2 Ocak 2012 Pazartesi

Saddam’ın Askerleri ve Dewréşé Ewdi

Hiçbir ırk asil ve bir diğerinden üstün değildir. İnsanlık tek millettir ve tüm insanlar eşittir. İnsan topluluklarının ezelden beri kendilerine ait dilleri ve renkleri vardır. Çok seslilik bu dillerin, çok renklilik bu renklerin muhafazasıyla mümkündür.  Ancak bu ses ve renkleri taşımakla ulusal bir eser evrensel nitelik kazanabilir. Aytmatov’un yaptıkları gibi…

Gani Rüzgar Şavata’nın yine Kürt meselesini ele aldığı son filmi Saddam’ın Askerleri, 2009 baharında vizyona girmişti. Saddam dönemi Irak’ında bir Kürt köyüne yapılan baskınla başlayan film, suçsuz köylülere hapishanede yapılan insanlık dışı muamelelerle, tutukluların kurşuna dizilmesi ve köyde kalan insanların devlete karşı örgütlenmesiyle devam etmekte. Yani anlatılanlar pek çoğumuzun yaşadığı yahut birinci ağızlardan duyduğu, Kürt coğrafyasının aşina olduğu olaylar. Bilhassa cezaevi görüntüleri, bir dönemin Diyarbakır Cezaevi’ni yaşayanların anlattığı kadarıyla –bunlardan biri de Sayın Ahmet Türk’tür- bire bir resmetmekte.

Başarılı diyebileceğimiz cezaevi sahneleri çalışmanın büyük bölümünü kaplayacak şekilde film boyunca ağır ağır akmaktaerlemesine sebep vermekte________________________________________________________________________________________________. Cezaevindeki feci görüntüleri yansıtmak adına baskına uğrayan köye pek de yer verilmeyip bir başlarına kalan kadın, yaşlı ve çocuklar ikinci planda bırakılmış. Xalo Nezir’in söylediği Hekimo parçası –Şıwan Perwer’i hatırlıyoruz burada- filmin trajik boyutuna mükemmel bir katkı sağlayarak kirpikleri sisleyip gözleri yağmurlandırmaya yetmiş_____________________________________________________________________________________________. Fakat ağıtlara özgü o doğaçlama yansıtılamamış kameraya. Zira köylün belli başlı kişilerinden biri olan Awdo (Gani Şavata)’nun işkence sonrası perişan bir halde koğuşa getirilmesi üzerine yakılması gereken ağıt, köylülerin dengbéje söylemesi için ısrarda bulunmasıyla ancak icra ediliyor. Bu başlangıç kısmı ilkokulda sınıfın en güzel türkü çığıran öğrencisinin nazlanmasına karşı sınıf arkadaşlarının ısrar etmesi gibi doğal olmayan bir kesit olmuş. Bunların yanı sıra filmin en onarılmayacak tarafı oyuncu tercihleris diyebiliriz. Belli başlı karakterden ikisini Tuğba Özay ve Yalçın Dümer’e teslim etmiş Şavata. Oyuncuların performanslarının kötü olduğundan filan değil bu hata, bir dağ köyünde porselen görüntüsü veren dişlere sahip bir genç kız ve onun Yeşilçam jönlerini aratmayan beyaz tenli nişanlısı! Kavruk tenler diyarında görülmesi neredeyse imkânsız bir durum.  Bunun haricinde birkaç ayrıntıyı saymazsak iyi bir çalışma olmuş Saddam’ın Askerleri.

Tabi ki “Bir Rüyam Var”…

1960-Malatya doğumlu olan Şavata’nın birçok uzun metrajlı film ve televizyon dizisinde imzası var. Fakat sinema kariyeri için en çok tutulan iki filminden bahsetmemiz yerinde ve yeterli olacak: 1999’da yaptığı Sınır ile 2001’de sinema dünyasına kazandırdığı Doz. Bu eserler hem Şavata hem de Türkiye sineması için birer başyapıt olarak kabul edilebilir. Kürtçe konuşmanın bu günkü kadar doğal karşılanmadığı bir zamanda Sınır’ın Kürtçe diyaloglarını duyan Kürt halkı kendilerinden birileri televizyonda konuşuyor diye nasıl da mutlu olurdu! Üstelik film, tv kanallarında verilmediğinden yalnızca cd çalarda izlenebilirdi. Ama bile bu, boynu bükük insanımız için mutlu olmaya yeterdi. Derken Şavata, aşiret-kan davası dizileri modasından çok evvel Doz’u armağan etti bizlere. Bu filmiyle bitmeyen koruculuk sorununa, halk arasındaki bölünmeye parmak bastı. Filmde aksama yoktu, kendisinin canlandırdığı karakter –Sınır’da da böyleydi- tozu dumana katmıştı ‘ama olsun’du. Doz’dan sonra yaptığı Dumanlı Yol dizisi Doğu’daki Alevi-Sünni ilişkilerini gayet güzel bir şekilde göstermekteyken başarılı performansı düştü yönetmenin.

Şavata ile beraber Vizontele’lerdeki toplumsal duyarlığıyla beraber sinemasal başarısını da kaybetmeye başlayan Yılmaz Erdoğan’ın  –Evet, yanlış değil bu! Çok Güzel Hareketler’de ne tür bir sosyal mesele bulabiliyoruz şu an! Şöhretin kaymağını yemek için yaptığı Neşeli Hayat’ı izleyip de kusmayan kaç kişi var!- eski duyarlı haline dönmesi lazım. Zira bir aydınlanma çağı başlıyor ve Leonardo da Vinci’lere, Mikelangeloo’lara, Descartes’lara gereksinim duyulmakta. Var güçleriyle çalışmakta olan Kazım Öz, Bahoz ve Son Mevsim’in; -kimse küfretmesin, o da kardeşimizdir yahut biz bir bütünüz- Mahsun da Güneşi Gördüm ve New York’ta Beş Minare’nin ardından dinlemeye çekilmeden evvel Dewréşé Awdi’nin sinemaya aktarılması ne güzel olur. Böyle bir çalışmada İranlı yönetmenimiz Ghobadi’den yardım almak da kötü olmayacaktır. Keşke Yılmaz Güney de hayatta olsaydı!

Şavata’nın, Saddam’ın Askerleri’nde bahsettiği faciaların tekrar yaşanmaması için geçmişimizi bireysel değil, ulusal olarak baştan sona okumamız gerekecek. Irkçılık denen şeyin bitmesi gerektiğine inanarak yapmalıyız bunu. Zira ne çekiyorsak başkalarının bu sakat doğmuş dünya görüşüyle bizi ötekileştirmesinden çekiyoruz. “Okumak” ifadesi yanlış bir şeyleri düzeltme hususunda çok kuru, çok gıcık, çok klişe kalıyor, biliyorum. Üstelik kırk yıldır söyleniyor, bi’ kaka olduğu da yok. Ama sahiden, başka çare de yok. Diyelim ki yukarıda da ismini zikrettiğimiz Ahmet Türk okumasaydı, Kanco aşiretinin başında bir feodal olarak kalacaktı. Sadece bir feodal! Peki, ya şimdiki Ahmet Türk?  Şayet okumazsak, daha çekeceğimiz pek çok acı var demektir. Acılarımızı dindirecek ‘édi bese’yi de okuya okuya söyleyeceğiz. Gandhi’nin silahı mı vardı sanki?!

İşte, tüm bunların üstüne bir veya birkaç Firdevsî’nin çıkıp bizim Şehnamemiz olan Devréş-é Avdi’yi –yazmak değil, dijital çağda sinema daha münasip düşmekte- beyaz beyaz perdelemesini bekleyeceğiz. Kültürümüzün dirilişine başlangıç olabilecek bu olayı beklemekle kalmayıp yukarıda adı geçenlere ve benim unuttuklarıma bu işi yapmaları için çağrıda bulunacağız. Umarım bu proje en güzel şekilde gerçekleşir. Ölüm döşeğinde bir hasta olsam, sırf bu filmi izlemeden ölmemek için direnirdim. Tek dileğim, acıları dinmiş ve yaraları sarılmış mutlu bir dünya.


Abdullah KOÇAL
Sınır Dergisi / Sayı 6 / Kasım Aralık 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder