2 Ocak 2012 Pazartesi

O Çizgi

Rüzgâr da rüzgâr ama.
Gözlerimi açamıyorum. Zaten istesem de açamam!
Öldüm ben.
Ölmedim.
Birazdan öleceğim.
Yani bunun bir ihtimal olmaktan çıktığını anladım. Bu gidiş iyi değil. Apar topar çıktık dışarı. Ayakkabılarımı bile giydirmediler. Kemerim belimde değil. Pantolonum düştü düşecek gibi olurken kapılar açıldı. Arka koltuğa  –öyle olması gerek- fırlatıldım.
İki yanımda sigara kokan iki adam.
Başıma geçirdikleri ceketin ağırlığıyla boynum ağrıdı.
Dışarıda boran, fırtına.
Araba durdu aniden. Kapılar açıldı. Sürükler gibi çıkardılar beni.
Sonra diz çöktürdüler. Hiç konuşmadılar benimle. Gözbağımı iyice sıktı birisi. Dağlar, taşlar çatırdıyor. Toprak kokuyor. Yağmur yağmış, belki akşam belki daha önce. Toprak nasıl nemli, nasıl yumuşak. Son dileğimi kim soracak? Sigara tutuşturan olmayacak mı dudaklarıma? Ya mektup? İki satır yazabilseydim.
Arkamda duruyorlar.
Birazdan bakışacaklar. Biri diğerine göz kırpacak. Tamam diyecek başıyla öteki. Elini beline atacak. Mekanizma, mermi yuvada, emniyet açık…
Bitti.
Herkesin zamanı var. Kendi için atan saniyeleri. İçimizde taşıdığımız kurmalı saatimiz var bizim. Hepsinin zembereği var. “Kıp” bitiyor an geliyor. Duruveriyor.
Ölüyorum işte.
Rüzgâr avuçla kum atıyor yüzüme. Kanım hemen kuruyacak. Daha akarken kaybedecek canlılığını.
Sesler kesildi.
Yeniden dinledim.
“Hey!”
“Heey!”
Dizlerimin üzerinden kalktım. Arkamı dönemiyorum henüz.
Sadece kavaklar-öyle olmalı- ve çalıların hışırtısı. Hâlâ ağzıma toz doluyor.
Göz bağımı indirdim. Koyu bir hava önümde. Işık ısırıyor içimi.
Ellerim çözülmüş hâlbuki neden şimdi fark ettim?
Arkamı döndüm orada duruyorlar. Üç adam. Şoför arabadan inmemiş. Diğer ikisi elleri ceplerinde bana bakıyor. Keten takım gitmişler. Uzun boylu olan bıyıklarını karıştırıyor. Diğerinin saçları yok. Ayna gibi bu havada bile.
Yüzlerini saklamıyorlar şimdi benden. Öldürürken gözlerimin içine mi bakmak istiyorlar.
Kel olan derin bir nefes aldı.
“Bu çizgi, yani hemen arkadaki, sınırdır. Şimdi dön ve oraya yürü. Sakın bir daha arkana bakma ve döneyim deme. Kurşunu yersin.”
“Ne sınırı?”
“Memleket sınırı.”
“Ama neden?”
“Öyle uygun görüldü.”
Çaresiz dönüyorum. Gözlerim biraz daha alıştı aydınlığa.
Titreyerek çizgiye yaklaştım.
Sonra bu kâğıdı ikiye katladım. Yani bütün bu yazdıklarımı. Tam ortadan. İki ucunu geriye kıvırdım. Kanatları düzelttim. Aynı çocukluğumda yaptığım gibi oldu. Son mektubuma öykü yazdım. Onu da kâğıttan uçak yaptım.
Şimdi hücremin parmaklığından dışarıya fırlatacağım. Şansı varsa yani iyi rüzgâr alırsa koltukları kabarır doğruca aşar duvarları. Dışarıdaki o kavakların arasına uçar.
Olmadı avluya düşer. Darağacımın tam dibine.
Beni böyle teslim alacağınızı mı sandınız?
“Son mektubunu yaz…”
Yazmıyorum işte.
O sınır, o sınırınız da vız gelir, vız!


Ahmet BÜKE
Sınır Dergisi / Sayı 6 / Kasım Aralık 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder