2 Ocak 2012 Pazartesi

Onüç Yaşım ve Batman

Bir başka kent bekleme sakın!
Konstantinos Kavafis

Bu satırları, sana, senden binlerce kilometre uzaklıktaki bir kentin otel odasında uzandığım iki kişilik yatağımdan yazıyorum. Aramızdaki bu uzaklığın, seni daha iyi tanımamı ve anlamamı sağladığı gibi, beni sana karşı daha cesur kıldığını da söyleyebilirim. Odamda yere dökülen bir unun sessizliği var. Arada bir duvarın ardındaki odadan yükselen gıcırtıyı ve sesleri işitiyorum. Sonra da tutmakta zorlandıkları nefeslerini… Çığlık gibi iniltiyi. Patlamanın ardından ortalığa savrulan sessizliği… Yerde hışırdayan terliklerin sürüklenişini…

Terlik hışırtılarını duyduğumda pencerenin gölgesi perdelerin üzerine düşüyordu. Sonra bu kadar sessiz geçen zaman içinde yeniden kendimi buldum, sana yazayım dedim. Gecenin bu saatinde gökteki sayısız yıldıza bakarak beni düşlediğini biliyorum. Ellerinin tenimde ve saçlarımda bir esinti gibi gezindiğini ve bu gezintiyle de ruhumun şahlandığını görebiliyorum. Sensiz yaşamayı bazen düşünmedim desem büyük yalan olur. Yaz güneşinin gökte kor kesildiği, rüzgârın ateşten dilleriyle tenimi yaladığı cehennemi andıran o yaz günlerinde senden çok uzaklara gitmeyi isterdim. “Neresi olursa olsun gitmeliyim” derdim. Gittim de. Ama her gidişimde olduğu gibi yine seni özledim, sana geldim.

Dedim ki, bir kentin dağı olmalı. Dedim ki, bir kentin denizi olmalı. Dedim ki, dağı ve denizi olmayan kent, benim değil. Oysa senin ne göğüne tırmanan bir dağın, ne de saçlarını okşayan bir denizin var. Çölü andıran ovanın ortasına atılmış bir ceset gibisin. Ceset deyince sana geldiğim gün aklıma geldi. O yıl ne Peygamber Efendimizin Mekke’den Medine’ye hicretinin, ne de İsa Peygamber’in doğumunun kaçıncı yılı olduğunu hatırlıyorum. Oysa benim doğumumun on üçüncü yılı olduğu bugün gibi aklımda. Çünkü sana geldiğim o günün tarihini mezar taşı yüreğime tırnaklarınla kazıdın.

Bir yaz günüydü. On üç yaşındaydım. Esmerdim. Bulanık çıkmış bir fotoğraf gibiydim. Yalnızdım. Karmakarışıktım ve dağınıktım. Çocukluğumun geçtiği o muhteşem dağ köyünden koparılıp sana getirilmiştim. Sana geldiğimde beni tanıyan kimseler yoktu. Gözlerim ağaç aradı. Dağ aradı. Dere aradı. Fakat hiçbiri yoktu. Çünkü senin göğsünde ne ağaç ne dere ne de dağ vardı. O gün yüzüm, kuruyan bir dere yatağına dönüştü. Babaların işlediği en büyük günah çocuklarının ellerinden tutmalarıdır. Babam da diğer bütün babalar gibi o büyük günahı işleyerek elimden tutup beni sana getirdi. O gün ağır petrol kokusu genzimi yakarken sokaklarındaki yoksullukla birlikte sel gibi aktım. Çarşılarından, sokaklarından –babamın elini tutarak bir ölü gibi– geçtim. Babam yanımda büyük bir sessizlikti.

Genzimi yakan petrol kokusunu ciğerlerime çekerken gözlerim yaşardı. Ve buğulu gözlerle yoksulluk akan sokaklarına baktım. Küçük bir lokantanın önünde durduk. Ardından da yanmış yağ ve soğan kokan lokantaya girdik. Masada oturan adam güçlükle başını kaldırıp yüzümüze baktı. Ayağa kalkıp bizi buyur ettikten sonra tekrar sandalyesine oturup arkasına yaslandı. Gözlüğünü çıkardı. Gözlerinin çevresinde kırmızı bir yuvarlaklık kalmıştı. Önümüzde duran garsona babam siparişlerimizi verdi. Ben dönüp masada oturan adama baktığımda gözünün etrafındaki kırmızı yuvarlaklık kaybolmuştu. Yerini ise çıplak bir yüze bırakmıştı. Babam önümüze konulan soğanı yerken bir yandan da büyük bir suskunlukla yüzüme bakıyordu.


On üç yaşındaydım. Kavruk ve esmerdim. Ve binlerce, on binlerce insanın hep birden kımıldadığı kentte, hiçbir şeye benzemeyen bir yaratık gibiydim. Sonraki günlerde sırı dökülmüş aynalarda parça parça olan kendimi aradım. Ve zamanla her şey dönüştü. Doğan güneş, batıda batmaya hazırlanırken ayrılık vakti gelip çattı. Babam ellerimi daha çok sıktı. Eğilip kemikli parmaklarıyla saçlarımı okşadı. Güneş tenimi yakıyordu. Başımı kaldırıp yüzüne baktım. Saçları ortadan ayrılmıştı. Ayrık yerler kafasının çıplak yerine kadar uzanıyordu. Temmuz ayında kuruyup kalmış bir bataklık gibiydi. Gözü buğulandı. Başını eğdi. Boynumun arkasındaki kasları ve kalbimin atışlarını duyabiliyordum. Ve güçlükle üç sözcük söyledi babam: “Düşün, dayan ve oku.” Bu üç sözcük ağzından kulaklarıma, oradan da beynime vardığında, babamın elleri başımdan ayrılmıştı. Öptüğü yüzümdeki serinliği düşünürken hızla gittiğini gördüm. Beynimden ayak kaslarıma durmadan “koş” emirleri veriliyordu; fakat dizlerimde koşacak derman kalmamıştı. Nemli bir havlunun düşüşü gibi yere çöktüm.


Sana geldiğimde beni tanıyan kimseler yoktu. Burada hiç kimsem yoktu. Binalar, evler, gökyüzü sanki üstüme yıkılıyordu. Alıp başımı gitmek istedim. İstedim; ama yine de sende kaldım. Göğe bırakılmış bir balonun sessizliği içinde orada durdum. Babam ardına bakmadan gitti. Gözden kayboluncaya kadar ona baktım. Sanki o an yıllardır onun yüzünde asılı duran büyük suskunluk, oradan kopup içime yuvarlandı. Ve ben o günden sonra içime kapandım kilitli bir sandık gibi.
Babam beni sana bıraktığında on üç yaşındaydım. O gün babam, bütün umutlarının ve özlemlerinin mezarlığını da bana bıraktı. Kendimi onun umutlarının ve özlemlerinin mezarlığına diri diri gömüp, sokaklarında günlerce uyurgezer gibi dolaştım senin. Yoksulluk kokan sokaklarında köyün huzur veren sessizliğini aradım. Beş gündüz daha geçmişti sana gelmemin üzerinden. Durmadan usanmadan sokaklarında kaybolan benimi aradım. Sokaklarında keskin petrol kokusunu içime çekerken ben vardım ve arıyordum. Sonra kırk gün daha geçti. Ve ben artık aramakla geçen günleri unuttum.


On üç yaşındaydım. Yüzüm kurumuş bir dere yatağıydı. Esmerdim. Sana getirilmiştim. Kırık bir oyuncak, çizilmiş bir plak gibiydim. Karışık düşler görüyordum. İnsan suretine bürünen ölüm korkusu sokaklarında volta atıyordu. Her gün gencecik bedenler kaldırımlara yığılıyordu. Ve sen bir vampir gibi akan kanları emiyordun. Ölülerin yok olup gittiği gibi katiller de sokaklarında duman olup uçuyordu. Göğünde yıldız parlamıyordu. Evlerde güneşin batışıyla kapılar kapanıp kilitleniyordu. Üst üste kapanıp kilitlenen evlerin kapıları gibi ben de gün geçtikçe kilitlenerek içime kapandım. Kaldırımlarında yatan ölüler, geceleri durmadan rüyalarıma akıp durdu. Ve sonra rüyalarıma akan ölüler dilimde ceset gibi yatan sözcüklerle tekrar dirilip sokaklara koştular. Her sabah uyandığımda alıp başımı gitmek istedim; fakat yine de sende kalıp bekledim. Çocukluğumun dolaştığı sokaklarda önce boyum uzadı, sonra saçlarım döküldü ve ardından yüzüme zaman yelinin kazıdığı çizgiler düştü. 

Dedim ki bir kentin denizi olmalı. Dedim ki bir kentin dağı olmalı.


      On üç yaşındaydım. Küçük bir çocuktum. Yurtlar ki bir kentin çocuk mezarlığıdır. Ve babam suskunluğuyla mezar taşıma üç sözcük kazımıştı. Biliyor musun, artık senden uzağa gitme isteği kadar sana gelme isteği de var içimde.



      Yavuz EKİNCİ
      Sınır Dergisi / Sayı 6 / Kasım Aralık 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder