün akşam ölmemiştim. Sabahtı. İşe gidiyordum. Planlarıma ilk olarak-muhtemelen birazdan bütün şirket çalışanları adına geçmiş olsun dileklerini iletmek için, elinde bir demet çiçekle odama girecek olan-Serdar Bey’i işten kovmamla başlayacaktım.M. UÇAN
Sınır Dergisi / Sayı 6 / Kasım Aralık 2010
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)