“Beni kimse anlamıyor.”
Keyifsiz bir başlangıç oldu, değil mi? Bu dünyada mutluluğu arayanlar hem anlatacağım öyküden hem de bu hayattan medet ummasınlar. Bunu bilir bunu söylerim. Öykümü dinlemek istemeyenler şu anda gitmekte özgürdürler.
Hayalperest arkadaşlarımız aramızdan ayrıldığına göre hikâyemize başlayabiliriz:
Beni zor zamanlarımda dinleyen, dertlerime ortak olan dostuma (yoksa arkadaşıma mı demeliyim?) her zamanki gibi aynı lafları geveliyordum.
İyi bir dinleyiciydi, ya da işitme kaybı vardı; emin değilim. Ben konuşurken beni anladığını belirtmek için durmadan kafasını sallardı. Zaten önemli olan anlaşılmak değil dinlenmektir. Haksız mıyım?
Bilmem kaçıncı kez, son günlerde dilime dolanmış cümleyi arkadaşımın (yoksa dostumun mu demeliyim?) suratına vurdum:
“Beni kimse anlamıyor.”
Gözlerini yumdu ve kafasını salladı.
“Herkes sadece kendisini düşünüyor. Bencillik denen illet hepimizin kanında dolanıp duruyor. Her birimiz sırf kendimizi düşünürsek ve bencilliğe boyun eğersek diğerlerini nasıl anlayabiliriz? Yoksa bu dünyada dostluk ve arkadaşlık kalmadı mı? Haksız mıyım?”
Üç kez kafasını salladı, arabalardaki sallabaşlara o kadar çok benziyordu ki.
İçimi dökmeye başlamışken kimse beni durduramazdı:
“Bu dünyada ne dostluk ne de arkadaşlık var. Hepsi yalan hepsi palavra… Haksız mıyım?”
Dört kafa sallama ve bir göz kırpma…
Konuşmaya kaldığım yerden son hızla devam ettim:
“Bu dünyada, bu dünyada, bu dünyada… (biraz duraksama) arkadaşlık yoksa niye yaşıyoruz ha? Hepimiz boğazdan atlayalım daha iyi. Haksız mıyım?”
İki kafa sallama ve iki göz kırpma…
Konuşmamızın başlangıcından beri on kez kafasını sallamış ve dört kez gözünü kırpmıştı. Bu kadarı yeter de artardı.
Açtım ağzımı yumdum gözümü: (hayır, yummadım gözümü)
“Bir gün de haksızsın de be adam, hayır de, yalancısın de, şerefsizsin de, sen kimsin ki diğerlerinden dostluk bekliyorsun de, sen sanki bencil değil misin de, bir şey de!”
Gözlerim yuvalarından çıkacakmış gibi oldu, o kadar çok sinirlendim. O ise hiç istifini bozmadan dört defa kafasını salladı. Sanırım tiki vardı.
“Allah belanı versin,” diye bağırdıktan sonra onun yanından uzaklaştım. Üzgündüm, tek dostumu kaybetmiştim. (yoksa arkadaşımı mı demeliyim?)
Hızlı adımlarla sallabaşın mahallesinden kaçmaktaydım ki çekici bir dişinin kokusu aklımı başımdan aldı.
Havalar ısınmış, malum aya yaklaşmıştık. Tabi hormonlar boş durmamış yılın en güzel ayını kutlamak için arttıkça artmışlardı. Sözün kısası ışığa yönelen bir pervane gibi karşı cinse doğru çekiliyordum.
Aklım başımda olmadığından araç yoluna attım kendimi mal gibi ne sağıma ne soluma baktım.
Korna sesi ve dayanılmaz bir acı…
Arabanın altına girdikten sonra şu anda gördüğünüz gibi asfalta yapıştım. Tahmin edebileceğiniz gibi ilk başta asfaltla böyle yekvücut değildim. Arabalar üstümden geçe geçe bir güzel kazıdılar beni yola.
Şimdi asıl konuya gelelim:
“Neden biz kedilere araba çarpınca insanlar bir el atıp bizi yoldan kaldırmazlar? Tamam, mezarı geçtim; ama en azından şöyle leşimizi boş bir arsaya atsanız biz de orada rahat rahat çürüsek. Asfalta mıhlanmaktan iyidir. Hem çocuklar bizi bu halde gördüklerinde çok korkuyorlar, akşamları uyuyamıyorlar. Bari yavrularınızı düşünün.”
“Şimdi bi zahmet bana yardım edip beni daha sakin bir yere bıraksanız fena mı olur. Sevaba girersiniz valla…”
***
Kedinin başına toplanan kalabalık araç trafiğini durdurmuştu. Hikâyenin bittiğini anladıklarında yolda kalmış şoförlerin gün yüzü göre göre bronzlaşmış küfürlerine kulaklarını tıkayarak işlerine güçlerine döndüler.
Yol yeniden açıldı ve kedi üstünden geçen her araba ile asfaltla bir olma yolunda bir adım daha kat etti. Tabi insanlara küfür etmeyi unutmadı.
Küfür etmekte haksız mıydı?
Ruhşen Doğan NAR
Sınır Dergisi / Sayı 6 / Kasım Aralık 2010
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder